İnsanlığın altın çağının yaşanacağını iddia eden yazarların salık verdiği neoliberal öğretinin vaatleri, maalesef yerine getirilemedi. Satılan umutların birer birer boşa çıkması, küresel siyasetin çıkmaz sokaklarla bezendiği günümüz bilmecesini de beraberinde getirdi. Son olarak, küreselleşme tabutuna son çiviyi çakacağını meydanlarda dillendirerek ABD Başkanı seçilen Donald Trump dönemine hazırlanan dünyada, 18-19 Kasım 2024’te G20 Zirvesi tamamlandı. Yayınlanan sonuç bildirgesinde, liberal dünya düzenine ait bazı reklamlar yer alsa da liderler büyük bir özveriyle şapkalarını önlerine koymuş gözüküyorlar. Bu yazıda asrın başında tek geçer akçe olarak addedilen neoliberal küreselleşme heykelinin, G20 Rio Zirvesi’nde sonuç bildirgesinde de altı çizilen gerçeklik balyozuyla bölgesel çıkarlar nezdinde nasıl parçalara ayrıldığı ele alınacaktır.
Küresel Kalkınma Yoluna Çıkıp Küresel Adaletsizlikleri Pekiştirmek
1960’ta W. Rostow’un “Büyük Atılım” teorisinde ele aldığı, sermaye birikimi olmaksızın kalkınmanın gerçekleşemeyeceği ve “Ekonomik Kalkınmanın Aşamaları” adlı eserinde her ulusun bu merhaleleri birer birer geçmesi gerektiği fikri, neoliberal teoriyi şekillendirmiştir. Milton Friedman’ın temsil ettiği Hayekçi okul, sermaye birikiminin yalnızca ticaret serbestisi ve açık pazar ekonomisiyle mümkün olduğunu savunarak, liberal dünya düzeninin ekonomik temelini oluşturmuştur.
Bu varsayımlar çerçevesinde, dünya ekonomik sisteminin kalkınma merkezli olmasıyla birlikte enflasyonun düşmesi, ekonomik büyümenin hızlanması ve refah artışı gibi faydalar vaat edilmiştir. Ancak günümüz uluslararası sisteminde bu vaatlerin büyük ölçüde gerçekleşmediği görülmektedir.
Grafik 1’de küresel enflasyon oranlarının yıldan yıla değiştiği görülmektedir. Ancak, ekonomik konfigürasyonun dönüm noktalarında yaşanan enflasyon sıçramaları da açıkça görülmektedir. Küresel ekonomik sistemdeki genişleme dalgalarının yaşandığı yıllar olan 1991, 2008 ve 2022’de enflasyon sıçramalarının da görülmesi, esasen neoliberal düzen derinleştikçe enflasyon sorunun da derinleştiği anlaşılmaktadır.
Harita 1’de güncel enflasyon dağılımı görülmektedir. Dünyanın önde gelen ekonomilerinin enflasyon dağılımına bakıldığında Batılı ekonomilerde enflasyon sorununun diğer ülkelere nispetle daha düşük olduğu görülmektedir. Bu veriler, neoliberal ekonomik anlayışın hangi aktörlerin çıkarlarıyla uyumlu olduğunu düşündürmektedir.
Dünyanın Açlıkla İmtihanı Devam Ediyor
Soğuk Savaş sonrası dile getirilen bir diğer hedef de açlık ve fakirlikle aktif mücadele olarak belirtilmişti. Nitekim, Milenyum Kalkınma Hedefleri (MDGs) olarak literatürde yer eden sekiz hedef arasında ilk hedefin akut fakirlik ve açlığın ortadan kaldırılması (eradicating extreme poverty and hunger) olarak zikredilmesi de satılan bu umudun temelinde gıda sorunun çözüleceğinin altı çizilmektedir.
Grafik 2’de BM Gıda ve Tarım Örgütü tarafından paylaşılan yetersiz beslenmeye ilişkin veri küreselleşmeye ilişkin birçok gerçekliği de içerisinde barındırmaktadır. Bunlardan ilki, liberal dünya düzenin uygulamaya geçtiği ve çok taraflılıkla küreselleşmenin vurgulanmaya başladığı 2000 yılı ile günümüz arasında beslenmeye ilişkin eğilimler birbirine benzeşmeye başlamıştır. 2010’dan itibaren açlık seviyelerinde yeniden artış gözlemlenmeye başlamış; dünyada yetersiz beslenen nüfusun oranı 2010’da yüzde 8,6’ya kadar gerilemişken 2022 itibariyle yüzde 9,2’ye yükselmiştir.
Asrın başında açlık ve sefaletin en çok görüldüğü coğrafyalardan olan Güneydoğu Asya’da yetersiz beslenme oranı 2000’deki yüzde 20,5’ten 2022’de yüzde 5 seviyesine inmiş ve an itibariyle başta Çin olmak üzere Güneydoğu Asya ülkelerinin yetersiz beslenme gibi sorunlara çözüm üretebilmiştir. Güney Amerika bölgesinde de yetersiz beslenen nüfusun oranının yüzde 11,1’den neredeyse yarı yarıya bir azalışla yüzde 6,1’e gerilemesi, küresel sistemdeki güç değişiminin habercisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Liberal dünya düzeni denizinde küreselleşme tahtasıyla sörf yapan ABD ve Batı dünyasının arkasına takılarak sistemik zorluklarla karşılaşmayan Çin ve Brezilya gibi aktörler, bu oyundan göreceli olarak daha avantajlı çıkmışlardır. Yapısal sorunlarını çözme fırsatı bulan bu aktörler, an itibariyle bir güç merkezi olarak sistemde yer edinmek istemektedirler. Bu durum, yine başta ABD olmak üzere sistemin kurgulayıcıları tarafından hoş karşılanmak bir tarafa bu aktörlerin haklı çıkışları, “revizyonist” ve “sistemi baltalayıcı” olarak nitelendirilmektedir.
Yeni Bir Çağın İlk Adımları mı Atılıyor?
Her politika belgesinde en çok önem atfedilen konulara ya belgenin ilk bölümlerinde ya da sonuncu veya sondan bir önceki bölümlerinde yer verilir. G20 Rio Zirvesi Bildirgesi’nde son bölüm yapay zekâya ayrılmış; yapay zekânın getireceği değişim dalgasının altı çizilmiştir. Belgedeki ifadeyle devletlerin yapay zekâ yatırımlarının artırılarak halklarının eğitilmesi yoluyla dijital farklılıkların azaltılması gerektiğine atıfta bulunulmuştur. Yapay zekâ bölümünde en çok ilgi çeken kısımsa 2030’a kadar gerekli adımlar atılmazsa yapay zekânın iş gücü piyasasını olumsuz olarak etkileyeceği ve bu durumun da sosyolojik değişim ve dönüşümü beraberinde getireceğinin kalın harflerle yazılmasıdır.
Grafik 3’te açıkça görüldüğü üzere büyük güç mücadelesine girişmiş ABD, 67,9 milyar dolarla birinci sırada yer alırken Çin ise 15 milyar dolarla ikinci sırada yer almaktadır. Bu iki devletiyse Commonwealth üyesi ve yeni kurulacak dünya sisteminde söz sahibi olmaya namzet Hindistan ve Birleşik Krallık sırasıyla 3,8 ve 3,5 milyar dolar yatırımla takip etmektedir. Bu tabloda ilginç olan bir diğer veriyse ABD’nin yatırım miktarının diğer devletlerin yatırım miktarının toplamından neredeyse iki kat daha fazla olmasıdır. Bu da en azından yakın dönemde sistemdeki ABD etkinliğinin kırılmayacağını göstermektedir.
G20 Rio Zirve Bildirgesi’nde de yapay zekânın oluşturabileceği değişim dalgasının küresel etkilerinin vurgulanması, önümüzdeki günlerdeki değişimin ne denli büyük olacağına işaret etmektedir. Nitekim, dünya nüfusunun 8 milyar olduğu günümüzde grafiklerde yer alan 10 ülkenin toplam nüfusunun 3,5 milyarın üzerinde olması sosyal değişim ve dönüşüme ilişkin endişeleri daha da artırmaktadır.
Dile getirilen uyarı ve endişe esasen yeni değil; aksine neoliberal iktisat anlayışının selefi Keynesçi iktisat anlayışın kurucusu John Maynard Keynes tarafından da bahsi geçen bir durum. Keynes, 1930’da kaleme aldığı “Torunlarımız için Ekonomik İhtimaller (Economic Possibilities for Our Grandchildren)” adlı eserinde otomasyon ve yeni teknolojilerin tetikleyebileceği değişimleri kaleme almıştır. Keynes eserinde, bu teknolojilere ayak uydurabilen toplumların Antik Yunanvari bir bilgi toplumuna dönüşüp üretkenliklerini artıracaklarını dile getirirken geride kalan güruhlarınsa kaos ve kargaşaya gark olacağını dile getirmektedir. Keynes’in bu iddiasını günümüze uyarlayacak olursak yüzümüze yeni bir “kavimler göçü” olabileceği gerçekliği çarpmaktadır. Kavimler göçü gibi bir hareketin tetiklenebileceğinin bir diğer göstergesi de küresel ısınmanın getirdiği göç hareketleri de sistemdeki baskıyı artıracak niteliktedir.
Grafik 4’te görülen göç hareketliliği küreselleşme rüzgârlarının en sert estiği dönem olan 2000-2008 arasında göçmen sayısı 12.1 milyondan 10.5 milyona kadar gerilemiştir. Küreselleşmenin siyasi ayağı olan özgürlük ve demokrasi söylemlerinin gelişmesi sonrasında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da görülen halk hareketleri sonrasında, küreselleşmeye en büyük darbeyi vurabilecek insan hareketliliği artışı gözlemlenmiştir. Yapay zekânın geliştirilmeye başlandığı yıllar olan 2015 sonrası döneme bakıldığında göçmen sayısındaki radikal artış, zaten baskı altındaki iş gücü piyasasını daha da baskılamaya başlamıştır. Başta Batı ekonomileri olmak üzere bu yapısal değişim, oy verme davranışlarında da değişimi tetiklemiş ve aşırı sağ partiler iktidara gelmişlerdir. Aşırı sağın yükseldiği bu günlerde, çok taraflı kurumların önemi daha da aşikâr hale gelmiştir.
Çok Taraflı Kurumlar İçin Köprüden Önce Son Çıkışı
G20 Rio Zirve Bildirgesi’nde madde sayısı olarak en çok atıf yapılan konu çok taraflı kurumların verimliliği ve bu kurumlara ilişkin yapılması elzem görülen reformlara ayrılmıştır. Bu kurumların başında da Birleşmiş Milletler gelmektedir. Yapısı itibariyle İkinci Dünya Savaşı’nın mirası üzerine oturan BM, yakın dönemde patlak veren Kovid-19, Rusya-Ukrayna Savaşı ve İsrail katliamı sınavlarında sınıfta kalmış ve ne kadar verimsiz ve işlevselliği sekteye uğramış bir durumda olduğunu dünya kamuoyuna teşhir etmiştir. Başta Güvenlik Konseyi olmak üzere Ekonomik ve Sosyal Komite (ECOSOC), BM’nin Uluslararası Adalet Divanı gibi alt kuruluşlarının bu krizler esnasında sınamalara esnek ve hızlı cevaplar üretememesi, bu yapıların organizasyonel şemalarının değiştirilmesi gerekliliğini yeniden gündeme getirmiştir. Uzun yıllardır “Dünya beşten büyüktür” tezini uluslararası toplumun gündemine getiren Türkiye’nin çağrılarına kulaklarını kapatan Güvenlik Konseyi üyeleri, küresel sistemdeki güç dağılımının değiştiği bu dönemde artık üç maymunu oynamayacağa benziyor. Küresel Güney’in temsilciğine soyunma arayışında olan Brezilya’nın ev sahipliğinde düzenlenen Zirve’de de Güvenlik Konseyi’nde temsiliyeti artırılmasına yönelik niyet beyanında bulunulmuş; bundan daha da önemlisi Genel Kurul’un yetkilerinin artırılmasının bir gerekliliği olduğuna bildirgede yer verilmiştir.
Siyasi temsiliyetin yanı sıra iktisat ve ticaret dünyasında da çok taraflılık özelinde yapısal reform ihtiyacı günden güne artmaktadır. IMF rol dağılımında en etkili göstergelerden olan “özel çekme hakkı (Special Drawing Rights – SDR)” kotalarının yeniden gözden geçirilmesine bildirgede yer verilerek iktisadi olarak güçlenen gelişmekte olan ekonomilerden Brezilya, Singapur, Güney Afrika ve Türkiye’nin IMF’deki söz hakkının artırılması gerektiği talebi, artık göz ardı edilebilecek eşiği aşmıştır. Küresel rekabetin kızışacağı önümüzdeki günlerde, IMF’de dillendirilen bu reformun yapılmaması halinde 1945 sonrası kurulan Bretton Woods sistemi de atomize olacak; istikrarın arandığı bu anarşik ortamda istikrar yerine çok sesliliği beraberinde getirecek muhtelif finansal sistemler ihdas edilecektir. Bu bağlamda, Rio’da kabul edilen “Daha İyi, Daha Büyük ve Daha Verimli Çok Taraflı Kalkınma Bankaları için G20 Yol Haritası”, küresel sistem açısından bir milat olabilir. Belgede küresel sınamalara ilişkin bütçe açığının 2015’te 2.5 trilyon dolarken 2024 itibariyle 4 trilyon dolara çıkmasının dünyamız açısında bir felakete yol açabileceğinin altının çizilmesi dahi rekabetçi bir dünya düzenin finans dünyası açısından ne kadar tehlikeli olduğunu işaret etmektedir.
Asya Kalkınma Bankası, Afrika Kalkınma Bankası (AfDB) ve BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası’nın (NDB), Batı merkezli Dünya Bankası, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) ve Amerikalılar Arası Kalkınma Bankası ağına kabulü, işlem maliyetlerini azaltacaktır. Bu adım, iş birliğini artırarak gerilim seviyesini düşürmeye de katkı sağlayacaktır.
Harita 3 ve Grafik 5’teki dağılım yapısına bakıldığında Batı merkezli finansal kuruluşların hala ön planda olduğu görülmekle birlikte çok taraflı yatırım bankalarının sayısında yaşanan artış ve coğrafi dağılımları, alternatif finansal sistemlerin halihazırda geliştiği ve önümüzdeki günlerde Bretton Woods sistemine bir alternatif teşkil edebileceği görülmektedir.
Sonuç
G20 Rio Zirvesi, liberal dünya düzeni ve neoliberal küreselleşme anlayışının eksiklerini ortaya koyarken, küresel sistemin geleceği için önemli ipuçları sunmuştur. Neoliberal politikaların neden olduğu ekonomik ve sosyal sorunlar; enflasyon, açlık ve yoksulluk gibi kronik problemleri derinleştirirken, yapay zekâ ve dijitalleşmenin eşitsizlikleri artırma potansiyeli vurgulanmıştır. Zirvenin sonuç bildirgesi, küresel yönetişim mekanizmalarının yenilenmesi ve çok taraflı kurumların, özellikle BM ve IMF’nin, reform ihtiyacını bir kez daha teyit etmiştir. Dijitalleşme, yapay zekâ ve iklim değişikliği gibi meydan okumalar karşısında etkili, adil bir küresel iş birliği çerçevesi oluşturulması ana tema olmuştur.
G20 Rio Zirvesi’nin bildirgesi, küreselleşmenin yeni bir rota çizmesi gerektiğini açıkça göstermektedir. Bu rota; yalnızca belirli güç merkezlerini değil, tüm insanlığı kapsayan, eşitlikçi, sürdürülebilir ve çok taraflı bir yaklaşımı gerektirmektedir. Ancak bu hedeflerin hayata geçirilmesi, mevcut sistemin ana aktörlerinin yalnızca kendi çıkarlarını koruma çabalarını bir kenara bırakıp, daha kapsayıcı bir vizyona yönelmeleriyle mümkün olacaktır. Zirve sonuçlarının uygulanması, insanlık için bir dönüm noktası olabilir. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan sistemlerin artık işlevini yitirdiği açıktır. Batılı aktörlerin bu değişimi inkâr etmek yerine kabullenmesi zorunludur. Aksi takdirde, hem kendi geleceğini riske atacak hem de küresel sınamaları derinleştirecektir.