Amerika Birleşik Devletleri’nde 20 Ocak 2025’te başlayacak ikinci Donald Trump dönemi, bu ülkenin halkından ziyade Avrupa için daha ciddi bir sınamayı içeriyor. Trump’ın “Yeniden Büyük Amerika” sloganı çevresinde şekillenen başkanlık stratejisi, iki cephede icra edilecek bir mücadeleyi içeriyor. Trump bir yandan ABD ordusunun küresel görünürlüğünü azaltıp eş zamanlı olarak iki ana çatışma eksenindeki silahları susturmayı vaat ederken, diğer yandan yeni teşkil ettiği “Hükümet Verimliliği Bakanlığı” ile içeride federal bütçeyi ve ekonomik krizi kontrol altına almayı hedefliyor. Temmuz’da kendi partisi içerisinden bir komplo ile başkan adaylığından tasfiye edilmiş olan Joe Biden’ın başkanlık koltuğunu devretmesine iki ay kala ortaya çıkan manzara, Trump’ın şimdiden ABD politikalarını yönlendirmeye başladığına işaret ediyor. Yine de Biden, giderayak Trump’ın yoluna mayın döşemeyi de ihmal etmiyor. Avrupa, bir yandan savunma harcamaları konusunda Trump’ın yeniden baskı yapacağı gerçeğiyle tedirgin olurken, diğer yandan Rusya-Ukrayna Savaşı’nın bitmesi ihtimali nedeniyle umutluydu. Ne var ki Biden’ın uydu güdümlü ATACMS füzelerinin Rusya topraklarına karşı kullanılmasına onay vermesiyle Avrupa kıtasının yüksek enerji maliyetleri, enflasyon ve sosyoekonomik bunalım üçgeninde yaptığı cehennem yolculuğunda yeni bir kapı daha açıldı. Bundan sonra hem Avrupa hem küresel düzenin tamamı için sorulması gereken soru şu olsa gerek: ABD’nin 2050’yi hedefleyen Büyük Stratejisine, Washington DC’de hakim olan hangi kanat damgasını vuracak? Silah lobilerinin temsilcisi Clinton-Obama kliğinin Biden’dan sonraki mirasçısı mı, yoksa Trump ve ona destek veren Silikon Vadisi sermayesi mi?
Trump-Avrupa İlişkilerinin 2018’deki İpuçları
2018’de Yeni Şafak gazetesi için kaleme aldığım ve Trump’ın birinci başkanlık dönemini değerlendirdiğim makaleye “ABD’nin 21. Yüzyıldaki Silahı: Donald Troll” başlığını atmışım. Makalenin bir noktasında Trump’ın, ABD’nin 2050 hedeflerine ulaşmak için dünyaya sunduğu bir “Cambaza Bak” taktiği olduğunu şu sözlerle iddia etmiştim:
Uluslararası topluma, Washington’daki yerleşik düzen ile kavgalı, Beyaz Saray’a tesadüfen seçilmiş bir “egzantrik” olarak sunulan Trump karakterinin; Kudüs, İran ve Pakistan’a dair dile getirdiği söylemler, yardımları kesme tehdit ve manevraları, Pentagon ve CIA’ya 1991’den bu yana hakim olan görüşlerle bir zıtlık içermediği gibi bayraktarlığını yapıyor.
Gelelim Temmuz 2018’e. Bu defa ki makalemin manşeti “500 Yıllık Ödeşme: Amerika Kıtasının İntikamı”. 11 Haziran 2018’de Trump’ın Brüksel’deki NATO karargahına yaptığı ziyarette Almanya’yı hedef tahtasına koyan açıklamaları da özetle şu şekildeydi:
Almanya’yı Rusya’nın esiri haline gelmekle suçlayan Trump özetle, “Biz Almanya’nın savunması için para harcıyoruz, Almanya ise Rusya ile ortak enerji politikaları yürüterek, Moskova’nın politikalarını ve silahlanma programını finanse ediyor” diyerek Brüksel’deki zirvenin gündemini belirledi.
Beyaz Saray kaynakları, Brüksel seferinin hemen öncesinde de, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Nisan 2018’de Washington’a yaptığı ziyaret sırasında, Trump’ın konuk Cumhurbaşkanına “Neden Avrupa Birliği’nden ayrılmıyorsunuz?” sorusunu yönelttiğini basına sızdırmıştı. Avrupa’daki NATO üyelerinden savunma harcamalarını artırmalarını isteyen Trump, ABD’nin savunma şemsiyesi altında olmalarının bedelini talep etmişti. Bir bakıma Amerika kıtasını yüzyıllarca sömürmüş olan Avrupa’dan tahsilata gelmiş gibiydi. Trump ile Avrupa arasındaki ilişkinin içeriğini tanımlamamızı sağlayabilecek üçüncü vaka 15-17 Şubat 2019’da gerçekleşen 55. Münih Güvenlik Konferansı’ydı.
Trump’ın 2019’da Avrupa’ya Yönelttiği Tehditler
Bu konferansa Trump katılmamış yerine yardımcısı Mike Pence’i göndermişti. Pence’in, konferansa katılan hükümet ve devlet başkanlarını Trump adına selamlaması esnasında karşılaştığı sessizlik, yaklaşan fırtınanın habercisiydi. Nitekim ABD Başkan Yardımcısı çok yakın bir gelecekte yaşanacakları haber verircesine Avrupalı ortaklarından İran’ın nükleer programına ilişkin Obama döneminde imzalanmış olan anlaşmadan çekilmelerini, Almanya ile Rusya arasındaki enerji iş birliğinin simgesi haline gelen Kuzey Akım 2 projesinin iptalini talep etti. 15 Mart 2019’da Anadolu Ajansı için kaleme aldığım “Küreselleşmenin Cenaze Töreni: 55. Münih Güvenlik Konferansı” başlıklı makaledeki şu satırlar, Washington’ın plana sadık kaldığını gösteriyor:
Avrupa Birliği’nin (AB) lokomotifi olarak kabul edilen Almanya’nın ABD ile hiç bir ortak noktada buluşamadığı konferans sonrasında hakim olan görüş, dünyanın ABD-Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti arasında yaşanacak yeni bir “büyük güçler mücadelesi” dönemine girdiği ve batılı liberal demokrasilerin bu döneme hazırlıksız yakalandığı yönünde… ABD ile müttefikleri arasındaki makasın daha da açılmasıyla sonuçlanan Münih Güvenlik Konferansı, kuralları henüz yazılmamış bir dünyanın kapılarının açıldığını netleştirdi. Süper güçlerin daralan ekonomilerine paralel olarak hacmi azalan refah pastası, ticaretten uzaya kadar her mecrayı bir savaş meydanı haline getiriyor. Savunma, enerji ve ticaret alanındaki ittifaklar kaygan zeminler üzerinde şekillenirken, su ve gıda güvenliği sorunları ile küresel terörün tetiklediği göç hareketleri, Asya’nın en doğusundan Avrupa’nın batısına, Afrika’nın güneyinden Akdeniz sularına ve Güney Amerika’dan Kuzey Amerika’ya kadar tüm dünyayı yakıcı ateşiyle kavuruyor.
2018 ve 2019’daki bu teşhislere geri dönüp baktığımda, Avrupa Birliği’nin ilerlediği tünelde karşılaştığı ışığın, üzerine gelen tren olduğunu anlamadığını söyleyebilirim. İran ve Rusya ile ilişkisini kesmeyen Avrupa’ya, bu politikalarının bedeli 2022’de tetiklenen Rusya-Ukrayna Savaşı ile ödetilmeye devam ediliyor. Peki çıkış yolu nedir? 2019’da Münih Güvenlik Konferansı’na dair makalemin final bölümünde şu satırları yazmışım:
Jeostratejik konumu nedeniyle birbiriyle iç içe geçmiş pek çok sorunun merkezinde olan Türkiye ise Münih Güvenlik Konferansı’nın ortaya koyduğu “belirsizlik ve kaos perspektifi” karşısında, gündemindeki krizlere (dışarıdan dikte edilenlerle değil) kendi çözümleriyle çare arıyor. Üç süper gücün hegemonya mücadelesinin hedefi haline gelen AB için de en akılcı çözüm, Türkiye’yi eksen kaymasıyla itham ederek dışlamak yerine, çifte standartlardan vazgeçerek Akdeniz havzasında, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da etkin bir iş birliği tesis edecek adımlar atmak olacak. Terörle mücadele, savunma ve 15 Temmuz darbe girişimine dair politikalarında özeleştiri yapmaktan kaçınan AB, Türkiye’yi kendisinden uzaklaştırarak, mevcut askeri, ekonomik ve nüfus kapasitesiyle, bu belirsizlik döneminde kendisini her gün yeni bir çıkmaz sokakta bulacaktır. ABD’nin yaptırım politikalarıyla kendisine yeni hedefler koyduğu bu konjonktürde, tek çıkar yol Münih merkezli yeni bir denge arayışı olacaktır.
“Batı Dünyası” ve “Avrupa” Birbirinden Ayrışabilir mi?
Lakin aradan geçen 5 yılda gerek Fransa gerek Almanya, aşırı sağın ivme kazandığı siyasi iklimleri ile Avrupa’da güç merkezi olma özelliklerini yitirdiler. Dahası, 23 Şubat’ta Almanya’da yapılacak erken genel seçim muhtemeldir ki daha büyük bir belirsizliğin başlangıcı olacak ve Berlin ya da Münih merkezli yeni bir denge arayışı için de geç kalınacak. Bu noktadan sonra Avrupa’da yeniden tanımlanacak İtalya, İspanya, Polonya ve belki de Finlandiya gibi güç merkezlerinin bir tercih yapması gerecek: Batı Dünyası ile Avrupa’yı yeniden tanımlamak.
Birinci Soğuk Savaş’ın ardından yaşanan 30 yıllık deneyim, Amerika Birleşik Devletleri’nin küçük bir modelini oluşturmayı hedefleyen Avrupa Birliği anlayışının çıkmaz sokakta olduğunu gösteriyor. Düzensiz göç ve ekonomik kriz ile mücadelede zayıflayan AB, Schengen ve serbest dolaşım ideallerinden her geçen gün yeni ödünler veriyor. Almanya, Fransa ve Hollanda’nın benimsediği kara sınırlarında kontrolleri yeniden başlatma kararının bir sonraki katılımcısının kim olacağını bilmek mümkün değil. ABD hegemonyası altındaki Japonya, Kanada, Güney Kore ve G-7 ülkelerinin dahil olduğu “Batı Dünyası” ile Avrupa’nın gerek kültürel gerek siyasi olarak ayrı platformlar oldukları gün geçtikçe daha aşikar hale geliyor. “Batı Dünyası”, İsrail’in Gazze’ye saldırılarını destekler, Rusya ile kurulacak her türlü ilişkiyi dışlarken, Avrupalılığın bilincinde olan Avrupa Birliği ülkelerinde aksi yönde gelişen inisiyatiflerin sesleri yükselmekte. Avrupa’nın “Batı Dünyası”na karşı kendisini yeniden tanımlarken ihtiyaç duyacağı itici güç, nüfusu ve savunma teknolojilerinde attığı adımlar, enerji merkezi olma yolundaki stratejileriyle Türkiye olabilir.
Trump’ın ikinci başkanlık döneminde tekrarlanacak talepkar ve Amerikan hegemonyasını dayatan tavırları, Avrupa’da yeni bir Avrupalılık bilincini doğururken, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması açısından da öngörülemeyen ama pozitif sonuçlara gebe olabilir.