Kriter > Siyaset |

Bitmeyen Bir “Kış Ruhu” Mültecilik


Yalın gerçekliklerimizden en acıtıcı olanı, yaşanılan çağın gerçek anlamda bir evsizlik çağı olduğudur. Burada sürgün olarak, göçmen olarak, mülteci olarak insanın kendisini kurtaramadığı duygunun adı ise öksüzlük duygusudur. Kısacası, eve dönmesi ya da bir eve ait olması engellenen herkes sürgündür, göçmendir, mültecidir.

Bitmeyen Bir Kış Ruhu Mültecilik

Başlıkta tırnak içindeki ifade Wallace Stevens’a ait. Sürgünü ve sürgünlük halini anlatırken kullandığı metaforla o, yersiz yurtsuz olmayı, kendini hiçbir zaman evinde hissedememeyi, geçmişe onmaz bir acı ve özlemle bugüne ve geleceğe ise karşı konulmaz bir burukluk ve tedirginlikle bakan bir sürekli üşüme durumunu anlatır.

Yalın gerçekliklerimizden en acıtıcı olanı, işte bu yüzden, yaşanılan çağın gerçek anlamda bir evsizlik çağı olduğudur. Burada sürgün olarak, göçmen olarak, mülteci olarak insanın kendisini kurtaramadığı duygunun adı ise öksüzlük duygusudur. Kısacası, eve dönmesi ya da bir eve ait olması engellenen herkes sürgündür, göçmendir, mültecidir.

 

İki Dünya Arasına Sıkışanlar

Sürgün üzerine en önemli metinlerden bazılarını yazmış olan Edward Said, sürgün olmayı modern çağın en trajik deneyimi olarak betimlerken, en derin sürgünü yaşamış ve bu hali her daim hissetmiş birisi olarak konuşur esasında. “Dünyalar arasında” kendisini konumlandırmaya çabalarken tükettiğini söylediği ömürde, ana dili olan Arapça ile okul dili olan İngilizce arasında sıkışmış fakat derin varoluşsal boşluğunu ömrünün sonuna dek kapatamamış birisi olarak konuşur. Öyle bir arada kalmışlık ki, her iki dilde rüya görebilip aynı anda her ikisinde de kendisini tam olarak evinde hissedememe durumu. Kendi ifadesiyle, “farklılıklarını her zaman bir tür öksüzlük olarak hisseden eksantrikler olarak sürgünler”in durumu yani. Sürgün edilme kavram ve pratiği yüzyıllar öncesinden Seneca’dan, Dante’den bu yana var olan bir şey. Yeni ve farklı -belki de bu çağa dair- olan ise, sürgünlerin, göçmenlerin, mültecilerin siyasi ya da kültürel kimlikler üzerinden ötekileştirilmeleri. Bu kesinlikle yirminci yüzyılın buluşu ve yirmi birinci yüzyılın yeni zihniyet kalıpları ile kirletip derinleştirerek kurumsallaştırdığı fenomeni.

Edward Said, belki de bu yüzden yazdı Oryantalizm’i. Çünkü ona göre sürgün, bir kere sürgün edildikten sonra üzerinde yabancı olma damgası taşıyarak anormal ve sefil bir hayatın girdabında kalakalma hali. Bu yüzden yabancı olma damgasını ömürlük taşıyan birisi olarak Said için mülteciler, yirminci yüzyılın bir keşfi ve kullanışlı bir tasarımıdır. Öyle ki kültürel ve demografik tartışmaların yahut ekonomik ve siyasal meselelerin merkezi ögesi olarak mülteciler, sürekli biçimde araçsallaştırılarak ilgili toplum üzerinde kurulacak hegemonyanın aracına dönüştürülmekteler. Siyasi rekabetlerin yahut kültürel ve antropolojik çalışmaların ahlaksız, manipülatif ancak oldukça kullanışlı unsurlarıdırlar. Negatif manada mültecilerin resmedilişinden algılanma biçimlerine, buradan inşa edilen söylem ve uygulamalara kadar geniş bir fotoğrafta karşımıza çıkan şey ise, toplum ve coğrafya fark etmeksizin, bunun tam anlamıyla bir oryantalist zihin kodunun ürünü olduğudur.

Sınırda mülteci

Batı’nın Mülteciye Bakışı: Adi Suçlara Kodlayarak Kullanma

Söz gelimi Almanya’da küresel boyutta da çok takip edilen kültür endüstrisi üretimi olan herhangi bir dizi ya da filmde yahut Fransa’nın ana akım medya ve politik figürlerinin kullandığı dilde veyahut Danimarka ya da Avustralya’daki bir medya kanalında bir haberin servis edilişinde muhabirin konuyu karşılaştırmalı izahta kullandığı tonda, ortak bir zihin dünyasının kodlarına rastlamak mümkün. Onu büyük kitlelere ulaştıran büyük bir dijital medya platformundan çıkan meşhur bir dizi filmin içeriğinde, örneğin, suçlu karakterler incelendiğinde; gündelik, organize olmayan (münferit), anlık gelişen herhangi bir suç Alman bir karaktere kodlanırken, örgütlenme gerektiren, organize ve toplumun bütünlüğüne kasteden adi suçların göçmenlere kodlanarak işlendiğini görmek zor değil.

İletişim, kültür ve medya çalışmaları buna dair örneklerle dolu. Karakterlerin işlenme biçimine bakıldığında; mafyatik örgüt kurma, uyuşturucu kaçakçılığı, gasp, tecavüz gibi vakaların sistematik şekilde göçmenlere kodlanarak işlendiği ve bu yönüyle göçmenleri suç olgusuyla eşleştiren bir zeminde yaşanıyor her şey. Burada göçmenler çoğunlukla olumsuz davranışlar sergileyen, kamu yararına olmayan işler yürüten, büyük çoğunluğu erkek, esmer, bıyıklı ya da kirli sakallı, gettolarda yaşayan, sosyoekonomik bakımdan dezavantajlı grupta yer alan, öfke problemi olan, yerli halk ile nadiren iletişim kuran, kendi etnik dilinden bir türlü vazgeçmeyen bir tipoloji üzerinden resmediliyor. Bu ise meselenin zemininde tam anlamıyla oryantalist bir zihnin ve bakışın ürünü olan bir şey.

Psikolojik boyutta örneğin öfke hali, Freud’un kişilik gelişim aşamaları analizine referansla bir zemine oturtularak ilkelliğin ve gelişmemişliğin bir yansıması olarak “anlamlı” kılınıyor. Bir başka parametre dil faktörü örneğin. Buradaki temel mantık yürütme ise Hint-Avrupa dil ailesinden olmayan dillerin parçalanmış ve düzgün yapıda olmadıkları kabulünden hareket ediyor; felsefi ve epistemolojik kaynağını ise Renan’ın meşhur Sami ırklarının gelişimini tamamlayamadığı ve basit ırklar olduğu tezinde buluyor. Yine sosyo-ekonomik ve sınıfsal tasnif mesela. Irkının getirdiği özelliklerden dolayı herhangi bir kamu yararı üretecek dinamizmde ve üreticilikte olamayan ve olamayacak olan, doğuştan taşıdığı ve kültürel birikimleriyle tortulaştırdığı yapısal bir özellik olarak tembel bir yaratık olan Doğulu; yani göçmen, mülteci algısı. Yine kişisel ve topluluksal eğilimler meselesi örneğin. İlkelliklerinden sıyrılamadığı için şiddetin hep kıyısında dolaşan bir figür olarak Doğulu mülteci, öfke sorunu olan, toplumsal düzene karşı, mantıktan uzak, irrasyonel, hoşgörüsüz bir tipoloji üzerinden kodlanıyor.

Bu yaklaşım, Stuart Hall’un “klişeleştirme” dediği kişiyi tek boyutlu kılmanın ve o tek boyut üzerinden kişiyi “suçlular” kategorisiyle özdeş kılmanın rasyonel zeminini inşa ediyor. Temsil ise tipik bir Doğululuk göstergesi olarak esmerlik ve hatta fiziki kirlilik üzerinden yapılıyor. Zira malum, bir doğululuk göstergesi olarak esmerlik, Said’in oryantalist düşünceyi açıklarken söylediği Asyalı ve Afrikalılara Batılı bakışın atfettiği, insanlık safhasının belli bir aşamasında kalmışlığın ve bu yönüyle ilkelliğin bir temsili olarak tezahür eden bir olgu. Meselenin iktidar ilişkileri ve politik alana düşen izdüşümü ise Foucault’nun bilgi-iktidar denkleminden neşet eden bir çizgiye dayanıyor. Bu çizginin olumlu, kabul edilebilir tarafında (ev sahibi topluluk söz gelimi bir Alman toplumu ise) Alman kültür ve değerlerini temsil eden ögeler bulunuyorken, çizginin dışında kalan olumsuz tarafında ise sapkın, suçlu, anormal ve kabul edilemez olan göçmen karakter bulunuyor. Geçmişi Grek ve Roma dönemine dayanan oryantalist düşüncenin sahip olduğu önyargılar bu suretle yeniden ve yeniden üretiliyor. Bu ise doğrudan iktidar ve güç ilişkilerinin kullandığı bir araca da dönüşen bir şey. Öyle ki siyasi rekabette mültecileri araçsallaştırarak siyasi rant ve avantaj sağlamak isteyen grup ve aktörlerin yakın dönemde artan bir yoğunlukla bu yola çok sık başvurdukları bilinen bir gerçek.

 

Türkiye’de Mülteciye Bakışın Zihinsel Kodları

Türkiye’de mültecilik konusunun ele alınma biçimi ve içeriğinin de bazı grup, figür ve aktörler açısından bu temel mantık zemininden çok bağımsız ve bağlantısız olduğunu düşünmemek için yeterince sebebimiz var. Çok rasyonel ve haklı bir zeminden hareket edildiği iddiasıyla sorulan sorular, bu yönüyle, içinde barındırdığı zihinsel kodlar bakımından esasen yapısal olarak bu kategorizasyona tabii olan bir anlayış dünyasından neşet etmiş sorular. Demografik yapıda dönüşüm, bayram için gidişler, neden ülkelerinde kalıp savaşmadıkları, ekonomiye getirdikleri yük, sağlık-eğitim hizmetlerinde ve sosyal yardımlarda iddia edilen özel imtiyazlar ve suç oranları tartışmalarının birçoğunda konunun gerçek bilgisi, rakamlar ve istatistiği görmezden gelinerek veya araştırma gereği dahi duyulmayarak sunulan iddia ve suçlamaların, önyargılar bakımından bir zihin probleminin neresine ve ne şekilde tekabül edip etmediğiyle başlanmalı ilkin.

Ardından bu noktalara ilişkin gerçek rakamlar değerlendirilebilir, doğru resmin çekilmesine yoğunlaşılabilir ve pekâlâ teknik-yönetsel itiraz ve öneriler ortaya konabilir. Nitekim söylenen ve iddia edilen birçok suçlamanın rakamlar nezdinde herhangi bir temeli yok. Fakat bundan çok daha önce, yalın bir zihin sorgulaması, meseleye giriş için evvel emirde olmazsa olmaz şart. Bu yönlendirme ve suçlamaları en yüksek perdeden icra eden çeşitli toplumsal-siyasi-ekonomik-medya elitlerinin zihin dünyalarına ve tasavvur kodlarına ilişkin güncel durumları, tam da bu yüzden, teknik ya da yönetsel itirazlardan çok daha öncelikli ve kritik bir problem. Ve ülkenin mayası, dokusu, bugünü ve istikbali açısından çok daha temel, çok daha paradigmal bir sorun.

Yoksa tersten bakıldığında, çağdaş Batı kültürünün, sürgünlerin, göçmenlerin, mültecilerin imalatı olduğunu; Amerikan akademik, entelektüel, estetik düşüncesinin, otoriter/totaliter rejimlerin baskılarından kaçan sığınmacıların ürünü olduğu gerçeğini nereye koyacağız? Bugün tam da kendilerini, varoluş zeminlerini inkâr eden bir Batılı ikiyüzlülüğüne teslim mi edeceğiz bu gerçeği? Ve belki en az bunun kadar önemlisi, buradan kendimize hangi yönlü ve nasıl dersler çıkaracağız?

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası