Kriter > Ekonomi |

Küresel Rekabetin Dört Boyutu


Sanayi devrimi sonrası dünyada devletler arasında; askeri, ekonomik, kültürel ve entelektüel alanlarda ciddi bir rekabet ortamı ortaya çıktı. Bu yüzyılda Türkiye’nin istediğimiz ölçüde güçlü bir ülke olabilmesi de bu dört boyutta sergileyeceği performansa bağlı.

Küresel Rekabetin Dört Boyutu

Son iki yüzyıllık süreçte iletişim ve ulaşımın ciddi bir şekilde yaygınlaşmasıyla birlikte bir taraftan insanların “kimlik” algısında dramatik bir dönüşüm yaşandı, diğer taraftan da devletlerin gücünde keskin bir artış oldu ve ulus-devletler çağı başladı.

İnsan kendisini “haricindeki şeylere göre” tanımlar. Yani bir kişinin kimliği -kendisine bağlı olduğu kadar- karşı karşıya bulunduğu kişilere de bağlıdır. Ulaşım ve iletişimin yaygın olmadığı ve in sanların çok büyük kısmının köylerini veya kasabalarını hayatları boyunca terk etmediği bir çağda kişiler kendisini “filanca köyden” veya “falanca kasabadan” diye tanımlayacaktır. Yine, “nereli” olduğumuz soran kişiye göre değişir. Rize şehir merkezinde nereli olduğunuz sorulduğunda cevap “Güneysu”dur. İstanbul’da nereli olduğunuz sorulduğunda cevap “Rize”dir. Bambaşka bir coğrafyada, mesela Brezilya’da cevap Türkiye’dir. Bambaşka bir gezegende, mesela Mars’ta nereli olduğunuz sorulduğunda cevap “Dünya”dır. İşte, sanayi devrimiyle birlikte ulaşım ve iletişimin ve ayrıca fırsatların ve tehditlerin) yaygınlaşmasıyla birlikte insanlar kendilerini temelde bulundukları köy veya kasaba üzerinden değil; dil, din ve/veya kültür üzerinden tanımlama ihtiyacı hissettiler. Modern ulus-devletler de bu hissin ve “gerekliliğin” bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Modern dünyada, ilk olarak, devletler arasındaki askeri ve siyasi rekabet dünya tarihinde daha önce görülmemiş boyutlara ulaştı. Kol gücünün egemen olduğu ve bir silahla tek seferde çok az kişinin öldürülebildiği tarım toplumlarında devletlerin kendi toprakları içinde dahi hükümranlık derecesi düşüktü. Makine gücünün egemen olduğu ve nükleer bir bombayla tek seferde yüzbinlerce ve hatta milyonlarca insanın öldürülebildiği günümüz dünyasında ise devletler kendi toprakları üzerinde mutlak anlamda hakimiyet kurabilirken, kendilerine çok uzak coğrafyalar üzerinde de çok büyük bir etkinliğe sahip olabilmektedir. Günümüzde bu durumun en bariz örneği, dünya üzerinde 800’den fazla askeri üsse sahip olan ve tüm dünya üzerinde ciddi derecede nüfuza sahip olan ABD’dir.

 

Ulus-Devletler Çağında Küresel Rekabet

İkinci olarak, modern dünyada sanayi devrimi öncesine kıyasla ülkelerin birbirleri üzerindeki “ekonomik nüfuzları” ciddi biçimde arttı. Belirtmek gerekir ki geleneksel dönemde de dünyanın tamamını kuşatan bir ulaşım ve iletişim ağı bulunuyordu. Fakat bu ağ günümüzde çok daha kapsayıcı hale geldi ve ağ üzerindeki hareket hızlandı. Böylece ülkelerin birbirleri üzerindeki “ekonomik etkileri” modern dönemde muazzam ölçüde arttı. Örneğin, Çin’in 1979’da başlattığı ekonomik reform neticesinde sadece Çin değil, tüm dünya çok hızlı bir şekilde değişti ve dönüştü. Yine 1980’lerde neoliberalizmin, 1990’larda da internetin yaygınlaşmasıyla birlikte finansal sistem ülke ekonomileri üzerinde inanılmaz derecede etkili bir konuma yükseldi. Öyle ki dünyanın herhangi bir yerinde basılacak bir tuşla dünyanın herhangi bir ülkesine finansal saldırı gerçek eştirerek bu ülkeyi finansal krize sokmak mümkün hale geldi.

Üçüncü olarak, ulaşım ve iletişimin ciddi biçimde yaygınlaşması, ülkeler arasındaki “kültürel” rekabeti daha önce görülmedik noktalara taşıdı. Geleneksel dönemde de kültürler arası etkileşim tabii ki bulunuyordu. Bununla birlikte, bu etkileşim minimal bir düzeyde idi ve kültürler arası etkileşimde coğrafi kısıtlar önemli düzeyde söz sahibiydi. Yani, bir coğrafi bölge ancak etrafındaki coğrafi bölgelerden -o da oldukça yavaş ve kısıtlı bir şekilde- kültürel olarak etkileniyordu. Günümüzde bu resim epey değişti. Bir taraftan kültürler arası etkileşim inanılmaz ölçüde artarken diğer taraftan da sinema, televizyon ve internet sayesinde coğrafi kısıt büyük oranda ortadan kalktı.

Dünyada ekonomik ve finansal anlamda baskın güç olan ve dünyayı askeri anlamda nüfuzu altında tutan ABD, kültürel alanda da askeri alandaki gücüyle yarışacak ölçüde bir güce sahiptir. Sinema ve televizyon yoluyla ABD’nin bayraktarlığını yaptığı Anglosakson Batı kültürü tüm dünyaya çok çeşitli şekillerde empoze edilmekte ve bu durumun uzantısında dünyanın çok farklı coğrafyaları Batı kültürüyle “boyanmaktadır.” Bu durumun en sarih göstergelerinden birisi günlük yaşamdır. Geleneksel dönemde insanların kılık-kıyafetleri, gelenekleri-görenekleri coğrafyadan coğrafyaya ve hatta şehirden şehre önemli farklılıklar göstermiştir. Böylece dünya üzerinde muazzam ölçüde kültürel bir çeşitlilik husule gelmiştir. Böylesi bir dönemde kişinin hangi kılık-kıyafete sahip olduğundan hareketle hangi bölgeden olduğunu çıkarmak hiç de zor değildir. Günümüzde ise durum bunun neredeyse tam tersidir. Modern dünyada bir kişinin kılık-kıyafetine bakarak onun hangi coğrafyadan olduğunu anlamak bile çoğu zaman pek kolay değildir. Zira Anglosakson Batı kültürünü yansıtacak şekilde, spor ayakkabı, kot pantolon ve tişört şeklindeki giyim-kuşama dünyanın neredeyse tamamında rastlanmaktadır. Bu kıyafetle görülen bir kişi Boşnak olabileceği gibi, Hintli de olabilir, Endonezyalı da, Kanadalı da…

Yine küresel ölçekte gelenek-göreneklerde de Batı kültürü önemli miktarda söz sahibi olmaya başlamış, günlük hayatta Batı kaynaklı gelenek-göreneklerle yerel gelenek-görenekler ciddi biçimde çatışmaya/kaynaşmaya başlamıştır. Sonuçta da ortaya melez bir küresel/yerel kültür bulamacı çıkmıştır. Böylece çok kısa bir zaman dilimi içerisinde Anglosakson Batı kültürü küresel ölçekte yerel kültürlere birçok gelenek-göreneğini ve dolayısıyla “kutsalını” empoze etmeyi başarmıştır. Ülkemizde de bir-iki nesil öncesine kadar bilinmeyen, fakat bugün yaygın bir şekilde “kutlanan” yılbaşı gecesi, doğum günü ve anneler günü gibi gün ve geceler birçok coğrafyada zaman içinde yerel kültürlerin “kutsallık kümesinde” kendilerine önemli bir yer edinerek bu kültürlerin kendi “orijinal kutsallarının” alanını daraltmıştır.

Dördüncü olarak, günümüzde ülkeler arasındaki entelektüel rekabet önemli ölçüde artmıştır. Entelektüel rekabet temel olarak “görünürdeki hakikatin ne olduğuna kimin karar vereceği” ve bunun da yardımıyla “zihinleri kimin kontrol edeceği” üzerinedir. Geleneksel dönemde ulaşım ve iletişimin sınırlı olmasından do ayı, askeri ve ekonomik anlamda ciddi bir güce sahip olunamayacağı gibi küresel ölçekte bir entelektüel güce de sahip olmaya imkan yoktu. Modern dönemde durum tamamen tersyüz oldu ve hatta küresel ölçekte askeri ve ekonomik nüfuzu sürdürmenin yolunun entelektüel ve kültürel nüfuza sahip olmaktan geçtiği anlaşıldı. Anglosakson Batı dünyası, bu açıdan dünya üzerinde on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren entelektüel hegemonya kurma yolunda önemli bir çaba göstermeye başladı.

Bu uğurda ilk önce tarih geriye doğru yürütülüp yeniden yazıldı ve Batılılar lehine bir resmi dünya tarihi husule getirildi. Tarih-dışı bir karaktere sahip olan bu kurguda Doğu ekonomik, toplumsal ve bilimsel boyutlarda “durağan”, Batı ise bir bütün olarak bilimsel/ ekonomik ilerlemenin beşiği ve merkezi olarak resmedildi. Gerçek ise çok farklıydı. Asya anakarası on dokuzuncu yüzyıla dek kesintisiz bir şekilde dünya ekonomisinin merkezi olmuştu. Yine, bilim ve teknolojideki ilerlemelerin çok büyük kısmı da yine Asyalılar (Çinliler, Hintliler, Müslümanlar vd.) tarafından gerçekleştirilmişti ki bu ilerlemeler sağlanmasaydı bildiğimiz haliyle bir sanayi devriminin gerçekleşebilmesi ihtimali bulunmuyordu. Yani, sanayi devrimi Batı’da gerçekleşen teknolojik ve bilimsel atılımlar neticesinde gerçekleşmiş olmakla birlikte bu noktada Asya’nın “kurucu etkisi” yabana atılamazdı.

Dahası, Batı dünyası Avrupa’daki felsefi gelişmeleri on dokuzuncu yüzyılda kutsal bir çerçeveye oturtarak “Aydınlanma Çağı” olarak nitelendirmiş, daha da önemlisi bu çağın sadece Avrupa için değil, tüm dünya için geçerli olduğu noktasında bir anlayışı empoze etmek suretiyle küresel ölçekte bir “felsefi iktidar” kurmaya çalışmıştır. Bu süreçte Batılılarca üretilen ve ciddi miktarda tarihsel bagaja sahip olan “özgürlük” ve “insan hakları” gibi kavramlar da evrensel kavramlar olarak öne sürülmüştür. Tüm dünyanın felsefi anlamda Batılıların “seviyesine” ulaşabilmesi için de söz konusu kavramları benimsemeleri ve buna göre düşünmeleri gerektiği açık veya örtülü bir şekilde empoze edilmiştir.

 

Batı'nın Tarihsel Kurgusu

Düşünme eyleminde kavramlar çok önemli ve ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Zira, bir insanın nasıl düşüneceği “hangi kavramlar üzerinden düşüneceğine” kökten bağlıdır. Bu açıdan, düşünürken hangi kavramların kullanılacağını belirleyenler “nasıl düşünüleceğini” de büyük oranda belirler. Örneğin bir tartışmada özgürlük kavramının eksene alınması, adalet kavramının eksene alınmasına kıyasla daha farklı sonuçlara ulaşılmasına yol açacaktır. Hele bu kavramlar bir de tarihsel arka plana sahipse ortaya çıkabilecek farklılıklar derinleşecektir.

Entelektüel rekabet hakikate ne kadar temas edildiğinden bağımsız bir şekilde “kimin kavramlarının ve hangi anlayışın küresel ölçekte geçerli olacağı” ve en nihayetinde “kimin söylemsel üstünlüğe sahip olacağı” üzerinedir. Bu rekabette hakikatin kendisi ancak sınırlı düzeyde bir ağırlığa sahiptir ve “türetilmiş gerçeklik” hakikate çoğu durumda galebe çalmaktadır. Bu rekabette medya (gazete, dergi, internet, popüler kitaplar vb.) özellikle kısa vadede kritik bir vazife gördüğü gibi, popüler kitaplar ve ders kitapları da kurgusal tarihin ve resmi söylemin “altının doldurulması” noktasında özellikle uzun vadede hayati bir öneme sahiptir.

Batı dünyası bu şekilde bilim, teknoloji ve felsefe alanında zamanlar üstü bir şekilde ve mutlak olarak üstün bir konumda olduğu şeklinde bir tarihsel kurguyu on dokuzuncu yüzyılda üretmiştir. İletişim ve ulaşımın yaygınlaşması da bu kurgunun küresel ölçekte “pazarlanabilmesi” noktasında Batı dünyasına önemli bir fırsat sağlamıştır. Böylece Batı dün yası, ekonomik ve askeri gücünün de büyük katkısıyla küresel ölçekte “söylemsel üstünlüğü” ele geçirmiştir. Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkede ise söz konusu “tarihsel kurgu” eleştirel bir bakışa tabi tutulmadan neredeyse olduğu gibi kabul edilmiştir. Böylece bu ülkelerde self-oryantalizm ve ona doğal olarak eşlik eden kültürel/kimliksel deformasyon ciddi boyutlara ulaşmıştır.

Sonuç olarak, sanayi devrimi sonrası dünyada devletler arasında; askeri, ekonomik, kültürel ve entelektüel alanlarda ciddi bir rekabet ortamı ortaya çıktı. Yirminci yüzyılın tartışmasız en büyük gücü olan ABD, sayılan bütün bu alanlarda küresel ölçekte bir hegemonya kurma noktasında büyük oranda başarılı oldu. Batı/Orta Avrupa haricindeki coğrafyalar ve devletler de ABD’nin üzerlerinde kurmuş olduğu nüfuzdan olabildiğince az etkilenmeye çalıştılar. (Batı/Orta Avrupa ise ABD’nin yarı uydusu haline geldi.) Başarı düzeyleri ise kendilerinin askeri, ekonomik, kültürel ve entelektüel boyutlarda ne kadar güçlü olduklarına bağlı olarak farklılaştı.

Bu yüzyılda Türkiye’nin istediğimiz ölçüde güçlü bir ülke olabilmesi de bu dört boyutta sergileyeceği performansa bağlı olacaktır. 2000’lerde askeri ve ekonomik alanlarda önemli ilerlemeler kaydeden Türkiye bu başarısını ne yazık ki entelektüel ve kültürel boyutlara taşıyamadı. Söz konusu dört boyutun birbirlerini önemli oranda etkileme potansiyelleri olduğu hesaba katılırsa bundan sonraki süreçte bu iki boyutta da Türkiye’nin mesafe kat etmesi bir zorunluluktur. Bunu gerçekleştirebilmek için ise öncelikle Batılı tarihsel kurgudan kendimizi arındıracak bir “zihinsel devrime” ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca, bilginin ve bilimin eksene alındığı bir “milli karakter” tesis edilmesi ve eğitim sisteminin de bu eksene göre dönüştürülmesi bir zorunluluktur.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası