Kriter > Çerçeve |

Küresel Meydan Muharebesi


Küresel siyasetin hem karakteri hem de çehresi değişiyor. Küresel siyaset bundan böyle bireycilik, insan hakları, eşitlik, sekülerizm, demokrasi vb. liberal Batılı aklın ürettiği kavramlar üzerinden değil kökleri daha derinlere giden dini, kurumsal ve geleneksel kimlik bileşenleri etrafında şekillenecek.

Küresel Meydan Muharebesi

Küresel siyasetin hem karakteri hem de çehresi değişiyor. Küresel siyaset bundan böyle bireycilik, insan hakları, eşitlik, sekülerizm, demokrasi vb. liberal Batılı aklın ürettiği kavramlar üzerinden değil kökleri daha derinlere giden dini, kurumsal ve geleneksel kimlik bileşenleri etrafında şekillenecek. 1945 sonrası oluşan uluslararası ilişkiler düzeni ve onu ayakta tutan kurumsal yapılar değerini ve işlevini günden güne yitiriyor.

Buna mukabil Batılı ülkelerde ulusal güvenlik, ekonomik korumacılık, milliyetçilik, dini kurumlar ve değerler güçleniyor. Donald Trump’ın ABD'de başkanlık koltuğuna oturur oturmaz attığı adımlar bu yeni dönemin sarsıcı karakterine işaret ediyor. Bir yandan ekonomide Amerikan çıkarlarını esas alan korumacı adımlar atılırken diğer yandan yabancı düşmanlığı ve kültürel dışlayıcılıktan beslenen politikalar hayata geçiriliyor.

Avrupa siyaseti de kendisini yeni döneme uyarlama arayışı içinde. Aşırı sağ ister iktidara taşınsın isterse muhalefette kalsın yeni dönemde Avrupa siyaseti Trump’ın temsil ettiği yeni Batı konsepti içinde kendisine yer bulmak isteyecek.

Yeni dönemde dini, kurumsal ve geleneksel kimlik bileşenleri etrafında şekillenecek olan küresel iktidar mücadelesi içerisinde her bir aktör kendi dışındaki diğer aktörlerin kültürel aidiyetlerini uluslararası alana taşımasını engellemeye ve gayrimeşru ilan ederek suçlu koltuğuna oturtmaya çalışacak. Batılı güçler, İslam dünyasını kendi dini, kurumsal ve geleneksel kimlik bileşenlerinden sıyırmaya çalışırken öte yandan Hristiyan ve Yahudi köklerine daha fazla dönmeye, daha özcü bir noktadan dünya siyasetine yaklaşmaya çabalayacaklar.

Hristiyan Tedavi mi?

Bernard Lewis, İslam ve Batı adlı kitabında “İslam dünyasında sekülerliğin tehlikede olduğu”ndan bahseder. Ona göre “yazılı anayasaya sahip Ortadoğu devletlerinden sadece ikisi resmi bir dine sahip değil”dir. Bunlar Lübnan ve Türkiye’dir. Ne var ki Lewis Türkiye’de “devletle dinin birbirinden ayrılması ilkesinin kısmen erozyona uğradığı”nı belirtir ve buna gerekçe olarak da “okullarda yeniden din eğitiminin başlaması”nı gösterir. Lewis’in Ortadoğu’daki sekülerleşme tehdidine yönelik çözüm önerisi ise oldukça basittir. Hristiyan dünyanın yaptığını yapmak ve din ile devleti birbirinden ayırmak. Lewis bugün itibarıyla İslam dünyasının, Hristiyan dünyanın tarihin bir döneminde yaşadığı sorunu yaşadığını ve din-devlet ilişkilerini düzenleyecek şekilde “Hıristiyan bir tedavi”ye ihtiyacı olduğunu ima ederek bitirir kitabını.

“Bunda şaşılacak ne var?” diye soranlar olabilir. Değil mi ki yıllarca Türkiye’nin Batılılaşma politikaları tam da böylesi bir laikleşme programını hayata geçirmeye çalıştı, “çağdaşlaşma adımları”nı her derde deva olarak gördü. Öte yandan Lewis’in bakış açısı ilk etapta yeni dönemde Aydınlanma değerleri yerine geleneksel değerlere ve tarihsel kimlik kalıplarına referans verecek olan Batılı yöneticilerin yaklaşımına ters gibi görünmektedir.

Ne var ki Lewis’in İslam dünyasını sekülerleştirilmesi gereken, dinin devlet tarafından kontrol altında tutulması icap eden ve Hristiyan bir tedaviye muhtaç bir kültürel coğrafya olarak sunması günümüz sağ muhafazakar Batılı yönetici elitin İslam dünyasına bakarken ihtiyaç duyduğu bakış açısını sağlamaktadır.

Türkiye’nin Konumu

Bütün bunlara ek olarak yeni dönemin çok önemli bir özelliği daha vardır. O da yeni dönemdeki küresel siyaset alanına dahil olma ayrıcalığına uluslararası alanda yer alan her aktörün, her ulus devletin sahip olamayacağıdır. Yeni dönemde küresel siyasete dahil olmak, bu sert oyunu oynayabilecek kapasitede olmayı gerektirmektedir.

Türkiye’nin son 15 yıllık mücadelesi bugünün küresel meydan muharebesine hazırlık yapmak ve yeni dönemin bu sert oyununda sahadaki yerini alabilmektir. Türkiye son dönemde güçlü bir liderlikle devletin egemenlik krizini aşmayı başardı. Çıkmaza giren din-devlet ilişkilerini tamir etti. Devlet-toplum ilişkilerini normalleştirdi. Dış politika önceliklerini kendi başına belirler hale geldi. Ülkenin ekonomik bağımlılığı aşıldı.

Bütün bunlar olurken Türkiye sert bir iktidar mücadelesine de tanıklık etti. Bağımlılık politikalarını savunan Batıcı elitler ile yeni dönemin yerli ve milli elitleri yoğun bir mücadeleye girişti. Bu mücadelede terör örgütleri, devlet içindeki çeteler ve organize suç şebekeleri Batıcı elitlerin önünü açmaya, yerli ve milli elitleri saf dışı bırakmaya dönük hamlelerde bulundu. Bu hamleler geçtiğimiz dört yıl boyunca Obama yönetiminin başını çektiği uluslararası yıpratma savaşının da desteğiyle çok daha sert, çok daha kıyıcı şekillerde karşımıza çıktı. 15 Temmuz darbe girişimi ile Türkiye’ye öldürücü darbe vurulmak istendi. Ancak başarı elde edilemedi. İbre tersine döndü. Türkiye’nin yerli ve milli eliti bağımlılık politikalarınıdestekleyen Batıcı eliti ciddi şekilde zayıflattı.

Ya İstiklal Ya İzmihlal

Bütün bu süreçte Türkiye’nin elde ettiği siyasi birikim, istikrar ortamı, ekonomik gelişme ve güvenlik kapasitesi sert kimlik mücadelelerinin baş göstereceği, güçlü devletlerin zayıf devletleri “kimlik bileşenleri” üzerinden baskılayacağı yeni dönemde son derece stratejik bir kazanım olarak öne çıkmış durumdadır.

Türkiye’nin giderek sertleşecek olan küresel siyaset sahnesinde büyümeye ve gelişmeye devam ederek var olmak dışında başka bir seçeneği yoktur. Bunun için kurumsallaşmış güçlü liderlik yapısı ve siyasal istikrara ihtiyacı vardır. Türkiye ancak ve ancak karizmatik liderlerin yönetimde olduğu dönemlerde güçlü liderlik ve siyasal istikrarla buluşabilmiştir. Bu bağlamda Türkiye özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde yukarıda anlatmaya çalıştığım dönüşümleri elde etme imkanı yakalamıştır. Erdoğan, bir lider sorumluluğu göstererek Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu kurumsallaşmış liderlik yapısını temin etmek adına yeni hükümet sistemi tartışmalarını başlatmış ve TBMM bu tartışmayı somut bir Anayasa değişikliği teklifine dönüştürerek milletin önüne getirmiştir.

İki ay sonra Türkiye yeni hükümet sistemini de içeren bir Anayasa değişikliği teklifini oylamak üzere sandığa gidecek. Evet diyenler terörle mücadele, ekonomik kalkınma, siyasal istikrar, güçlü liderlik ve bağımsızlığa evet diyecek. Hayır diyenler ise Türkiye’nin yeni dönemde etkisiz, giderek küçülen ve parçalanmaya müsait bir ülke olmasına destek vermiş olacak. Bilerek ya da bilmeyerek. Ancak sonuç değişmeyecek.

Referandum sürecinde Türkiye’nin iç çelişkilerini derinleştirmeye, çatışma alanlarını alevlendirmeye dönük çabalar hiç eksik olmayacak. Tarih boyunca bu coğrafyada iç savaş çıkması için iştahla bekleyenler fırsat kollamaya ve operasyonlar yapmaya devam edecekler. Zira bu topraklarda bir iç savaş beklentisi her daim Batı dünyasında bir işgal iştahı uyandırmıştır.

Bakın Halil İnalcık Osmanlılar ve Haçlılar isimli kitabında, Fatih Sultan Mehmed’in ölümü sonrasında Sultan Bayezid ve Cem Sultan arasında çıkan taht kavgası ile ilgili ne diyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nda hüküm süren iç savaş Hristiyan dünyasında büyük beklentilere yol açtı. Papalık iç savaşın imparatorluğun toprak bütünlüğünün bölünmesine sebep olacağına dair ümitliydi ve bunun Osmanlılara kesin bir darbe indirmek için en uygun zaman olduğu düşünülüyordu.”

Kim demiş tarih tekerrür etmez diye. “Hristiyan dünya” orada, “Türkiye” de burada. Eğer fırsat verilirse, o gün “en uygun zaman bu zaman” diye avuçlarını ovuşturanlar bugün de “gün bugündür” diyerek kapımıza dayanır. Ve o zaman içerideki iş birlikçileri dışında hepimiz, hep beraber kaybederiz.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası