Kriter > Medya Kritik |

Terör, Habere Nasıl Dönüştürülmeli?


Bir teröristin paylaştığı görüntünün hepimizin telefonuna geldiği ve bu sürecin aslında kimin işine yaradığının da müphem olduğu bir durumla karşı karşıyayız. Sosyal medyada bu görüntüyü izleyen kişilerin terör karşısındaki duyarlılığı mı artıyor yoksa terör grubu amacına mı ulaşıyor? Bunu ölçen bir veri henüz elimizde yok.

Terör Habere Nasıl Dönüştürülmeli

Ünlü Fransız sosyolog Raymond Aron, terör olayları ile ilgili olarak “Terörist çok adam öldürmekten ziyade yaptığı işin çok duyulmasını ister” demişti. Aron’un 1983’te vefat ettiğini düşünürsek, aslında dijital çağa pek de dokunmayan bir ömür sürdüğünü söyleyebiliriz. Bu söz büyük ihtimalle, gerçek manasını son 15 senedir yaşanan teknolojik gelişmelerle oluşturulan dijital evrende kazanıyor. Artık sosyal medya ve internet mecralarına terör grupları ve bu grupların mesajlarını iletmesi açısından baktığımızda oldukça verimli bir tablo ile karşılaşıyoruz.

Terörist, bilinmek ister, aksiyonunun duyulmasını ister, korku salmak ister, huzur bozmak ister, endişe vermek ve uzun vadeli kaygı ortamı kurmak ister. Bu şekilde yapılan eylemin etkisini kalıcı hale getirir ve etki hinterlandını büyütür. Bu sebeple 30 kişinin öldüğü otobüs devrilmesi sadece bir kazadır ve 2 kişinin öldüğü bir terör saldırısından çok az iz bırakır. İşte bu sebeple, terör olayları ancak ve ancak alınan reaksiyonlarla amacına ulaşır ve kendini gerçekleştirebilir. Masum insanlara, sivil halka ve çocuklara yapılan vahşi saldırıların insanların nefretini çekmek kadar kendini gerçekleştirmek gibi bir amacı da vardır. Bizlerse bazen sosyal medyada “lanet okuyarak” paylaştığımız bir videonun teröristin veya terör grubunun sözünü çoğalttığını ve onun kendini gerçekleştirmesine imkan verdiğini çoğunlukla fark etmeyiz.

 

Gerçekten “Mesajmış”

Tıpkı Aron gibi Marshall Mcluhan’ın meşhur teroisi “The medium is the message” (Araç mesajın kendisidir), internet ortamında daha anlaşılır ve kabul edilebilir bir hale geldi. Öyle ki, mecra, mesajın kendisine dönüşüverdi. Haberlere ulaşmak için belirli bir mecraya ihtiyacımız yok. Haber kaynağından alınan haberin çeşitli filtre ve düzenlemelerden geçirildiği ve kitlelere bir yayın politikası ile aktarıldığı dönemleri geride bıraktık. Bunun Mcluhan bakışı ile müspet bir sonucu olarak, haberi yayma ve kullanma tekelini elinde bulunduran geleneksel medya araçlarının etkisi kırıldı, toplumlar artık bir şeylerden haberdar olmak için akşam “ajansına” veya ertesi sabahki gazeteye “muhtaç” değil. Lakin, bu müspet yanın karşısında bilgi ve haber akışının kitlelere nizami bir çerçevede akmadığı için oluşan kirlilik, kaos ve zehirli bir ortam var. Oxford sözlüğü 2018’de “toksik” sözcüğünü yılın kelimesi ilan etmişti. Kontrolsüz mecralardan ulaşan haber, bilgi ve görüntünün bir özgürlük aracı olmasıyla beraber manipülasyona açık bir toksik ortam oluşturduğunu da söyleyebiliriz. Mesela bir teröristin paylaştığı bir görüntünün filtresiz, düzenlemesiz hepimizin telefonuna geldiği ve bu sürecin aslında kimin işine yaradığının da müphem olduğu bir durumla karşı karşıyayız. Bir terör grubunun yaptığı bir eylemden sosyal medya yolu ile haberdar olan kişilerin, terör karşısındaki duyarlılığı mı artmıştır yoksa terör grubu amacına mı ulaşmıştır; bunu ölçen bir veri henüz elimizde yok.

 

“Post-Truth” Döneminde Okur-Yazarlık

“Medya okur-yazarlığı” son zamanlarda post-truth kavramının da dolaşıma sokulması ile birlikte çok sık kullanılıyor. Medya okuryazarlığı hem geleneksel medya mecraları hem de sosyal medya için mesajlar ve algıların oluşturulması çerçevesinde olmazsa olmaz ve çocukların korunması konusunda ivedilikle mesafe alınması gereken bir meseledir. Hatta bu konuda sosyal bilgiler dersinin içinde bir ünite oluşturulması ve uygulamalı bir müfredatla çocukların algıları ayırt etme becerisinin kazandırılması gündemde olan konulardan birisi.

Yaşadığımız dünyada olayların neden, nasıl, niçin olduğu kadar nasıl ele alındığı, neye inandığımız ve neyi görmezden geldiğimiz konusu da çok önemli bir hal almıştır. Mesela 12 Ocak 2016’da turistlerin yoğun ilgi gösterdiği Sultanahmet’te canlı bomba saldırısı meydana geldi. Bombacı, 1988 Suudi Arabistan doğumlu, Suriye uyruklu Nabil Fadlı isimli erkek bir DEAŞ militanıydı. Hedef bir turist kafilesiydi ve ölenlerden biri Perulu ve diğerleri Almandı. Hedef belliydi ve yabancı turistler açısından çok verimli bir nokta seçilmişti: Alman Çeşmesi. Ertesi gün bu olayı Cumhuriyet gazetesi “katliam ülkesi” manşeti ile duyurdu. Haberin devamında ne yazarsa yazsın, bu manşet öncelikle Türkiye’yi tehlikeli kılan bir görüşe hizmet ediyordu. Aynı gün Birgün gazetesi ise “Katliamları yapanlar vekalet verdikleriniz” başlığını attı ve “AKP’nin ‘öfkeli çocukları’ Suruç ve Ankara’nın ardından İstanbul’u da kana buladı” şeklinde yazdı. DEAŞ ve AK Parti arasında doğrudan bir bağ kuruyordu. Sonraki günlerde sosyal medyada bu fikirler yaygın bir şekilde muhalif kesimlerde alıcı buldu. “Türkiye bir terör ülkesidir”, “Türkiye’de can güvenliği yoktur”, “Türkiye DEAŞ’a yardım etmektedir ve onların ülkeyi kana bulamasında yöneticilerin de payı vardır” gibi söylemler arttı. Bu algıyı yerleştirmek isteyen bombacı terörist, kendisine oldukça zengin bir mecra bulmuştu.

Olayın gerçekleştiği Ocak 2016’dan bir ay sonra soğuk bir Şubat akşamüstünde Sultanahmet’te sobayla ısıtıldığını bildiğim bir kafeye gittim. Sultanahmet’in kalabalığı yaz-kış gece-gündüz hiç bitmez. Havanın soğuk olması bu durumu pek değiştirmez. Ancak o akşam maalesef ortalıkta hiç kimse yoktu. Otellerle, kafelerle, restoranlarla dolu cadde bomboştu. Bu durum birkaç ay devam etti, müteakip senelerde de azar azar düzeldi. Sultanahmet’in canlılığının tamamen eski haline dönmesi yıllar aldı. 2016’da birçok işletme büyük zarar gördü veya el değiştirdi, esnaf çok uzun süre sıkıntı çekti. Bizlerse “Türkiye güvenli bir ülke değil” diye sosyal medyada kustuğumuz kinin bedelini cebimize daha az giren turizm gelirleri ile hep beraber ödedik.

 

Terörist ve Terörün Tanımı

Özellikle terör olaylarının ardından medyanın haberi nasıl sunduğu önemlidir. Çünkü teröristler için eylemi gerçekleştirmekten daha çok eylemin toplum üzerinde etkisi ve gündem yaratması önem arz etmektedir. Bu bağlamda Sultanahmet saldırısını planlayanların istedikleri hedefe ulaştıkları söylenebilir. Bu tür eylemlerin hedefine ulaşmaması için olayı anlatırken kullanılacak ifadeler büyük dikkat gerektirir. Örneğin, “terörist” sözcüğü, söz konusu eylemi üst perdeden ele almaya sebep olur. Bunun yerine bombacı, saldırgan, silahlı eylemci, fidyeci, isyancı, militan gibi muhatabı açıklayıcı kavramlar kullanmak daha uygundur.

Terörün tanımında uluslararası bir tanımlamaya gidilmiş olsa bile teröristin tanımında uluslararası bir tanım yoktur. Mesela Türkiye açısından YPG’nin tanımlanma şekli, Avrupa ve Amerika’da kabul görmemektedir. Dahası AB’de terör grubu olarak listeye alınmasına rağmen PKK’nın, Avrupa ülkelerinde kendisini ifade etme imkanları açısından bir terör grubu muamelesi görmediği çok açıktır. Bu sebeple devletler, kendi terör kaygılarına göre kendi tanımlarını yapmaktadırlar. Türkiye içinde de terör karşıtlığının sadece “terörü lanetleyen” mesaj atmak noktasında kaldığı, terörü besleyebilecek davranışlar konusunda bir kafa karışıklığının olduğu görülmektedir.

Mesela terör örgütü DEAŞ ilk ortaya çıktığında örgütün IŞİD şeklinde yaygınlaşan ismi, İslam’ın kötülenmesi endişesi ile DEAŞ’a dönüştürülmüştür. Fakat halen bir kullanım bütünlüğü sağlanmamıştır. Aradan yıllar geçmesine rağmen bazı gazeteciler ve akademisyenler ekranlarda bu örgüt için IŞİD demektedir. Bu tutum, art niyetli olmayıp, genel olarak politik doğruculuğa kurban edilmiş bir umursamazlık olarak tecelli etmektedir. İslam’ı ve Müslümanları karalamak kötülemek için kullanılan bazı kavramlar, “Nasıl ve neden kullanmalıyız?” şeklinde bir sorgulama süzgecinden geçirilmeden kullanılmaktadır. Müslüman dünyanın, Batı tarafından kendilerini veya yaşadıkları sorunları tanımlamak üzere üretilmiş kavramları kontrolsüzce kabul edip kullanmak gibi bir zaafı bulunuyor. Tıpkı anti-semitizm kavramının açık bir şekilde muhatabı ve sorunu belirleyiciliğine karşılık, İslamofobi kavramının muğlak, naif ve belirsiz bir muhataba karşılık geliyor olması gibi.

Türkiye yakın tarihinde oldukça yıkıcı ve yıpratıcı izler bırakan FETÖ’nün de kavramların kirlenmesi konusunda verdiği zarara karşılık bir bilinç oluşturulamaması gerçeği ile karşı karşıyayız. FETÖ, “hizmet, himmet” gibi dinimize ve kadim kültürümüze ait kavramları kirletirken, çeşitli il ve bölge sorumlularını da “imam” olarak nitelendirmiştir. İmam kelimesi, İslam toplulukları için önemli ve kutsal bir makamı işaret eder. Bugün hala ana akım medyada “FETÖ imamı şurada tutuklandı” şeklinde ifadeler kullanılmaktadır. “İmam” kavramının terörle ilişkilendirilmesine hizmet etme açısından bundan daha ziyade bir kullanım olamaz. Daha geniş bir çerçevede, bu ifade İslam’ın terör ve şiddetle bütünleşmesi projesine hizmet etmektedir.

 

Kadrajdaki Terör Eylemleri

Terör haberlerini verirken medyanın sorumlulukları kadar bu haberleri kontrolsüzce yayan bizlerin de sorumlulukları bulunmaktadır. Terör olaylarından gelen ham görüntüleri veya teröristlerin yaydığı video, görüntü ve metinleri yayarken bireylerin sorumlulukları vardır. Bireyler, karşı karşıya kaldıkları her durumda kamu yararını gözetmek mecburiyetinde değildir. Lakin terör olaylarında böyle bir zorunluluk doğar. Ortaya saçılmış ceset parçaları ve insanları dehşete düşürecek görüntüleri çoğaltmanın kimseye bir faydası yoktur. Ayrıca cesetlerin de bir mahremiyeti vardır ve bedenin kutsallığı sebebiyle ölünün hem çıplaklık açısından hem de beden bütünlüğü açısından saygısının korunması gerekir. Yayılan bütün bu görüntüler ayrıca bu kişilerin yakınları tarafından görüldüğünde çok incitici olmaktadır. Ne medyanın ne de bizlerin terör olayını lanetlemek amacı ile bile olsa vefat edenlerin sevenlerini incitmeye hakkımız yoktur. Ayrıca bu görüntülerden çocukların korunması da elzemdir. Dehşet ve vahşet görüntüleri yayıldıkça normalleşir. Taciz, hayvana kötü muamele, sokakta kadın dövme, çocuğu tartaklama gibi davranışlar kınanma amaçlı verilse bile yaygınlaşmaya, normalleşmeye veya bazı başka kimseler için modellemeye sebep olabilir.

Bizler bir haberi üretirken, onun belli kaynaklardan onaylanmasını ve belli filtrelerden geçmesini bekleriz. Halbuki bir vatandaş bir patlama gerçekleştiğinde tesadüfen oradan geçiyorsa ve ne mutlu ki bir zarar görmemişse, cebinden telefonunu çıkarıp olayları filtresiz bir şekilde bütün dehşet anı ve çıplaklığı ile paylaşabilir. 11 Aralık 2016’da Beşiktaş’ta bir stadın çok yakınında, Maçka parkında ve üç ay sonra Mart 2017’de Taksim Balo Sokakta olmak üzere toplam üç saldırıda tam da bu olay gerçekleşti. Bu saldırıların tamamında yaralı ve ölü görüntüleri henüz polis dahi tedbir şeridini çekemeden etrafta bulunan vatandaşlarca sosyal medyaya servis edildi.

Görüntüleri en hızlı servis eden olmak istemek anlaşılabilir bir durumdur. Halbuki bazı durumlarda çabukluk ve doğruluk birbiri ile çelişmektedir. Çabuk verilen haberler her zaman doğruları içermez. Hızlıca verilen ölü/yaralı sayılarında yanlış yapılacağı gibi bu haberleri vermek de her zaman doğru değildir. Ayrıca dolaşıma sokulan bir görüntünün gerçek olması da doğruluk ile çelişmektedir. Görüntünün gerçekliği onun başka bir kurgunun parçası olmadığını göstermez.

Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Gennadiyeviç Karlov’a yönelik 19 Aralık 2016’daki suikast görüntüleri hala ana akım internet sitelerinde durmaktadır. Büyükelçisinin öldürülme anının neredeyse olayla eş zamanlı dolaşıma sokulması doğru bir sosyal davranış olduğunu göstermez. İnsanların ölüş veya öldürülüş anlarının servis edilmesi doğru değildir. Büyükelçinin olaydan bir kaç dakika önceki konuşma esnasındaki görüntüleri, olayın oluş şekli, sonrasında yerde duran cansız bedeninin gösterilmesi, terörün muhatapları açısından korku, kaygı ve dehşet pornografisinden başka bir şey değildir. Eylemi düzenleyen açısından ise mesajın yerine ulaşmasına yardımcı olur.

Gerçeğin bu şekilde verilmesinden daha vahim olan bir şey ise müteakip günlerde çeşitli animasyon ve canlandırmalar ile olayın tekrar tekrar anlatılmasıdır. Katil nereden girmiştir, hangi kapıdan çıkmıştır tarzında terör eylemlerini detaylandırıp anlatarak adeta bu eylemlerin sunumu yapılmamalı ve teröristlerin sadistçe öldürme teknikleri, tecavüz yöntemleri vs. anlatılmamalıdır. Bu tarz anlatılar modelleme oluşturur ve bu konuların anlatımında çok yaygın bilinen bir ilke gereği, “asılmayı göstermek yerine taburenin devrildiğini göstermek” mümkündür.

Teröristin sesini duyurma araçlarından birisi olarak teröristlerle röportaj yapmak, bütün dünyada gazetecilik etiği açısından tartışılan bir konudur. Bu durum genellikle, bir gazetecilik başarısı olarak kabul edilir. Ayrıca bu konuda genellikle yayın organları kendilerinden uzak coğrafyalardaki hassasiyetleri göze almazlar. Yine de bütün teori kitapları, basının eylemciler ve teröristler için bir platform olmaması gerektiğini söyler. Halbuki hiç bir medya mensubu, bir eylemci ile canlı konuşma imkanı varsa, bunu kaçırmak istemez.

Yakın zamanda Türkiye kamuoyunda sık sık Uygur Türkleri ile ilgili hassasiyet uyandırmak amaçlı fotoğraf ve videolar paylaşılmaktadır. Başka bir coğrafyadaki bir konuyu toplumun milli mesele olarak sahiplenmesi başka bir konudur, o konunun doğru bilgi ve araçlarla detaylandırılması başka bir konudur. Doğu Türkistan ile ilgili paylaşılan fotoğraf ve görüntülerin pek çoğunun başka zamanlarda başka yerlere ait olduğu kanıtlanmıştır. Delilsiz bilgi ve belgeler, yanlış fotoğraf ve görüntüler oluşturulmak istenen hassasiyetin aleyhine çalışır, şüphe karıştırır ve zihinleri bulanıklaştırır

Medyada kullanılan rakam ve istatistikler en yanıltıcı konulardan biridir. Bu başlı başına çok geniş bir tartışma, sadece çok basit bir örnekle açıklayalım: 1 kişiden, 2 kişiye çıkan ölü sayısını, yüzde yüz artış şeklinde ifade etmek doğrudur. Zira istatistikler ve rakamlar toplumu karıştırmak isteyen moral bozucuların en verimli kullanım alanıdır. İstatistikle verilmiş bilginin doğru olduğuna inanma eğilimi gösteririz ve rakamların keskinliği karşısında soluğumuz kesilir. Halbuki kaynak gösterilmeden veya gösterilen kaynağın saygınlığı/ajandası tam anlaşılmadan asla bir veri kabul edilmemelidir.

 

Şehit Haberleri ve Kamu Yararı

İnsanların ölüş ve öldürülüş anlarını yayınlamamak gerekir demiştik. Hele de terör örgütleri bir infaz gerçekleştirdiğinde, bunu yayınlamak cinayete ortak olmak gibidir. Tekrar hatırlatmaya bile hicap duyduğum şehit Savcı Selim Kiraz olayı bu konuya çok acı bir örnektir.

Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın 31 Mart 2015’te makam odasında DHKP-C üyeleri tarafından şehit edilmeden evvelki görüntüsü terör örgütü tarafından servis edilmiş ve daha o anda sosyal medyada ve ertesi gün yazılı basında yer almıştı. Bu rehin alınma görüntülerinin yayınlanması hukuksuzdur ve terör propagandasına destek vermek olarak algılanmalıdır. Zira böylece teröristlere yetkililer tarafından bir güç olarak kabul görmek ve diyalog kurmak imkanını vermiş oluruz. Üstelik bu şekilde örgütlerinin kamuoyu bilinirliğinin artmasına yardımcı oluruz ve kendi üyelerine de ilham ve cesaret vermelerine yol açarız.

Şehit Savcı Kiraz’ın görüntüleri gibi eylemlerin görüntülerinin paylaşılması, terör örgütlerinin rehin alma gibi eylemleri kolaylıkla gerçekleştirebileceği algısını doğururken, bir sonraki terör saldırılarına da ilham olabilir. Aynı zamanda Cumhuriyet Savcı’sının rehin alınması devletin bir güvenlik zafiyetinin olduğunu da göstermektedir. Bu da teröristlerin toplumda uyandırmak istediği düşünceleri desteklemektedir. Aynı şekilde şehit haberleri verilirken devlete güven duygusunu azaltacak veya bir zafiyeti ortaya koyacak dil kullanmamalıyız. “Pusuya düştüler”, “hazırlıksız yakalandılar”, “gafil avlandılar” gibi ifadeler, zafiyet oluşturabileceği gibi bir operasyondan evvel, silahlı kuvvetler mensuplarının yüzlerini, teçhizatlarını, tam konumlanmalarını gösterecek detaylara da yer verilmemelidir. Yakın zamanda Barış Pınarı Operasyonu’nda muhtemelen cephedeki askerlerin yakınlarına giden bazı videoların, “şimdi haber aldık, Mehmetçik şu durumdaymış” mesajları ile yayıldığına şahit olduk. Pek çoğunun askerlerin moral ve motivasyonunu gösteren ve art niyet olmadan çekilmiş videoların “cephede son durum şöyle” denerek olumsuz bir şekilde manipüle de edilebileceğini ve tam tersi bir minvalde kullanılabileceğini unutmamak gerekir.

 

Yüceltiyor muyuz, Hedef mi Yapıyoruz?

Medyada iyi niyetle üretilen veya kullanıcıların halis amaçlarla yaydığı aslında bambaşka bir yöne hizmet edebilecek alışkanlıklar listesi öyle uzun ki. Son bir örnekle bitirelim: 18 Eylül 2019’da Filistinli bir kadın, İsrail askerlerinin Batı Şeria ile işgal altındaki Doğu Kudüs arasında yer alan Kalendiya askeri kontrol noktasında ateş etmesi sonucu şehit edildi. Kadının vurulmadan önce ve vurulduktan sonraki anı, video ile sosyal medyada ve haber kanallarında paylaşıldı. Bir İsrail askeri, yerde yatan siyah giyimli Filistinli kadına acımasızca durmadan ateş ediyordu. Kadının son anlarının görüntülerinin paylaşılması özel yaşamın gizliliği noktasında tartışmalıdır ve yakınlarını da üzebilme potansiyeli yüksektir. Lakin üzerinde durulması gerekilen önemli diğer bir nokta ise videoda İsrail askerlerinin hukuk ve insanlık dışı davranışı gösterilirken aynı zamanda ezilen Filistinliler üzerinde İsrail’in güçlü olduğu algısı tekrar yaratılmaktadır. İsrail askeri egemen, ayakta ve konuya hakimdir. Müslüman kadın ise öldürülen ve zayıftır. İsrail-Filistin meselesi ile henüz bir bağ kuramamış bir genç için bu görüntü, yalnızca yerlerde “ölen” bir Müslümanın çaresizliğidir.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası