Kriter > Ekonomi |

Türkiye’nin “Nükleer Adaletsizlik” Çıkışı


Türkiye, çok da uzağında olmayan ve nükleer kapasitesi resmî kayıtlarla takip edilemeyen bir İsrail olgusuyla yaşıyor. Bu durumda elbette Türkiye, ortaklıklarını adil bir düzende yeniden gözden geçirme, taraf olduğu uluslararası antlaşmalar ile sözleşmelere tüm devletlerce eşit şekilde riayet edilmesini talep etme hakkına sahip.

Türkiye nin Nükleer Adaletsizlik Çıkışı

“Nükleer silahları ilk ateşleyen taraf olmayacağız. Bu yönde siyaset yürüttüğümüzü biliyorsunuz” diyordu Başkan Merkin Muffley, Pentagon Harekat Odası’ndaki büyükçe yuvarlak masada karşısında oturan General Buck Turgidson’a. Bu cümle, İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki kutba ayrılan ve 26 Aralık 1991’e değin devam eden Soğuk Savaş’ı en güzel tasvir eden alıntılardan biri olarak kaldı hafızalarda. Fakat ne Başkan Muffley ne de General Turgidson gerçekte var olan karakterlerdi. Bir dönemin pragmatik siyaset hakikatlerini fantastik ve absürt bir dille beyaz perdeye taşıyan Stanley Kubrick’in 1964’de çektiği “Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb” filminde yer alan bu sahne, baskın iki nükleer gücün karşılıklı olarak birbirlerini imha edeceklerine kesin gözle bakıldığından nükleer caydırıcılık ilkesiyle hareket edişini özetliyor.

Aradan geçen elli beş yılda, iki kutuplu dünya düzeninden ve nükleer silaha sahip birkaç ülkeden söz etmek mümkün değil. Soğuk Savaş döneminde ABD ve Rusya dışında, Çin, Birleşik Krallık ve Fransa da nükleer güce sahip ülkeler arasında yer alıyordu. Yirmi birinci yüzyıla gelindiğindeyse, 1970’te Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nın yürürlüğe girmesine karşın, nükleer silahlanma yarışında daha fazla aktör yer almaya başladı.

Antlaşmayı imzalamayan Hindistan, Pakistan ve anlaşmadan 2003’te çekilen Kuzey Kore nükleer silah testlerine devam ettiler. Yine anlaşmaya taraf olmayan, ancak nükleer testler yürüttüğünü uluslararası kamuoyuyla paylaşmayan İsrail ise bu konuda bilinçli olarak belirsizlik politikası yürütüyor. Nitekim, tahminlere göre İsrail’in envanterinde en az 90 nükleer başlıklı silah bulunmakta. Öte yandan, ABD’nin nükleer anlaşma yani Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesiyle yaşanan süreçte, Orta Doğu ve Körfez’de daha da agresifleşen bir İran ile karşı karşıyayız.

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEK) 26 Eylül 2019’daki son raporuna göre, İran daha önce kamuoyuyla paylaşılan 164 makineli IR-4 ve IR-2 model santrifüjlerde uranyum zenginleştirme faaliyetleri yürüttüğünü ileri sürdü. KOEP anlaşmasıysa, İran sadece ilk nesil IR-1 tipi santrifüjlerde, sayıları 5 bini geçmemek üzere, uranyum zenginleştirmesine imkan tanımakta. İnsani gerekçeler ve araştırmalar için kısıtlı miktarda uranyum zenginleştirebilen İran’ın bu uranyumu biriktirmemesi gerekiyor. Ancak UAEK raporu, İran’ın aksi yönde faaliyet yürüttüğünü iddia etmektedir.

 

Türkiye ve Nükleer

Nükleer yarış ya da nükleer silahlardan arınma tartışmaları, eylülün son haftasında düzenlenen Birleşmiş Milletler Genel Kurul (BMGK) toplantılarının da ana gündem maddelerinden biriydi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da 74. BMGK sırasındaki konuşmasında, nükleer silahlanması konusundaki adaletsiz tutumun dünya dengelerini bozduğuna işaret etti. Bu konuda küresel olarak adalet tesis edilmesinin gerekliliğini vurgulayan Erdoğan, Türkiye’nin nükleer silahların bir koz olarak kullanılmasına karşı duruşunu dile getirdi. “Nükleer güce dayalı kitle imha silahlarının tümden yok edilmek yerine her krizde bir koz olarak ortaya konması herkes gibi bizi de rahatsız ediyor. Bu güç ya herkes için yasak ya da herkes için serbest olmalıdır” sözleriyle bir kez daha Türkiye’nin nükleer silahlanma yarışındaki adaletsizliğin karşısında durduğunu uluslararası kamuoyuyla paylaştı.

Cumhurbaşkanı 4 Eylül’de Sivas’taki konuşmasında da yine nükleer silahlanma konusundaki adaletsizliğe dikkat çekerek, “Birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var, bir tane iki tane değil… Ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın. Ben bunu kabul etmiyorum” demişti.

Cumhurbaşkanı’nın Sivas’taki demecinin ardından bazı uluslararası yayın organları, Türkiye’nin nükleer planlarından dem vurmuş, Ankara’nın nükleer bir devlet olma planlarından söz etmeye başlamıştı. Peki, Erdoğan’ın konuşmalarında nadiren yer verdiği nükleer konusundaki son demeçlerinden ne anlamak gerekir?

Elbette, bu soruyu cevaplamak için derinlikli siyasi ve tarihi bir tahlile ihtiyaç var. Ancak Türkiye içinde bulunduğu uluslararası kurumlar ve bağlı olduğu anlaşmalarla birlikte son yıllarda bölgesinde meydana gelen gelişmeler arasındaki uyuşmazlıklar göz önüne alındığında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları Ankara’nın halihazırda altüst olan ya da çatlayan uluslararası düzenin neresinde ve nasıl yer alacağına dair ipuçları olarak yorumlanabilir.

Türkiye, çok da uzağında olmayan ve nükleer kapasitesi resmi kayıtlarla takip edilemeyen İsrail olgusuyla yaşıyor. Bu durumda elbette Türkiye, ortaklıklarını adil bir düzende yeniden gözden geçirme, taraf olduğu uluslararası antlaşmalar ile sözleşmelere tüm devletlerce eşit şekilde riayet edilmesini talep etme hakkına sahip

Bilhassa, ABD ve diğer NATO ortakları Türkiye’nin elim bir şekilde tecrübe ettiği ve ulusal güvenliğine risk oluşturan çeşitli terör tehlikeleri karşısında duyarsız kalmayı ve ortaklık düsturu dışında kalmayı sürdürdüğü sürece bu hakkını kullanır. Türkiye, bozulan ve miladı dolmak üzere olan küresel düzenin adaletsizliklerini ve bunlardan doğan mağduriyetlerin tarihi akışın gebe olduğu yeni sisteme taşınmaması için deyim yerindeyse ezber bozarak çaba sarf etmeye devam ediyor.

 

Türkiye’nin “Nükleer Adaletsizlik” Çıkışı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Orta Anadolu Ekonomi Forumu’nda yaptığı konuşmada “Birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın. Ben bunu kabul etmiyorum” dedi, 4 Eylül 2019

Nükleer Diplomasi

Türkiye, nükleer silahların yayılmasını önleme antlaşması dışında nükleer silahların test edilmesini yasaklayan birçok farklı sözleşmeye de taraf olduğu gibi, kimyasal ve biyolojik silahların üretilmesi ve yayılmasını önleme amaçlı uluslararası sözleşmeler ve girişimlere de aktif şekilde katıldı.

Son BMGK toplantıları sırasında düzenlenen Nükleer Testlerin Kapsamlı Yasaklanması Antlaşması’na (CTBT) ilişkin konferansta da Türkiye yine nükleersizleşme çabalarına desteğini dile getirmiş ve tüm devletleri bu antlaşmayı imzalamaya davet etmiş, Kuzey Kore gibi devletlerce yürütülen denemelerin dünyayı istikrarsızlaştırdığına dikkat çekmiştir.

Türkiye CTBT anlaşmasını ilk imzalayan ve onaylayan ülkelerden biri olmakla birlikte, NPT kapsamındaki taahhütlerini de yerine getirerek nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılması konusunda siyaset yürütmüştür. İran’ın nükleer programı konusunda da Türkiye, hiçbir ülkenin bu silahlara sahip olmaması gerektiğini belirterek, İran yönetimine UAEK ile tam ve eksiksiz iş birliği yapması tavsiyesinde bulunuyordu. Hatta 2010’da, Brezilya ile birlikte yürüttüğü inisiyatifte İran’ın uranyum zenginleştirmeyi yalnız tıbbi amaçlarla kısıtlı tutması ve belirlenen miktarda uranyumun başka bir ülkede -Türkiye’de- bulundurulmasına dair bir anlaşmaya imza atmıştı.

 

2019 Tahmini Küresel Nükleer Başlık Envanteri

Nükleer Envanteri

Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana dünyadaki nükleer silahlanmada dikkate değer ölçüde düşüş yaşandı. O dönemde 70 binden fazla nükleer silahtan söz edilirken bugün bu sayı tahminlere göre 14 bin civarında. Fakat görünen rakamlar, aldatıcı olmaktan öteye gitmiyor. 1950 ya da 1960’ların teknolojisiyle üretilen silahları, günümüzdeki silahlarla mukayese etmek gerçekçi bir yaklaşımdan uzak kalıyor. 1990’lara göre nükleer silah üretimi düşüş kaydetse de, asıl nükleer devletler silahlanmayı azaltmak yerine çok büyük oranda mühimmat bulundurmaya ve envanterlerine yeni nükleer silahlar eklemeye devam ediyor.

Arms Control Association verilerine göre, mevcuttaki nükleer başlıkların yüzde 90’dan fazlası ABD ve Rusya’ya ait. Bunlardan 9 bin 500 tanesi halihazırda askeri envanterde yer alırken geri kalanıysa sökülmeyi ve devre dışı bırakılmayı bekliyor. Yine Arms Control Association’dan alınan bu yıla ait verilere göre, Rusya en çok nükleer başlığa sahip. 6 bin 490 adet nükleer silah başlığı Rusya’nın envanterindeyken, ABD’de 6 bin 185 adet bulunmakta. Nükleer başlıklara sahip diğer ülkelerdeyse sayılar şöyle: Fransa’da 300, Çin’de 290, Birleşik Krallık’ta 200, Pakistan’da 160, Hindistan’da 140, İsrail’de 90 ve Kuzey Kore’de 30 adet nükleer silah başlığı mevcut.

Uluslararası anlaşmalarla nükleer silahlanmaya gitmeyeceği taahhüdünde bulunan Türkiye’de, NATO nükleer paylaşım programı kapsamında halihazırda 50 adet B61 bulunduğu tahmin ediliyor. Türkiye paylaşım programına ilk olarak, 1952’de NATO’ya üye olduktan beş yıl sonra, İncirlik üssüne nükleer silah sistemleri yerleştirilmesiyle katıldı.

1959’da ise, daha sonradan dünya tarihine Küba Füze Krizi olarak geçecek olayın kahramanı Jüpiter füzeleri İzmir’deki Çiğli Hava Üssü’ne yerleştirilmiş, ancak Sovyetler Birliği de Küba’ya 1962’de Jüpiter benzeri Rus füzelerini yerleştirince, ABD Türkiye’deki füzeleri geri çekmiş, bu durum iki NATO müttefiki arasındaki ilişkinin en büyük sınavlarından biri olmuştu.

Amerikalı yazar Philip Nash’in 1997’deki “Other Missiles of October” başlıklı kitabı, bu füze kriziyle ilgili çarpıcı bir boyutu da gözler önüne seriyor. O dönemki başkan John F. Kennedy’nin hükümetinde savunma bakanı olarak görev alan Robert S. McNamara’nın Amerikan Genelkurmay Başkanlığı’na ilettiği bir not dikkat çekicidir. O notta “Başka bir bölgede atacağımız adımlar karşısında Sovyetler Birliği nükleer ya da nükleer olmayan bir saldırıda bulunsa dahi, başkanın emri olmadan Türkiye ve İtalya’daki Jüpiter füzeleri fırlatılmayacak” cümleleri vardır. Buradaki ifadeye göre, Türkiye açıkça Sovyet tehdidine maruz bırakılıyor. Ancak Kennedy’nin ulusal güvenlik danışmanlarından McGeorge Bundy’nin “Geçen haftaki toplantılardan anladığım kadarıyla, Kruşçev’in Türkiye’ye saldırmasına göz yumacaktık, en azından tartıştığımız alternatiflerden biri buydu” ifadeleri olayı daha açıkça ortaya koyuyor. ABD, Küba’daki Sovyet füzelerine saldırısı karşısında, Sovyetler Birliği’nin de Türkiye’ye saldırmasını göze almıştı, çünkü misillemenin kendi topraklarına sıçramasını engelleyerek daha da tırmandırmak istemiyordu.

Türkiye’nin nükleer silahlanma gibi uluslararası kamuoyunu yakından ilgilendiren konularda bugün attığı ya da atmak istediği adımları, böylesine bir tarihi tecrübe ışığında anlamaya çalışmak belki de yerinde olur. Elbette, günümüzdeki siyasi sistem iki kutuplu bir dünya değil; ama artık bir veya iki tane Dr. Strangelove’ın ürettiği silahlardan ya da caydırıcılık siyasetiyle sıcak çatışmaya dönüşmeyen bir soğuk savaştan söz etmek ne yazık ki mümkün değil.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası