Avrupa Birliği’nin (AB) kurumsallaşması ve Avrupa değerlerini oluşturan hukuk devleti, insan hakları, sosyal refah devleti, düşünce, ifade ve seyahat hürriyeti açısından, 1990’lar şanslı başlamıştı. 1991’de uzunca bir dönem dünya siyasetini etkisi altına almış olan Soğuk Savaş, liberal Batı demokrasileri lehine sonuçlanmış, Sovyetler Birliği çökmüş, dünyada yeni bir demokrasi ve kapitalizm dalgası başlamıştı. Avrupa’da dahi lider odaklı demokrasilerde kurumsallaşma yönünde bir değişim yaşanıyordu. Birleşik Krallık’ta kıtayı sadece bir ekonomik topluluk ve Sovyetler karşısında savunma hattı olarak gören Margaret Thatcher (1979-1990) siyaset sahnesinden çekilmiş, 1949’dan beri ayrı olan Doğu Almanya Batı’sıyla birleşmiş (1990), François Mitterrand (1981-1995) ve Helmut Kohl (1982-1998) Fransa ile Almanya’yı yakınlaştırma politikaları gütmeye başlamıştı; kısacası AB yeni bir sıçrama yapmaktaydı. AB’nin kurucu anlaşması Maastricht’in (1992) imzalanması ile daha sonra avroya evrilecek olan Ekonomik ve Parasal Birlik hayata geçmişti. AB’nin temel değerlerini oluşturan ve AB adayı ülkeler için belirlenen ve özgürlük, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları ve “temel sivil özgürlüklerden” oluşan Kopenhag Kriterleri (1993) kabul edilmişti. Bu değerler, aynı zamanda AB Sözleşmesi’nin de ikinci maddesinde yer almıştır:
“Birlik, insan onuruna saygı, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve azınlıklara mensup kişilerin hakları da dahil olmak üzere insan haklarına saygı değerleri üzerine kuruludur. Bu değerler, çoğulculuk, ayrımcılık yapmama, hoşgörü, adalet, dayanışma ve kadın-erkek eşitliğinin hakim olduğu bir toplumda üye devletler için ortaktır.”
Aynı sözleşmenin 49. maddesinde yer alan “2. maddede belirtilen değerlere saygı gösteren ve bu değerleri desteklemeyi taahhüt eden her Avrupa devleti, Birliğe üye olmak için başvuruda bulunabilir” ifadesiyle AB, genişlemeci bir politika izleyeceğinin sinyallerini de vermişti. Ancak bu sinyaller, Türkiye Cumhuriyeti’nin üyelik başvurusu gündeme geldiğinde, hangi ülkelerin Avrupa devleti sayılacağı ve hangi kriterlerin hangi koşullarda yerine getirilmiş sayılacağı gibi önemli bir tartışma halini aldı. Türkiye ile olan müzakereler bir yana bırakılırsa eski Demirperde ülkelerinin siyasi ve ekonomik sistemlerini Batıyla uyumlu hale getirmek için hazırlanan Kopenhag kriterleri işlemiş, AB; 2004, 2007 ve 2013’te bünyesine 13 yeni ülke katarak, Napolyon’un 1812 doğu sınırlarından daha fazla ülkeyi Birlik altında toplamayı başararak Rusya’ya komşu olmuştur. 2000’lerin başında Rusya dahi NATO ve AB ile yakınlaşma stratejisi izlemiştir. Bu dönemde, sadece Avrupa değil tüm dünya; insanların, nesnelerin ve finansın sınırsız dolaşımı olarak lanse edilen küreselleşme olgusuyla tanışmaya başlamıştır. Her ne kadar ekseriyeti İslam’ı ve Müslümanları terörist, medeni olmayan, cahil olarak gösterse de Müslümanları olumlayan Robin Hood (1991), 13. Savaşçı (1999), İbrahim Bey ve Kuran'ın Çiçekleri (2003) gibi tek tük filmler de vizyonlarda yerini almıştır.
90’lardaki Çıkış Kısa Sürdü
Demokrasi, insan ve sivil hakların AB aracılığıyla küresel boyutta yayılma girişimi, birkaç gelişmeyle birlikte kısa sürmüştür. NATO ve AB’nin Balkanlar’daki askeri ve siyasi rolleri, iki uluslararası örgütün Rusya’ya doğru genişleme süreçleri, Rusya’nın Gürcistan’ı işgali, Kırım’ı ilhakı ve Ukrayna’yla olan savaşı, Batı ile Doğu arasındaki eski gerilimli günleri beraberinde getirmiştir. ABD’nin, 2001’de yaşadığı terör saldırıları sonucu dünyayı “Müslüman teröristler” ve “medeni Batı” olarak ikiye bölmesine, Batı’nın Rusya ve Çin’le olan ideolojik çatışmasının kültürel boyutu da eklenmiştir. Korku ve ön yargı, Avrupa değerlerini, küresel ve insanları birleştiren bir düşünce sisteminden uzaklaştırarak Avrupa’nın bağımsızlığını “tehdit” eden Rusya’ya ve kültürünü yok etmek isteyen “düşman” Müslümanlara karşı korunacak yerel, içine kapanık, ayrıştırıcı bir unsura dönüştürmüştür.
Tüm dünyada etkisini göstermiş olan 2008 finans krizi, 2014/2015’te Ortadoğu’dan Avrupa’ya açılmış olan yeni göç koridoru, 2019-2021 Covid salgını, AB’nin şüpheci ve korumacı tavrının körüklenmesine katkı sağlamıştır. Neoliberalizmin doğurduğu ekonomik krizler giderek sıklaşmasına rağmen, yapısal reformlar yapmaktan ziyade göçmenlerin suçlanması, 1973 Petrol Krizi’nden bu yana Batılı siyasilerin alışkanlığı haline gelmiş bulunmaktadır. 2008 finans krizini atlatamadan Covid salgının getirdiği ekonomik zorluklarla mücadele eden AB merkez siyaseti, her seçim dönemi daha çok kan kaybetmektedir. İtalya, Hollanda, Fransa, Polonya, Danimarka, Almanya gibi ülkelerde merkez sağ ve sol partilerin oy kayıpları ile aşırı sağ ve popülist sol partilerin oy artışları da bu durumu göstermektedir.
Trump’ın ikinci kez başkan seçildiği günün ertesinde Almanya’nın koalisyon hükümetinin dağılması ve Bavyera Eyaleti Başbakanı ve Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) partisinin lideri Markus Söder’in aynı gün sosyal medyada yeni seçim istemesi, değişen siyasal konjonktürün bir göstergesidir. Ancak Avrupa merkez partileri, toplumda yer alan gelir eşitsizliği, çevrenin merkez siyasi kurumlara erişim ve etki eksikliği, enflasyon ile mücadele gibi konularla mücadele etmekten ziyade Müslüman mültecileri kültürel bir düşman ve Rusya’yı Avrupa topraklarının bağımsızlığına tehdit olarak görme eğilimi sergilemekte, böylece aşırı sağın güvenlikçi söylemlerini üstlenerek toplumsal tabanda yaşadıkları erozyonu azaltmaya çalışmaktadır. Örneğin, Fransa sadece cumhuriyetçi söylem üzerinden Müslüman vatandaşlarına ve Müslüman göçmenlerin yaşam tarzlarına İslamofobik müdahalede bulunmamaktadır. Aynı zamanda Cumhurbaşkanı Macron, Rusya’ya karşı Fransa’nın sahip olduğu nükleer caydırıcılık unsurunu AB’yi kapsayacak şekilde genişletilmesinin yollarını tartışmaya açmıştır. Böylece kültürel dönüşüm korkusu ve Rusya işgali tehdidi arasında kendini sıkıştıran Avrupa siyaseti, güvenlikçi politikaların yol açtığı üzere “kendisinden” olmayanı dışlayıcı, ötekileştirici hatta yaşam hakkı tanımayan uygulamalara yol vermektedir. Bu durum, daha önce de bahsedilen, AB Sözleşmesinin 2. maddesinde yer alan “çoğulculuk, ayrımcılık yapmama, hoşgörü, adalet” ve Kopenhag Kriterlerinin unsurlarından olan insan ve sivil hakların korunmasında en çok kendini göstermektedir.
Mülteciler Arasında Ayrımcılık: Ukraynalılar ve Diğerleri
Avrupa’ya sığınan Ukraynalı ve diğer mülteciler (Ortadoğulu, Afrikalı ya da Asyalı) arasında sadece medya ve sosyal medyada insan haklarına aykırı uygulamalar yer almıyor. Batı medyasının bir kısmında, Ukraynalı mültecilerin sarışın, mavi gözlü ve Hristiyan Avrupalı oldukları, bu sebeple Ortadoğu’dan gelenlerin aksine medeni oldukları yönünde haberler yapılmasının yanı sıra aynı zamanda uluslararası koruma altında olan mültecilerin etnik kökeninden ötürü kurumsal ayrımcılık da yapılıyor. AB, 2001 tarihli Geçici Koruma Direktifi bağlamında Ukrayna’dan gelen mülteciler ile Avrupa dışından AB’ye gelen mültecilerin hakları arasında ayrım gözetiyor.
Daha önce hiçbir insani krizde yürürlüğe alınmamış bu direktif, ilk defa uygulanmaktadır. Direktife göre diğer mültecilerden farklı olarak Ukraynalı mülteciler sığındıkları ülkelerin korumasını, hiçbir bürokratik prosedüre tabi olmadan alabilmektedir. AB içinde serbest dolaşım ve çalışma hakkı doğrudan verildiği gibi barınma ya da geçici konut imkânı, AB ülkeleri tarafından organize edilmektedir. Diğer mülteciler için aile birleşimi, uzun ve karmaşık bürokratik süreçten sonra mümkünken, Ukraynalılar için hızlı ve kolay bir şekilde yapılmaktadır. Geçici Koruma Direktifi her ne kadar kanuni de olsa ayrımcılığa yol açması ve adaleti zedelemesi bakımından hukuka uygunluğu sorgulanmalıdır.
AB, Rusya ile savaşta olmamasına karşın Ukrayna’ya olan müdahalesinden sonra her alanda Rusya’ya tepki vermiştir. Doğrudan Rusya ile bağlantılı olan akademik çalışmalar, projeler ve iş birlikleri sonlandırılmıştır. Hatta bazı akademik dergiler Rusya kurumlarında çalışan bilim insanlarından gelen araştırmaları değerlendirmeye almayacaklarını, Rusya’ya olan dergi ve veri tabanı satışlarını durduracaklarını ilan etmişlerdir. Münih Filarmoni Orkestrası şefi olan Valeri Gergiev’in Rusya’yı kınamadığı için birçok konseri ve akademik üyelikleri iptal edildiği gibi şeflikten de istifaya zorlanmıştır. Rusya’yı ya da Putin’i kınamayanların “iptal kültürüne” maruz kalmaları, daha savaşın başında öyle bir hal almıştır ki Milano Bicocca Üniversitesi, Rus yazar Fyodor Dostoyevski üzerine verilen bir dersi iptal etmiş, tepkiler sonucu tekrar işlenmesine izin vermiştir. Trajikomik bir şekilde düşünce ve ifade hürriyetinin kısıtlandığı öncelikli alanlar, akademi ve sanat dünyasından gelmiştir. Kınamanın kamuoyu önünde yaptırılma zorunluluğu, açıkça vicdan, basın, din, ifade, toplanma ve konuşma hürriyetine müdahale, sivil özgürlüklerin engellenmesi anlamına gelmektedir.
Sivil Hak İhlalleri Genişliyor
AB’de, sivil özgürlüklerin kısıtlandığı tek durum, Ukrayna-Rusya Savaşı konusunda yaşanmamaktadır. Bristol Üniversitesi, siyaset sosyolojisi Prof. Dr. David Miller’i İsrail ve siyonizm eleştirileri sebebiyle antisemit olmakla suçlayıp 2021’de işine son vermiştir. Almanya’nın önemli araştırma kuruluşlarından Max-Planck-Topluluğu da 2024’te misafir Prof. Dr. Ghassan Hage’in sözleşmesi, İsrail devletinin Filistin’de gerçekleştirdiği saldırıları eleştirdiği için feshedilmiştir. Almanya’daki bazı belediyeler, Filistin’de yaşanan insanlık dramını dünya kamuoyuna duyurduğu için sanatçıların konserlerini iptal etmiş, yayınevleri yazarlarla olan sözleşmelerini sonlandırmış, futbolcular kulüplerinde kadro dışı bırakılmış ya da gitmeye zorlanmıştır. Bunun yanında üniversiteler dahil kamusal alanda İsrail’in saldırılarının kınanması ya da Filistin’e destek konusunda yapılacak olan protestolar yasaklanmıştır. Berlin’deki okullarda kefiye takılması, Filistin yanlısı çıkartma ve sembollerin kullanımı da yasaklar arasına girmiştir. Alman Federal Meclisi ayrıca 7 Kasım 2024 tarihinde milletvekillerinin çoğunluğuyla Antisemitizm Kararı almıştır. Alınan kararda, Uluslararası Holokost Anma Birliği (IHRA) tarafından yapılan antisemitizm tanımlamasının neleri kapsadığı ve İsrail devlet politikasını eleştirmekle antisemit olmak arasındaki ayrımın nasıl yapılacağı tartışmalıdır. Aralık 2023’te Berlin Kültür Senatörü Joe Chialo da atıfta bulunarak, kamu desteğinin sadece IHRA’nın tanımlamasına uyan antisemitizme yönelik inancını gösterenlere vereceğini açıklamıştır. Chialo, Ocak 2024’te bu kararından vazgeçmek zorunda kalmıştır. IHRA’nın tanımına göre İsrail devleti aynı zamanda Yahudi topluluğu olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlama, İsrail devletine yapılan eleştirilerin aynı zamanda antisemitizm olarak tanımlanmasını da doğurabilmekte, İsrail devleti ya da yönetimde olan hükümetinin yapmış oldukları eylemler, eleştirilemez bir duruma gelmektedir.
Karar, İsrail devletini tanımayan ve İsrail’i boykot eden kişi ve kurumları, Alman Federal Devleti’nin her türlü mali desteğinden mahrum bırakmayı öngörmektedir. Ayrıca medya ve sosyal medya, sanat ve kültür etkinliklerinde, okul ve üniversitelerde antisemitizmle mücadelede her türlü önlemin alınması istenmektedir. Bu tür muğlak ifadelerle bahse konu olan sanat, basın, eğitim dahil her alanda İsrail devletinin yaptığı ya da yapacağı temel insan haklarına aykırı uygulamalara yönelik herhangi bir eleştiri, antisemit olarak değerlendirilip cezalandırılmaya açık hale gelmektedir. Almanya açısından aşırı sağ saiklerle köpürtülen İslam Düşmanlığı ve Müslüman Karşıtlığı, “İptal Kültürüyle” birleştirilerek oluşturulan Hristiyan/ Yahudi temelli “Avrupa Kültürüne” iman etmeyenlerin temel haklardan mahrum kaldığı yeni bir “hukuk sistemi” ortaya çıkartmıştır. Meclis kararlarına sıçrayan sivil hakların göz ardı edilme sorunu, Avrupa değerleri açısından en önemli tehdidi oluşturmaya devam etmektedir.