Türkiye’nin 27 Mayıs 1960 darbesiyle içine girdiği darbeler paradigması, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün seçilmiş demokratik yönetim ve halkın beraber mücadelesi sonucunda başarısız kılınmasıyla sarsıldı. 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra yapılan reformlarla askerin sivil denetimi, vesayetçi sistemin tasfiyesi ve başkanlık sistemiyle yönetimde istikrarın sağlanmasıyla Türkiye’nin üzerindeki darbe tehdidi sona erdi. Ancak darbelerin bıraktığı anayasadan yasalara, kurumlardan geleneklere, siyasi partiler nizamına kadar birçok bahiste mevzuattan pratiğe, zihniyetten ideolojiye bir tortu ve enkaz, hâlâ Türkiye’nin önünde bir engel olarak duruyor. Bu engel, sadece Türkiye demokrasisi için değil, Türkiye’nin bağımsızlığı için de mâni arz etmektedir. Çünkü darbeler, içeride demokrasiye dışarıda bağımsızlığa zarar veren bir milli egemenlik meselesidir.
Uluslararası Sistem ve Darbeler
27 Mayıs darbesiyle başlayan darbeler süreci ve darbe paradigması, popüler anlatımdaki gibi sadece içerideki siyasi liderlerin polemikleri üzerinden anlaşılamaz. Darbelerin uluslararası sistemdeki yeri anlaşılmadıkça, darbelerin analizinin yapıldığı söylenemez. Soğuk Savaş döneminde bloklar arasındaki çatışmanın sertleşmesi, blok dahilindeki ülkeler hiyerarşisi çerçevesinde ülkelerin içinde de türbülanslara yol açmıştır. Bu türbülansların Türkiye’de darbelere yol açtığını görüyoruz. Tarafların mücadele alanına dönüşen ülkelerin içindeki siyasi, iktisadi ve içtimai dalgalanmaların rejim ve blok değişmesine yahut daha bağımsız hareket etmeye yol açmasından korkan süper güçler, kendi bloklarındaki ülkelerin kontrolünü elden bırakmamak için kendi kontrollerinde darbelere cevaz veren, hatta darbeleri planlayan dış müdahalelerde bulunmuşlardır. Soğuk Savaş’ın bu dinamikleri anlaşılmadığı sürece bu dönemde dünyada ve Türkiye’de gerçekleşen darbelerin doğru bir analizini yapmak mümkün olmayacaktır. Soğuk Savaş’ın darbe mantığı, Batı’da dönemin sosyal ve siyasi bilimcilerinin sosyal ve siyasi değişmeyi izah şablonunu da tayin etmiştir. Buna göre değişmenin tetiklediği siyasi, iktisadi ve içtimai talepler, mevcut siyasi sistem ve aktörler tarafından karşılanamayınca, ortaya çıkan radikalizmi engellemek ve değişimi kontrol altına almak için askeri darbeler gerçekleşmektedir. Samuel Huntington Demokrasi Dalgaları adlı kitabında siyasi tarihi bu şablonla izah etmiştir.
Bu meyanda Türkiye’deki demokratikleşme ve darbeler tarihi de Huntington’un çerçevesini çizdiği şablona oturmaktadır. Türkiye’nin demokrasi içinde yönetilmesi, Batı’nın değerleriyle uyumlu görünse de Batı’nın menfaatleri ve stratejisiyle uyumlu olmadığında, Batı ve bilhassa ABD kendi menfaat ve stratejisinden değil, Türkiye’deki demokrasiden taviz verecek ve Batı’ya uyumlu darbecileri her zaman tercih edecektir. Bu Batı’nın sadece Türkiye için değil, Batı dışı ülkeler için, hatta zaman zaman İspanya ve İtalya’da görüldüğü üzere kendi içinde dahi geçerli bir çifte standardıdır. Soğuk Savaş, Maurice Duverger’in kitabındaki ifadesiyle “Batı’nın İki Yüzü’nü daha yakından göreceğimiz bir sahneye dönüşmüştür.”
Türkiye, bunu ilk olarak 27 Mayıs 1960 darbesiyle görmüştür. Batı, “NATO ve CENTO’ya bağlı…” olduktan sonra her türlü darbeciyle çalışabileceğini çok açıkça belli etmiştir. ABD’nin darbecilerle ilişkisinin bunun ötesinde bir yakınlık, destek ve hatta amirlik düzeyinde olduğu birçok örnek vardır. Aksine bir örnek ise neredeyse yoktur. Darbenin anayasasıyla Türkiye’nin egemenlik hakkı adeta elinden alınarak içeride demokrasisi, dışarıda bağımsızlığı Batı’ya ve ABD’ye tâbi bürokratik elitlerden oluşan kurumlara teslim edilmiştir. Çoğunluğun içeride yönetme hakkını ve dışarıda bağımsızlığını radikal Batıcı elitler marifetiyle elinden alındığı bir halka, 19 yıl bunu “anayasa ve hürriyet bayramı” adı altında kutlatmak, bu bakımdan çok manidardır. Batı’daki darbeleri meşrulaştıran sosyal ve siyasi bilimler mantığı, Türkiye’de de kurulan ve desteklenen dernekler eliyle yerleştirilerek, üniversiteler milletin egemenliğine karşı gelişen vesayet zihniyetinin yeniden üretim merkezine dönüşecektir.
1960’lar ve 1970’ler, bu rezaletin yeni perdelerle sürekli bir skandala dönüşmesinin tarihidir. Bu tarih, halen tam anlamıyla yazılabilmiş değildir. Kaç askeri müdahale olduğu, ordunun içinde kaç cunta olduğu halen tam olarak bilinememektedir. Kendisine sol diyen grupların darbeye izin vermesi için CIA bölge şefiyle görüşmesi gibi garipliklerle dolu bu tarih, evvela 12 Mart 1971, sonra da 12 Eylül 1980 gibi iki açık darbeye yol açacaktır.
12 Mart 1971 darbesi, 9 Mart 1971 “sol” cuntasını engellemek için yapılan bir darbeye dönüşecektir. Bu durumda ordu, bir “cunta pazarına” dönüşecektir. Vesayet kurumlarının, darbecilerin müdahalesiyle bilhassa Demokrat Parti’nin mirasçısı merkez sağın bölünüp parçalanması, dönemin gayrimeşru güçlerinin temel amacıdır. Bu amaç gerçekleştikten sonra, 1970’lerin sonunda İran Devrimi ve Afganistan’ın işgaliyle demokrasi dalgası bir kez daha sona erecek, darbe dalgası yeniden yükselişe geçecektir.
Darbe Hukuku ve Zihniyetinin Oluşumu
12 Eylül 1980 darbesine hazırlık süreci, Türkiye tarihi bakımından vahim denebilecek kanlı olaylarla doludur. Dönemin önemli isimlerinden Orgeneral Bedrettin Demirel darbeye karar verdikten sonra, darbenin olgunlaşması için kanlı olayları nasıl seyrettiklerini ifade eder. Ancak olayların seyrinden ve darbelerin mantığından ortaya çıkan şey, bunun basit bir seyretme değil bir tertip ve kışkırtma olduğunu ortaya koymaktadır. Başbakan Demirel’in açık emrine rağmen bir komanda alayının aylarca bir ilçeye gönderilmemesi, sıkıyönetim komutanlarının terör örgütleriyle mücadele etmekten kaçınması, olayların artışını darbeyi meşrulaştırmanın bir gerekçesine dönüştürmesi, özel eylemler yapan birtakım timlerin önlerinin açılması ve yakalanmaması gibi bir seri planlı faaliyet sonucunda ortaya “yönetemeyen demokrasi” görüntüsü çıkmıştır.
12 Eylül 1980 darbesiyle Türkiye’nin içeride demokrasi ve dışarıda bağımsızlık anlayışına yeni bir darbe daha vurularak, Türk milletinin egemenliği bir kere daha zedelenmiştir. Darbeciler, darbeden sonra “NATO’ya bağlılığını” bir kez daha göstermiş ve Türkiye’nin lehine olmasına rağmen Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşüne derhal onay vermiştir.
12 Eylül darbesi, darbenin olgunlaşma sürecindeki kanlı bilanço, darbe dönemindeki vahim insan hakları ihlalleri ve 1982 Anayasasının katı vesayetçi milli güvenlik devleti anlayışıyla darbeler serisini bugün hâlâ enkazını toparlayamadığımız bir yıkım noktasına taşımıştır. Türkiye 1982 anayasasını 18 defa değiştirmesine rağmen halen bu darbe hukukunu ve zihniyetini aşamamıştır. Türkiye, 12 Eylül darbesini aştığını, kendisine ve dünyaya gösterebilmek için yeni, sivil ve demokratik bir anayasa yapmaya çalışmaktadır.
12 Eylül darbesi, sadece anayasayı değil, siyasi yelpazeyi ve toplumsal merkezi de yeniden kurmak için uzun erimli bir darbe dönemi planlamıştır. Çok partili hayata geçişten sonra da sistemi 7 yıl daha kontrol edecekleri bir Cumhurbaşkanlığı makamıyla darbenin mantığını ve zihniyetini, devlete ve topluma işleyecekleri zamana yayılmış bir darbeyi hayata geçirmişlerdir.
Millet ve seçilmiş siyasetçiler, 27 Mayıs darbesinden bu yana devletin daha büyük bir izmihlale düşmemesi, iç çatışma ihtimalini bertaraf etmek ve egemenliğin daha da zarar görmemesi için olağanüstü bir sabır ve olgunlukla darbecilerle mücadele etmişlerdir. Milletin sandığın geldiği her anda demokrasiyi tercih ederek siyasetçilerin önünü açması ve siyasetçilerin sabır ve teenniyle hareketleri, bürokratik vesayet kurumlarına tesir etmemiş ve olup bitenlerden maalesef ders çıkartarak, milletin tercihlerine saygı duymayı kabul edememişlerdir. Ancak millet ve siyasetçiler de dozu giderek artan bir şekilde darbelerle ve darbecilerle mücadele etmeye yönelmiştir.
28 Şubat darbesine karşı yürütülen mücadele, bu bakımdan ilk kırılmayı temsil etmektedir. Bunu takiben 27 Nisan e-muhtırasına karşı hükümetin demokratik direnişi de ikinci kırılmayı temsil etmektedir. Darbelere ve darbecilere karşı direnişler, darbecilerin arasındaki uyumu bozarak yeni hizipleşmelere yol açmış, bu da demokratik mücadeleyi kolaylaştırmıştır. 12 Eylül darbesinin her şeyiyle ortaya koyduğu vahşi şiddet ve kabalık, siyasi elitleri darbeler bahsinde ortak bir tepki vermeye sevk etmiştir. Bu bakımdan en başarılı darbe gibi görünen 12 Eylül darbesi, aynı zamanda darbeler sürecinin sonunu getirecek büyük kırılmaya da sebep olmuştur. Darbelerle mücadelede ve darbecilerin yargılanması çabaları, başarıya ulaşmış ve 12 Eylül 2010’da yapılan referandumla 12 Eylül anayasasının bel kemiği kırılmış ve darbecilerin yargılanmasının da önü açılmıştır. Neticede 12 Eylül darbecileri ilk defa yargılanan ve mahkum olan darbeciler olarak tarihe geçmişlerdir.