Kriter > Siyaset |

Bürokratik Vesayet Sistemi Tamamen Bitti mi?


Türk bürokrasisinde, hassaten orduda vesayetçi zihniyet tamamen tasfiye edilemedi. Eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un askerlerin olağan sivil yargılanma düzeni içine alınmasından duyduğu rahatsızlığı açıkça yansıtması ve CHP çevrelerinin ona candan desteği, vesayet zihniyetinin canlı olduğunun delilleridir.

Bürokratik Vesayet Sistemi Tamamen Bitti mi

Her ülkenin siyasi sistemi o ülkenin özgül tarihine ve şartlarına dayanır. Ülkelerin siyasi sitemleri arasında bazı benzerlikler olmakla beraber hiçbir ülkenin siyasi sistemleri bir başkasının sisteminin tıpkısının aynısı değildir. Her ülkenin siyasi sistemi en azından bir dereceye kadar eşsizdir. Başka bir deyişle ne kadar ülke varsa o kadar siyasi sistem vardır.

Ülkelerin siyasi sistemlerini analiz ederken her ülkenin tarihine ve sosyal yapısına göz atarak işe başlamak gerekir. İngiliz sisteminin özünü yükselen parlamento ile gerileyen saltanat ailesi üzerinden okumak şarttır. Amerikan sisteminin özünü anlamak için -biraz tuhaf bir şekilde devrim olarak adlandırılan- Bağımsızlık Savaşı’nı ve Amerikan kurucu atalarının -demokrasi değil- seçimli cumhuriyet arayışlarını odağa koymadan ilerleme kaydedilemez.

Türkiye’nin siyasi sistemini incelemek içinse Osmanlı döneminde monarşinin anayasal monarşiye doğru ilerlemesini, tek parti döneminde otoriter siyasi rejimin kurulmasını ve demokrasiye geçildikten sonra bürokratik vesayet sistemimin kurulmasını ve kökleşmesini merkeze almak gerekir. Özellikle bürokratik vesayet sisteminin kurulması, tahkim edilmesi ve nihayet çözülmesinin hikayesi Türk demokrasisinin hikayesi ile çakışır. Nitekim günümüzdeki siyasi çekişme ve tartışmalarda da bürokratik vesayet doğrudan veya dolaylı, açık veya örtülü biçimde devamlı gündemde kalmaktadır. Özgül sorunlar üzerinde yapılan tartışmaların tarihi kökleri ve siyaset felsefesi açılımları takip edildiğinde ortaya yine bürokratik vesayet meselesi çıkmaktadır.

 

Bürokratik Vesayet Nedir?

Bürokratik vesayet sisteminin özünde bürokratik güç odaklarının demokrasilerde normal karşılanamayacak yetki alanlarına ve siyaset üzerinde bir belirleyiciliğe sahip olması yatmaktadır. Bütün demokrasilerde siyasetçiler ile esas itibariyle atanarak veya kendi kendini atayarak göreve gelen bürokratik kadrolar arasında bir çekişme ve gerilim vardır. Demokrasilerde nihai yetki, teorik olarak, seçilmiş siyasetçilerdedir. Ancak bürokratlar siyasetçilere göre daha kalıcıdır ve ofis, bütçe, tecrübe, teknik bilgi birikimi ve mevzuata hakimiyet gibi avantajlara sahiptir. Bunları göstere göstere veya gizleye gizleye kullanan bürokratlar, siyasetçileri manipüle etmeye, araçları haline çevirmeye, engellemeye çalışır. Bu belki de hiç ortadan kaldırılamayacak bir sorundur; olsa olsa azaltılabilir ve sınırlanabilir. Siyasetçiler de bu sorunu devamlı gündemde tutamazlar, zaman zaman bürokratlara gözdağı verip halka gösteriş yaparlar, böylece gerçek patronun kim olduğunu göstererek bu kadim problemle birlikte yola devam ederler.

Türkiye’nin bürokratik vesayet sistemi, Osmanlı’dan bu yönde aldığı bir miras da olmakla beraber elbette tek parti döneminde dallanıp budaklandı. Bunun sebebi tek parti döneminde seçimli siyasetin ve demokratik meşruiyet arayışının olmamasıydı. Bu yüzden o dönemde, politikacılarla bürokratlar aynılaşmaya doğru ilerledi. Demokrasiye geçerken Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) kadroları seçimlerde kendilerini velinimetleri olarak gördükleri halkın onları seçeceğini düşünüyordu, bekliyordu. Umdukları olmayınca bir bocalama dönemine girdiler. Seçim sonuçları belli olur olmaz iktidarı yeni ekibe devretmeme yollarını arayan askeri kadrolar muhalefete düşen İnönü’yü yokladı. Onda hemen darbe yapma arzusu bulamayınca beklemeye karar verdi. 1954 gibi erken bir tarihte darbe fikri ordu içinde yerleşmeye ve kökleşmeye başladı.

Türkiye’de yapılan tüm darbeler bürokratik vesayet odakları tarafından seçilmiş siyasetçilere -yani merkez sağ politikacılara- karşı yapıldı. Hem 1961 hem de 1982 Anayasaları bürokratik vesayet sistemini resmen kuran ve tahkim eden adımlardı. Bu sistem içinde devlet iktidarı ikiye ayrıldı. En önemlisi oldukları düşünülen -eğitim, savunma, dış politika gibi- alanlar daha ziyade bürokratik odakların eline bırakıldı. Seçilmiş siyasetçilere ise her zaman zor işler olan ekonominin idaresi, imar çalışmaları gibi alanlar lütfedildi.

Bu sistemin odağında, doğal olarak silahlı memurlar vardı. Parayı verenin düdüğü çalması bürokratik vesayet sisteminde elinde silah olanın sessizce ama belirleyici biçimde konuşması ve/veya diğerlerini konuşturmaması anlamına geliyordu. Ancak sistemin tek ayağı ordu değildi. Sistem sözüm ona sivil görünümlü müttefiklere de sahipti. Üniversiteler ve yargı devlet içinde örgütlü ayaklardı. Medya ise sivil görünümlü olan ama askeriyenin güdümünde işleyen bir yapılanmaya kavuşturuldu. Basın İlan Kurumu, sarı basın kartı uygulaması, kâğıt sübvansiyonları bu amaçla kullanılmak üzere tesis edildi. Bu sistem bazen şu veya bu ölçüde aksamakla beraber AK Parti yıllarına kadar işledi.

Bürokratik vesayete karşı mücadelenin iç içe geçmiş iki ayağı vardı: Sosyolojik muhalefet ve siyasi muhalefet. Sosyolojik muhalefet sessiz ve derinden ilerleyen, mesafe aldığının farkına varılması kolay olmayan ayaktı. Siyasi ayak ise gün gibi ortadaydı, çünkü yarışmacı, seçimler sonucu ortaya çıkmaktaydı. Bu çerçevede, seçimleri genellikle kazanan merkez sağ partiler bürokratik vesayetle açık veya örtülü bir mücadeleye girişti. Belki de bazen ne yaptıklarının farkında değillerdi. Ama demokratik siyasetin doğal akışı onları bürokratik vesayet odaklarıyla çatışmaya itiyordu.

Darbeler ve Anayasa Demokrat Parti zamanında bürokratik vesayet bir taraftan bürokrasi içinde örgütlenme ve bilenme yoluyla kendini tahkim etti diğer taraftan rahmetli Adnan Menderes’in hamleleriyle darbe aldı. Menderes’in ordu üzerinde kurmak istediği kontrol ve CHP bürokrasisini üst düzeylerden uzaklaştırma çabası vesayet odaklarını ciddi biçimde rahatsız ediyordu. Bu yüzden 1960 darbesinden sonra bürokratik vesayet odakları kendi pozisyonlarını daha korunaklı bir hale getirmek istedi. Darbeye ve siyaseti yeniden şekillendirme çabalarına rağmen seçimleri Adalet Partisi (AP) üzerinden yine merkez sağ -yani kendine karşı darbe yapılan toplum kesimleri- kazanınca vesayet odakları Süleyman Demirel’e ve partisine karşı devlet içindeki tüm ayakları ve medya üzerinden muhalefet yürüttü. Demirel’in özel hayatına ilişkin iftiralar atılmasına kadar varan bu saldırı maalesef ne dengelenebildi ne de etkisiz duruma getirilebildi. Politikacıların bunları görmezden gelmekten başka yapabileceği bir şey yok gibiydi. 1961 sonrasında meşhur bir idare hukuku profesörü -Lütfi Duran- Danıştay’a her zaman her fırsatta hükümeti engelleme çağrısı yapmıştı. Anayasa zaten vesayet sisteminin akademik ortakları tarafından hazırlanmıştı. TBMM’nin de Anayasa Mahkemesi aracılığıyla kontrol altına alınması planlanmıştı.

Anavatan Partisi’nin Turgut Özal’ı da benzer problemlerle karşılaştı. Vesayet sisteminin o zamanki tezahürü, sahibi ve uzantısı olan Evren cuntası seçim kazanan Özal’a başbakanlık görevini vermekte mütereddit davrandı. Buna cesaret edemeyince onu engellemek için elinden geleni yaptı. Yazdırdığı 1982 Anayasası ile bürokratik vesayeti iyice tahkim etti.

Bütün bu yıllar boyunca merkez sağ siyasetçiler daha ziyade hükümetin devlet aygıtı içindeki güçsüzlüğüne vurgu yapmaktaydı. Çok haksız değillerdi, çünkü ülkenin görünmeyen ilk adamı -yani başbakanı- genelkurmay başkanıydı. Cumhurbaşkanlığı makamı da her ihtimale karşı bürokratik vesayet odaklarına tahsis edilmişti. Demokratik siyasetin ve seçilen siyasetçilerin yetki alanı daraltılmıştı, zira onlara göre cahil halkın yanlış kişileri seçmesi, tarihin gösterdiği üzere, çok muhtemeldi. Sistem içinde kuvvet komutanlarının ve özellikle genelkurmay başkanının özel bir yeri vardı. Mesela yargı sisteminde başkanının nasıl yargılanacağına dair bir düzenleme yoktu. Çünkü böyle bir şey düşünülemezdi; genelkurmay başkanı yargılanamaz, olsa olsa yargılatırdı.

 

Sosyolojik Değişikliğin Cilveleri

Siyaset alanında bürokratik vesayete karşı mücadele devam ederken toplumda derin ve köklü sosyolojik değişiklikler vuku bulmaktaydı. Vesayetçiler güç sarhoşluğu ve entelektüel körlük yüzünden neler olup bittiğini görebilecek ve anlayabilecek durumda değildi. Onlar kendilerini keser, toplumu ise çivi gibi görüyordu. Keser çiviyi istediği yere istediği şekilde yerleştirebilirdi.

İşte bu körlük bürokratik vesayet odaklarının 28 Şubat’ta tarihi ve altlarını oyan, ilerde koltuklarının yıkılmasını kolaylaştıran bir hata yapmasına sebep oldu. Eskiden rahatsız oldukları dindar politikacıları hedefe kor ve siyasetten dışlamaya, etkisiz hale getirmeye çalışırlardı. Bu sefer dindar kadın öğrenciler üzerinden toplumu hedef aldılar. Ancak köprülerin altından çok sular akmıştı. Türkiye 1960’ların veya 1980’lerin Türkiye’si değildi. Nüfus ve şehirleşme artmıştı. Menderes zamanında başlayıp Demirel ve bilhassa Özal döneminde devam eden bir süreçle dindar muhafazakarlar daha şehirli olmuş, zenginleşmiş, görünür duruma gelmiş ve özgüven kazanmıştı. Bu insanlar artık sistem içinde daha iyi bir yer talep etmekteydi. Entelektüel ortamda da önemli değişiklikler vardı. Liberal fikirler gelişmiş ve liberaller entelektüel ortamda bir ağırlık kazanmaya başlamıştı. Merkez sağ siyasetin klasik rengi ise daha dindar bir çizgiye doğru kaymaktaydı. Kısaca bürokratik vesayet sisteminin altı sosyolojik değişmeler tarafından zaten yavaş yavaş oyulmaktaydı.

 

AK Parti’nin Savaşı

AK Parti işte bu umumi manzara içinde ve beklenmedik şekilde iktidara geldi. AK Parti aslında yükselmekte olan bir sosyolojik dalganın tezahürüydü. Kemalist çevreler her zamanki zihni basitlik ve tembellikleriyle hem AK Parti ile yürüyen hem de AK Parti’yi yürüten dalganın şeytanlaştırılmış birkaç kişinin -özellikle de Erdoğan’ın- ürünü olduğunu düşünmeye başladı; nefret ve engelleme oklarını onların üzerine yöneltti. Ancak sosyolojik kompozisyon artık her istediklerini yapmalarına imkan verecek özellikte değildi. Bu ortamda AK Parti ve Erdoğan iktidarları dönemi başladı.

AK Parti ekibi öyle sanıyorum ki başlangıçta neyle karşılaştığının tam olarak farkında değildi. Parti kadrolarının devlet içinde tecrübeleri yok denecek kadar azdı. Vesayetin tam gücünü ve vasilerin ellerinin nerelere kadar uzandığını biliyor değillerdi. Bu yüzden, dikkatli ve temkinli olmaları ve yavaş gitmeleri gerekiyordu. Sanırım niyet de buydu. Ancak vesayetle mücadele hızını ayarlayan sadece bu olmadı, vesayet odaklarının kendileri de hızın oluşmasına katkıda bulundu; aynen daha sonra Fetullahçı vesayet odaklarının kendileriyle mücadelenin hızını belirlemeleri gibi.

Vesayet odaklarının çirkin ve şımarık saldırganlığı AK Parti’yi bir tür nefsi müdafaa savaşına itti. Entelektüel cephede de başta liberaller, yeni yeni doğmakta olan muhafazakar aydın çevreler ve demokrasinin ne olduğunu tam olarak anlayamasalar ve çifte standartlardan uzak kalamasalar da sol demokrat aydınlar AK Parti’nin vesayetle mücadelesine fikren destek olmaktaydı.

Bu ortamda AK Parti iktidarları yavaş yavaş bürokratik vesayeti geriletti. Ordudaki üst seviye atamalarda siyasetçileri söz sahibi yapmaları, askerlerin eğitim sistemi üzerindeki ağırlıklarını gevşetmeleri, yargıdaki bürokratik tahakkümün, kaderin cilvesi, daha sonra kendi tahakkümünün kırılması gerekecek bir gücün de yardımıyla kırılması, üniversitelerde büyük bir çeşitliliğin ortaya çıkartılması, medyadaki vesayetçi yoğunlaşmanın dağıtılması bu süreçte vuku buldu.

 

Gelinen Nokta

Bugün geldiğimiz noktada bürokratik vesayet sisteminin önemli ölçüde geriletildiği açık. Bunu savunma ve dış politika meselelerinde karar verme makamlarında siyasetçilerin bulunuyor olmasından, askerlerin amir pozisyonunun memur pozisyonuna dönüşmesinden, medyadaki -başka bir yöndeki yığılmayarağmen Kemalist hakimiyetin kırılmasından anlamak mümkün. Ancak bütün bunlar bürokratik vesayetin tamamen ve bir daha geri gelmemek üzere tasfiye edildiğini gösterir mi?

Bence göstermez. Bir defa bürokratik vesayet sadece Türk demokrasisi için değil her demokrasi için daima potansiyel tehlikedir. Daha açık söylersek, ordusu olan her yerde darbe ihtimali ve silahlı memurların seçilmiş siyasetçiye müdahale arzusu vardır. İkinci olarak, bürokratik yapılanma önemli ölçüde geriletilmiş olsa da Türk bürokrasisinde -hassaten orduda- vesayetçi zihniyet tamamen tasfiye edilemedi. Sadece yapılamadığından değil uzun zaman alacağından dolayı da durum bu. Nitekim son günlerde eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un askerlerin olağan sivil yargılanma düzeni içine alınmasından duyduğu rahatsızlığı açıkça yansıtması ve CHP çevrelerinin ona candan desteği vesayet zihniyetinin canlı olduğunun delilleridir. Üçüncüsü, vesayetin tam olarak tasfiyesi Atatürk’ün ülkenin siyasi kültürü ve ritüeli içindeki yerinin normalleştirilmesini ve eğitimin Kemalist endoktrinasyondan kurtarılmasını gerektirir. AK Parti iktidarlarının eğitim sistemine biraz dindarlık unsurları katmasına rağmen eğitimde esas olan ideoloji hala Kemalizm. Bunlara ve burada ele alınmayan başka unsurlara bakarak bürokratik vesayet sisteminin geri dönmemek üzere, geri dönemeyecek şekilde ölmüş ve defnedilmiş olmadığını söyleyebiliriz.

Bu durumda ne yapmak gerekir? Elbette korkuya ve paniğe kapılmak yanlış olur; ama rehavete ve gevşekliğe kapılmak da yanlış. Yapılması gereken, bunun uzun soluklu bir mücadele ve bir ya hep ya hiç meselesi değil bir derece meselesi olduğunun bilincinde olmak, siyasette ve toplumsal hayatta bazen yoğunlaştırarak bazen gevşeterek bu mücadeleyi vermeye devam etmek. Sağlığımızı korumak için nasıl daima dikkat etmek zorundaysak demokrasimizin sıhhatini bürokratik vesayetten emin kılmak için de daima dikkatli ve hassas olmak zorundayız.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası