Göçmen Sorunundan Sistem Krizine Almanya


Forsa şirketinin yaptığı bir ankete göre Alman halkının yüzde 84’ünün yabancı komşularıyla bir tehlike veya sorun yaşamadığı görülmüştür. Ana akım medyada ise tam tersi bir hava yer almaktadır.

Göçmen Sorunundan Sistem Krizine Almanya
Almanya Federal Meclisi (Bundestag), Berlin

ABD’nin içe kapanık korumacı politikası, Rusya’nın giderek artan etkisi, Çin’in yükselişi dünyada mevcut sistemin bir çatırdama ve kriz içinde olduğuna dair açık işaretler olarak okunmaktadır. BM gibi uluslararası kurumların işleyiş zaafları ve artan alternatif arayışları uluslararası kurumların da sarsıldığını gösteriyor. Avro Bölgesi krizi, İtalya ve Yunanistan’ın içinde bulunduğu mali kriz ve mülteci meselesi Avrupa çapında da bir krizden söz edilmesine neden oluyor.

Almanya’da da periferide toplumsal ve siyasi oluşumlar yükselirken hakim merkezi yapılar ve siyasi partiler giderek güç kaybediyor. Weimar Cumhuriyeti’nden bu yana Alman kamuoyunda ilk kez bu yoğunlukta bir demokrasi ve liberal sistem krizinden bahsedilmeye başlandığı görülüyor. Suriye savaşı neticesinde yaşanan göç dalgaları ve özellikle Merkel’in “Biz başarırız” ilkesi ve açık kapı politikası neticesinde bir mülteci sorunundan değil doğrudan bir mülteci krizinden bahsedilmeye başlanmıştır. Nitekim bu kriz Alman siyasetinin taşıyıcısı olan merkez partiler CDU ve SPD’nin hızla erimesi ve neticede Merkel’in koltuğunu kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Burada ilginç olan Almanya’nın belki de bütçe fazlası verdiği işsizlik oranının en düşük olduğu bir refah dönemi yaşarken krizler içinde bir ülke görüntüsü vermesidir. Tam da bu noktada 2008 krizini bile sarsılmadan atlatabilen Almanya’nın ekonomik değil ancak toplumsal, siyasi ve ideolojik bir kriz yaşadığı söylenebilir. Bu krizin en önemli göstergesi ise mevcut siyasal yapıya olan güvenin sarsılması ve halkın kendisini mevcut sisteme ve ideolojik olarak kendisine bir oryantasyon ve kimlik veremeyen CDU ve SPD gibi merkez siyasi güçlere bir alternatif olarak sunan siyasi ve toplumsal hareketlere yönelmesidir.

Liberal Demokrasi Sınırlarına mı Ulaştı?

20. yüzyılın aksine Avrupa’da 21. yüzyılda henüz büyük bir toplumsal hareket ve siyasi değişimin gerçekleşmiş olduğu söylenemez. Ancak son dönem Avrupa’da aşırı sağ partilerin ve İtalya’da Beş Yıldız, Almanya’da Pegida gibi toplumsal hareketlerin bir sonucu ya da onlarla paralel olarak yürüdüğü düşünüldüğünde bu çağın düzen karşıtı toplumsal hareketlerinin ruhunu milliyetçi, kısıtlamacı ve aşırı sağ söylemlerden aldığı söylenebilir. Almanya’da Ekim’de açıklanan anket sonuçlarına göre AfD ilk kez yüzde 18’lik bir oy oranı yakalamış ve ilk kez yüzde 15’e kadar gerileyen SPD’yi de geçerek Hristiyan Demokratlardan sonra ikinci parti konumuna yükselmiştir. AfD’nin 2017 genel seçimlerinde elde ettiği başarının geçici bir siyasi tepki olmadığı giderek daha da iyi anlaşılmaktadır. Nitekim uluslararası arenadaki köklü değişikliklere bakıldığında sadece AfD değil Avrupa ve dünya genelinde aşırı sağ ve milliyetçi söylemlerle içe kapanık politikaların yükselişinin de geçici fenomenler olmayıp mevcut siyasi sosyal ve ekonomik düzene itiraz ve güvensizliğin açık bir işareti olarak okunması mümkündür.

Almanya’da yaşanan siyasal krize ideolojik krizi de eklemek gerekir. Halkın sadece statükoyu korumayı vadeden partilere değil de periferide yeni bir söylem geliştiren, halka ideoloji ve kimlik bazında bir şey vadeden partilere yöneldiği görülmektedir.

Alman toplumunun mevcut merkez partilerine güveninin azalması değişiklik isteğini açıkça dışa vurmaktadır. Bu isteğin ne denli güçlü olduğunu periferideki siyasal oluşumların somut bir programları olmadığı halde halka sadece “yeni bir şey söylüyoruz” ve “alternatif biziz” duygusunu vererek bu başarıyı elde edebilmelerine bakarak anlamak mümkündür. Nitekim parti programında ülke sorunlarına dair hiçbir somut program ve önerisi bulunmayan AfD halk tarafından tercih edilen ikinci parti olabilmektedir. Bunun yanı sıra bir zamanlar alternatif olarak ortaya çıkan Yeşiller’in yeniden yükselişini de yine bu “alternatif söylem” çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Aşırı sağ gruplar siyasi olarak merkez partileri suçlarken toplumsal olarak birlik ve biz duygusunu verebilmek için en zayıf ve kültürel olarak farklı toplumsal grupları yani yabancı ve mültecileri kurban olarak seçmektedirler.

Öfke Çağında kitabının yazarı Hindistan kökenli entelektüel Pankaj Mishra’ya göre dünya genelinde mevcut geleneksel siyasi yapıları sorgulayan aşırı sağ oluşumlar gibi terörist ve radikalleşme eğilimleri de kendini liberal demokrasi tarafından aldatılmış hisseden birey ve toplumların öfkesini yansıtıyor. Liberal Batı demokrasilerinin “Herkes refah içinde yaşayabilir ve eşit haklara sahip olabilir” vaadini yerine getiremediğini iddia eden düşünüre göre bu arayışlar da sözünü tutamayan liberal demokrasinin kurum ve yapılarını hedef alıyor. Bu yapılara güven ve inancını kaybedenlerden sistem içinde bir çözüm arayanlar mevcutların en alternatif ve yeni olanına yani aşırı sağa, sistem dışında çözüm arayan ve nispeten güçsüz hissedenler de terör ve radikalleşmeye meylediyor.

Sadece Temsil Krizi mi?

Almanya’da demokrasi krizinden bahsedilirken özellikle bunun bir yanıyla temsil krizi olduğu ve sadece bu ülkede değil liberal demokrasinin hakim olduğu Avrupa ülkelerinde de gözlemlenen bir kriz olduğunu söylemek mümkündür. Bu temsil krizinin en yalın ifadesi geniş halk kitlelerinin siyasi karar mekanizmalarında ve nihayette siyasi eylemlerde kendi iradesini göremiyor oluşudur.

Siyasal kararlar üzerinde seçimlerin ve iktidara gelen partilerin belirleyiciliğinin giderek azaldığını söylemek mümkün. Avrupa ülkeleri için ülke halklarının kaderleri seçilmiş ulusal meclislerden ziyade AB komisyonlarında verilen kararlarla belirlenirken seçilmiş hükümetler diğer yandan da uluslararası finans merkezleri, uzmanlar, mahkemeler ve bürokrasi elitleri, belli çevrelerce finanse edilen “bağımsız” STK’lar ve medya eliyle giderek kısıtlanmaktadır. Bu noktada Batı’da bazı siyaset bilimciler “demokrasinin de demokratikleştirilmesi”nden bahsetmektedir. Zira halihazırdaki kurumsal siyasi aygıtlar ve mekanizmalar mevcut medya karteliyle ilişki içindedir. Bu tabloya bazı finans baronlarının siyasi güçlerini ve belirli ailelerin sistem üzerindeki etkisini de eklemek gerekir. Dolayısıyla sistemin ayakta tutulabilmesi için demokrasinin de manipüle edildiği iddiaları giderek güç kazanmaktadır.

Global ölçekte alınan kararların belli çıkar çevreleri ve kredi merkezlerinin görüşleri çevresinde şekillendiği düşünüldüğünde bu sistem karşısında kendisi ve çıkarlarının temsil edilmediğini düşünen halk kitlelerinin bu düzenin sacayağı olarak gördükleri merkez partilerden oylarını çekerek kendisini bir alternatif olarak sunan AfD gibi aşırı sağ oluşumlara yöneldiği görülmektedir.

Göçmen Sorunundan Sistem Krizine Almanya-Zeliha EliaçıkAlmanya’nın başkenti Berlin’de Almanya için Alternatif (AfD) Partisi tarafından yabancı ve İslam karşıtı yürüyüş düzenlendi, 27 Mayıs 2018

Toplumsal Sözleşme

Liberal ve modern demokrasi fikrinin bir “toplumsal sözleşme” ideali üzerine inşa edildiği bilinmektedir. Liberal demokrasiler heterojen siyasi, sosyal ve ekonomik eğilimlerin farklı çıkar gruplarının bir hukuksal birlik ve toplumsal sözleşme etrafında barış içinde yaşayacağını öngörüyordu. Habermas da “deliberative Demokratie” teziyle bu uzlaşı ve tartışma kültürüne vurgu yaparak esas demokrasinin daha evvelden belirlenen kararların seçim yoluyla oylanması değil dinamik bir süreçte ve kamuoyunda farklı çıkar grupları ve toplumsal kesimlerin katılımıyla yapılacak tartışmalar neticesinde varılacak bir uzlaşıyla belirlenmesinin altını çiziyordu. Ancak bir yandan global ölçekte belli aileler ve güç merkezlerinin elinde toplanan konvansiyonel medya araçlarının şaşırtıcı düzeyde homojen bir resim ortaya koydukları gerçeği, bunun yanı sıra manipülasyon ve bilgi tekeli düşünüldüğünde Habermas’ın öngördüğü tartışma kültürünün halihazırda işlediğini söylemek mümkün değildir. Örneğin mülteci meselesini bir mülteci krizine dönüştüren Alman ana akım medyasının mülteci karşıtı kampanyaları olmasaydı ortalama bir Alman gerçekten Müslümanlar, yabancılar ve mültecilerden bu denli korkacak mıydı? Zira FORSA şirketinin yaptığı bir ankete göre Alman halkının yüzde 84’ünün komşusu olan yabancılarla bir tehlike veya sorun yaşamadığı görülmüştür. Almanya özelinde Leitkultur (egemen kültür) tartışmaları bile özgürlük, liberalizm ve nötr devlet fikrinin sınırlarını göstermesi açısından önemlidir.

Bir yandan liberal sistem ve modernizm toplumsal geleneksel yapılardan olabildiğince koparılmış bireylere olabildiğince özgürlük ve eşitlik vadederken diğer yandan belli bir toplumsal uzlaşı ve anayasa çerçevesinde bir birlik sağlanması beklenmektedir.

Toplumu birlik içinde tutacak değerler neler olacaktır? Aydınlanma ile beraber geleneksel tüm bağlarından koparılmış ve geniş bir özgürlük, eşitlik, hukuk devleti fikri vadedilmiş bireyler yeniden toplum ve millet haline gelebilmek için ortak düşman imgesi yani yabancılar dışında başka bir tutkal bulmayı başarabilecek mi?

Göçmen Sorunundan Sistem Krizine Almanya-Zeliha Eliaçıkİslam ve göçmen karşıtı “Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar” (PEGIDA), Almanya’nın Dresden şehrinde bulunan Neumarkt Meydanı’nda toplandı. Göstericiler “İslam” ve göçmenler aleyhine sloganlar atıp pankartlar taşıdılar, 1 Mart 2016

Bu bağlamda “demokrasi”nin ne kadar demokrasiye izin verebileceği meselesiyle özgürlük ve eşitlik fikirlerinin sınırları AfD ve aşırı sağ bağlamında yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Demokrasinin kendisini ortadan kaldıracak düşünce ve akımların önüne geçmesi hukuk devleti ve anayasanın bağlayıcılığıyla sağlanmaya çalışılsa da AfD gibi ırkçı-aşırı sağ oluşumlar bir gün seçimle iktidar ortağı olabilirlerse bunun demokrasiye aykırı olduğunu kimse iddia edemeyecektir. Dolayısıyla bazı uzmanlarca demokrasinin çerçevesi hukuk devleti formatıyla çizilmeye çalışılsa da hukuk devleti de neticede demokratik ve liberal temellere dayanmak zorundadır. Bu noktada Aydınlanmanın, aklın hegemonyasının rasyonel yönetimler ve rüşt sahibi vatandaşların rasyonel talepleriyle şekilleneceği yönündeki tezi sarsılmaktadır.

Bunun yanı sıra gündelik hayatında Batılı bir toplum açısından hiçbir rasyonalitesi olmayan ilahi referanslara yani dine atıf yapan yeni toplumsal grupların Avrupa’ya göçü kendi mutlak meşruiyetinden yola çıkan seküler-liberal Batı demokrasilerini yeni bir dilemmayla karşı karşıya bırakmaktadır. Şimdilik bu çatışma geçici çözümlerle geçiştirilebilse de uzun vadede sürdürülebilir değildir. Müslüman azınlıkların demokratik haklarını ancak rasyonel düzeyde yer edinebilmiş veganlar ve bazı özgürlüklerini de LGBT bireylerine tanınan haklar üzerinden kazanabilmeleri bunun en büyük örneğidir.

Sonuç olarak mevcut liberal sistem ve demokrasinin içine girdiği krizi hukuk devleti çerçevesinde aşabilmesi ve aşırı sağ unsurlara direnebilmesi sistemi yeni bir yöne kanalize etmeden ve alternatif yeni bir söylem geliştirmeden mümkün görünmemektedir.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası