Küresel ekonomi politikte tarihi kırılmalara sebep olan iki dünya savaşı da esasen güçlü devletler arasında; bir ekonomi, ticaret, enerji, teknoloji ve lojistik ağı savaşıdır. Birinci Dünya Savaşı sonunda, kimi imparatorluklar yıkılmış, toprakları gasp edilmeye çalışılmıştır. Yıkılan Almanya İmparatorluğu’nun sömürgeleri ele geçirilmiştir. Bu nedenle, Almanya küresel ekonomi politik sistemde yeniden güçlü olmak adına İkinci Dünya Savaşı’na yönelmiştir. Savaşın başlangıcında da bu hedefine ulaşma olasılığını yakalamıştır. İşte tam da bu noktada, ABD’nin elitistleri, İkinci Dünya Savaşı’nı ABD’yi “süper güç” yapacak tarihi bir fırsat olarak görmüşler; savaşın başlangıcında Almanya’ya demir-çelik ihracatı yaparak savaş makinesini büyütmekten geri kalmamışken, iki dünya savaşında topraklarında tek kurşun atılmamış ülke olarak ve dev sanayi hamleleri ile küresel ekonomik sistemin bir numaralı ekonomisi olmuşlardır.
ABD’nin dünya ekonomisinde iddiasını derinleştirmesinin özü, 1. ve 2. Sanayi Devrimi’ndeki hamlelerine uzanır. İki sanayi devrimi arasında, küresel ekonominin liderliğinin Britanya İmparatorluğu’ndan ABD’ye geçmesinin özü, kömürden petrole geçişte ABD’nin “enerji devrimi” başarısıdır. Bu dönem, 1830 ile 1945 arası aynı zamanda Batının ekonomik hegemonyasının ve bunun uzantısı olarak siyasi hegemonyasının yükseliş dönemiydi. Batılı ülkeler, Atlantik İttifakı, unutmayalım, enerjide kontrolü daha da sıkılaştırarak, hegemonyalarını perçinlediler. Bu nedenle, eğer bugün bir “3. Dünya Savaşı” olasılığını konuşuyorsak, bunun en kritik sacayaklarından birisinin yeni nesil enerji teknolojileri savaşı ve “yüzde 100 elektrikli dünya rekabeti” olduğunu unutmayalım. Bu nedenle, Türkiye’nin enerjide “Bağımsızlık Yürüyüşü”nün, sadece “Mavi Vatan”da değil, bugün Somali’de neden var olduğumuzla ilgili olduğunu defalarca idrak etmemiz gerekmektedir.
Bu noktada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olası 3. Dünya Savaşı'na ilişkin küresel platformlarda son dönemde tırmanan tartışmalara yönelik olarak, bütün ülkelerin gerilim değil, barış ve huzur iklimini inşa edecek çabaları hayata geçirmesi gerektiğine dair uyarısı da tarihi önemdedir. Çünkü, Atlantik İttifakı ülkelerinin bir kısmı, üçüncü bir dünya savaşı ile, kaybettikleri gücü, etki alanını geri kazanacaklarını zannediyorlar ise de Sayın Cumhurbaşkanının defalarca ifade ettikleri üzere, savaşın kazananı olmaz. Dışişleri Bakanı Fidan da İsrail'in Gazze'deki katliamları ve Rusya-Ukrayna Savaşı’nın 3. Dünya Savaşı'na yol açabileceğini ifade ederek, dünyanın bu senaryoyu ciddiye alması gerektiğini ve böyle bir riskin varlığının altını çiziyor. Batı’nın kimi başkentlerine çöreklenmiş ulus üstü yapılar ve küresel elitistlerin, Atlantik İttifakı’nın küresel sistemdeki hakimiyeti ellerinden kayıyor diye, çıkarmaya bir an için bile tereddüt etmeyecekleri üçüncü bir dünya savaşı olasılığını bütünüyle bertaraf etmek adına, Türkiye’nin de içinde yer aldığı E7 ülkelerine ve Küresel Güney ülkelerine hassas bir görev düştüğünü asla unutmayalım.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren, 1944 ile 1984 arası “güçlü devlet” kavramının idrakinde olan önde gelen ekonomilerin, 1984 ve sonrasında küresel elitistlerin yoğun propaganda ve pazarlama çalışmalarıyla öne çıkarılan “neoliberal anlayış” ile “güçlü devlet” kavramının önemini göz ardı edecek, unutacak hale gelmeleri ciddi manada ders çıkarılması gereken bir tablodur. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, dünya GSYH'sinin tek başına yüzde 48'ini üretir hale gelen ABD, “mutlak hakimiyet” dönemini ilan etmiş ve Atlantik İttifakı ülkelerini kendisiyle birlikte dünya ekonomisinde öne çıkarmış olsa da 2000'lerin başından bugüne sadece 24 yılda hem Batı hegemonyasının hem de ABD'nin “tek süper güç” olmasının çözülme dönemine şahit olmamız, çarpıcı ve ders çıkarılması gereken bir süreçtir. Atlantik İttifakı, diğer bir deyişle Küresel Kuzey, bu nedenle tarihi bir yol ayırımındadır.
Atlantik İttifakı’nın Üç Stratejik Hatası
Temel gerçek şu, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin öncülüğünde kurulmuş olan “küresel düzen” tarihinin en zorlu sınavını veriyor. Başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere, Atlantik İttifakı’nın küresel ekonomi politik sistemin işlerliği adına oluşturduğu çok taraflı uluslararası teşkilatlar ağır bir güven kaybına uğradı. Atlantik İttifakı, içinde bulunduğu zorlu tablo nedeniyle hem güç hem de itibar kaybı yaşıyor. Tarihimize altın harflerle kazınmış bir şiar olan “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” bağlamında, Atlantik İttifakı açısından ahlaki boyutları ile de zor bir sınavdan söz ediliyor. Bu nedenle, Atlantik İttifakı’nın son 40 yıldır hangi başlıklarda stratejik hatalar yaptığına dair sorgulama yoğunlaştı.
Aralarında Nobel ekonomi ödülü sahibi akademisyenler olmak üzere, önemli sayıda iktisatçı ve uzman, Atlantik İttifakı’nın en vahim hatasının “aşırı liberal” ekonomik model olduğunu net bir şekilde vurgulamaktalar. 1980’lerden itibaren popüler hale gelen ve yaklaşımına yönelik eleştirileri aralıksız küçümseyen, duymamazlıktan gelen “neoliberal” anlayış, Atlantik İttifakı ülkeleri için pek çok zorluğu da beraberinde getirdi. 40 yıllık bir dönemde, Atlantik İttifakı ülkelerinden başta Asya, hayli uzak coğrafyalara üretim ve sermayenin kaydırılması, içinde bulunduğumuz dönem açısından Atlantik İttifakı ülkeleri için önemli bir “bağımlılık” krizini de tetiklemiş durumda.
Neoliberal anlayışı daha ağır eleştiren bilhassa Avrupalı iktisatçılar, Atlantik İttifakı’nın kendi sanayisini zayıflattığını ve özellikle Asya ekonomilerini kendi elleriyle zenginleştirdiklerini belirtiyor. Bu nedenle, önceki ABD başkanı Trump’dan başlayarak, Amerikan sanayisini yeniden ayağa kaldırmaya, ABD sermayesini yeniden ABD’ye yatırım yapmaya özendirecek bir dizi düzenleme hayata geçirildi. Mario Draghi’nin başkanlığındaki uzmanlarca “Avrupa’nın Rekabetçiliği” üzerine hazırlanmış son çarpıcı rapor da, Avrupa’nın da bir kez daha sanayisini, bilhassa KOBİ’leri ayağa kaldırmak ve daha rekabetçi kılmak adına gecikmeksizin seri tedbirler alması gerektiğini vurguluyor. Yoksa, Avrupa için önümüzdeki 10 yıl daha da karanlık gözüküyor.
Atlantik İttifakı’nın ikinci stratejik hatası, “devleti küçültmek” yanılgısı oldu. Esasen, bu başlık ilk stratejik hata olan “aşırı liberal” anlayışla da örtüşmektedir. Atlantik İttifakı’nın pek çok ülkesinin “devleti küçülterek” içine düştüğü yanılgının bir iz düşümü de ülkenin silahlı kuvvetlerini de küçültmekti. Oysa aynı dönemde, üzerlerindeki tüm “neoliberal” baskılara rağmen, aralarında Türkiye’nin de yer aldığı E7 ülkeleri ve G20’nin Küresel Güney ülkeleri, bilhassa 2008 küresel finans krizinden sonra adeta uyanarak, yeniden “güçlü devlet” modeli için çabalarını yoğunlaştırdılar. Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vizyoner ve kararlı liderliğinde Türkiye Yüzyılı’nın özü de budur. Çünkü, bugün geldiğimiz noktada, Atlantik İttifakı ülkeleri anlıyorlar ki, “devletin esas kendisi reformcu ve dönüştürücü”dür.
Ülkenin sanayisinde, dijitalleşmede, enerji güvenliğinde, stratejik otonomiye dayalı savunma doktrininde; esas lider, esas reformcu, esas dönüştürücü bizzat devlettir. Türkiye’nin 2015’ten beri mücadelesini yoğunlaştırdığı temel gerçek de budur. Bu da bizi üçüncü stratejik hataya götürür. Nüfus artışındaki aşırı yavaşlamayı ihmal etmek. Bu nedenle, Sayın Cumhurbaşkanının 15 yıldır aralıksız “3 çocuk” konusundaki uyarılarının küresel anlamını iyi idrak etmemiz gerekiyor.
Avrupa Merkez Bankası eski başkanı ve İtalya’nın bir önceki teknokrat başbakanı Mario Draghi’nin başkanlığında bir uzman heyetin Avrupa Birliği (AB) Komisyonu adına hazırladığı ve yaklaşık bir ay önce yayınlanan “Avrupa’nın Rekabetçiliğinin Geleceği” raporu, Avrupa’nın nüfus açısından önemli bir tehditle karşı karşıya olduğunu hatırlatıyor. Öyle ki, Avrupa sadece yaşlanan nüfusu değil, yaşlanan zihinsel anlayışı (mantalite) ve yaşlanan altyapısı ile de büyük risklerle karşı karşıya. Aşırı miktarda yapılan yasal düzenleme ve kurallar Avrupa’yı artık küresel rekabette geride bırakıyor. Türkiye’nin son 22 yılda hem zihinsel devrim hem de mega projelerle yeni nesil alt ve üstyapı yatırım hamleleri ile kıtalar arası bir ağ merkezine dönüşümünün paha biçilmez değerinin de altını çizmemiz gerekir.
Küresel Rekabet ve Güçlü Devlet Modeli
Küresel jeopolitik ve jeoekonomik sıklet merkezi “Türkiye merkezde” olacak şekilde Atlantik'ten Asya-Pasifik'e doğru hareketini sürdürürken, Batılı ülkeler küresel ekonomik hegemonyalarının hızla erimekte olduğunun farkındalar. 2010'dan itibaren, yeni küresel güç merkezlerinin yükselişine dayalı bir “çok kutuplu dünya” dönemi, aralarında Türkiye'nin de yer aldığı E7 ülkeleri ile G20'nin Küresel Güney ülkelerinin yükselişiyle, Batı hegemonyasının hakimiyetini koruma mücadelesi yoğunlaştı. Bugün, dünyanın farklı noktalarında tırmandırılan küresel ve bölgesel jeopolitik çatışmalar ve savaşlar, Batı hegemonyasının bilhassa “safları sıklaştırma” arayışının da uzantısıdır. Atlantik İttifakı ve Küresel Kuzey ülkeleri, “neoliberal model”in ölümünü ilan etmek ve “neoliberal ötesi güçlü devlet (post neoliberal state)” modeline geçişi hızlandırmaları gerektiğinin farkındalar. Son 40 yıl, hammaddeden kritik minerallere, enerjiden sanayi ürünlerine, “stratejik otonomi”den uzak bir anlayışla oluşturulmuş “bağımlılık” ağı, jeopolitik ve jeoekonomik gerginliklerle aleyhlerine dönmüş durumda.
Bu nedenle, Atlantik İttifakı ülkeleri ve müttefiklerinin de içinde yer aldığı askeri, siyasi ve ekonomik teşkilatların çatısı altında, Küresel Güney ülkelerine hammadde, kritik madenler, enerji türevleri ve teknolojileri, dijital teknolojiler ve sanayi ürünlerindeki bağımlılıklarını hızla azaltacak yeni bir “güçlü devletler birliği” oluşturmanın derdine düşmüş durumdalar. Bu nedenle, Küresel Güney ülkelerinden kendileriyle iş birliği yapabilecek ülkeleri de hızla bu teşkilatlara üye yapmaya ve küresel ekonomi politik sistemdeki diğer güç merkezleri ile aralarına mesafe sokmaya çalışıyorlar. Küresel Güney ülkeleri ise, kendilerine gösterilen yoğun ilginin farkında olarak, sadece bir ittifakın veya kanadın parçası olmayı düşünmüyorlar, çok yönlü bir küresel ve bölgesel ilişkiler ağı oluşturmaya daha meyilli gözüküyorlar. Çünkü, Küresel Güney ülkeleri de 2010'dan bu yana ekonomileri için önceliklendirdikleri “güçlü devlet” modelinin avantajlarını, salt bir kampa, bir ittifaka yaslanarak kaybetmek istemiyorlar.
Küresel ekonomi politik sisteminin önde gelen ekonomileri ve önde gelen aktörleri, üçüncü bir dünya savaşına doğru gidişi tartışırken, önümüzdeki dönemde, 21. yüzyılın “güçlü devlet modeli”ne yönelik fikir çatışmalarının ve bilimsel yaklaşımların daha da yoğunlaştığına şahit olacağız. Ekonomideki her türlü dönüşümü, hatta ülkenin sosyoekonomik yapısındaki gelişmeyi dahi özel sektöre yükleyen “neoliberal” anlayış miadını doldurdu. Devletin ekonomiyi dönüştürücü gücü, sahalara geri dönüyor. Bu nedenle, devletin koordinasyonunda; sanayide, dijitalleşmede, enerjide, ulaştırma ve lojistikte ve daha da önemlisi ülkenin savunma doktrininde gerçekleşecek yerli ve milli dönüşüm için yeni yatırım kaynakları da oluşturulması gerekiyor. Önümüzdeki dönemde, söz konusu yatırım kaynaklarına yönelik çalışmaların da hız kazandığına hep birlikte şahit olacağız.
Milli İrade ve Güçlü Devlet
Türkiye’nin bulunduğu coğrafya, Anadolu ve Trakya, binlerce yıldır kıtalar arası üretim, ticaret ve lojistik ağı adına stratejik bir konuma sahip. Selçuklu İmparatorluğu’ndan Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bin yıllık tarihimizde, Türklerin bu derece kadim ve stratejik önemi haiz bir bölgenin hakimi olması birçok uygarlığı ve devleti her daim rahatsız etti ve bitmek tükenmek bilmeyen azmimizle, inancımızla, yurdumuza olan sevdamızla tüm savaş, operasyon, hainlik ve kumpasların üstesinden gelmeyi başardık. 40 yıldır, kimi başkentlere çöreklenmiş ulus üstü yapıların söz konusu başkentlerdeki aparatlarıyla laboratuvar ortamında ürettikleri her türlü terör yapısıyla azimle mücadelemizi sürdürüyor, aralıksız eziyoruz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da belirttiği üzere, bilhassa bölgemizde sınırların bir asır evvelki gibi kan ve gözyaşıyla çizilmek istendiği bir dönemde, vatanımızın bekasını, güvenliğini korumak için her tedbiri alıyoruz. Avrasya’daki tartışılmaz gücü, ülkemizi küresel ölçekte bir “oyun kurucu” ülke konumuna taşıdıkça, Türkiye; savunma, enerji, ulaştırma, dijital ve lojistik ağlarında milli-yerli atılımları, yatırımları ve “stratejik otonomi”ye dayalı başarılarıyla tarih yazmayı, dünyadaki jeopolitik dengeleri derinden etkilemeyi sürdürdükçe, uluslar üstü yapıların aparat olarak kullandığı terör örgütlerinin başarılarımızın mimarı kuruluşlarımıza olan saldırıları devam edecek. Milli istihbarat, milli diplomasi ve milli iletişim başarılarımızla terör örgütlerini inlerinde yok etmeyi ve coğrafyamızın bütününden silip atmayı gerçekleştirdikçe, ülkemizin küresel ekonomi politikteki yükselen konumu daha da derinleşecek.
21. yüzyılın bu dönemi, küresel güç merkezleri arasında rekabetin ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı E7 ülkelerinin yükselişinin hızlandığı, Küresel Güney ülkelerinin küresel ekonomi politikteki ağırlığının fazlalaştığı bir dönem. Bu nedenle, küresel sistemdeki çok katmanlı rekabet, artık “neoliberal” anlayışla yürütülebilecek bir dönem değil. Dünya siyasetinde iddiası olan her ülke, “güçlü devlet” modelinin gerekliliğinin farkında. 15 Temmuz hainliği, FETÖ gibi dünyanın en tehlikeli terör örgütlerinden birisinin 60 yıl adım adım ülkemizin kılcal damarlarına kadar sızma girişimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin 21. yüzyılda küresel ölçekte “güçlü devlet olma” hedefine ve Avrasya’nın kaderini değiştirme gücüne indirilmeye teşebbüs edilen son darbe girişimiydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararlı liderliği ve halkımızın çelikten iradesi ile bu son hainliğin de üstesinden gelmeyi bildik.
1980’lerin ve Soğuk Savaş sonrası 1990’ların dünyasında belirli bir kesimin öne çıkardığı “neoliberal” anlayış, pek çok ülkenin, bilhassa bugün Küresel Güney olarak tanımladığımız ülkelerin başını sıklıkla belaya soktu. Ne zaman ki, 2008 küresel finans kriziyle, söz konusu neoliberal anlayış, G7 ekonomilerine de bela getirdi; o zaman, neoliberal modelin yanlışlıklarını, eksikliklerini dile getiren, aralarında Nobel ekonomi ödülü sahibi iktisatçıların da olduğu uzmanlar daha fazla dinlenir oldu. G7 ülkeleri, “neoliberal” dönemin sona erdiğini ancak “Kovid-19” ve hızla tırmanan jeopolitik gerginliklerle kabullenmek durumunda kaldılar. Küresel düzenin yeniden inşası, bir numaralı gündem maddesiyken ve küresel ekonomi politik sistem yeniden yapılanma dönemindeyken; “güçlü devlet modeli” ile üretim, teknoloji, enerji, lojistik ve savunma alanlarını milli ve yerli atılımlarla dönüştürebilen ülkelerin küresel ölçekte iddialı olabileceği yeni bir dönemin içindeyiz artık. Bu nedenle, “Türkiye Yüzyılı” Vizyonu adına aralıksız çalışmayı sürdüreceğiz.
Türkiye’nin Gücü ve Bağımsızlık Yürüyüşü
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın her daim vurguladığı en hayati gerçeği bir kez daha ifade ederek, Avrasya'dan küresel ekonomi politik sisteme taşıdığımız “büyük ve güçlü Türkiye” hedefi ve “bağımsızlık yürüyüşü”, sadece Türkiye'nin uluslararası düzeydeki tartışılmaz başarısının tescili değil, aynı zamanda mazlumlarla birlikte tüm dünya için yeni bir dönemin habercisidir. E7 ülkelerinin küresel sistemdeki etkilerini derinleştirdikleri bir dönemde, yükselen gelişmekte olan ülkelerin birbirlerinden ilham alıp birbirlerine ilham verdikleri bir zaman diliminin içerisinden geçiyoruz. BRICS Zirvesi'nde Sayın Cumhurbaşkanı ve Türkiye için dünyanın önde gelen liderlerinin sarf ettikleri sözler ve Sayın Cumhurbaşkanının aile fotoğrafına katılırken gerçekleştirilen seremoni, tüm dünyaya güçlü bir mesaj anlamı taşımaktadır.
Yine Sayın Cumhurbaşkanının vurguladıkları bir başka kritik tespiti hatırlatmamız gerekirse; Türkiye sadece tarihiyle, kültürüyle, birikimiyle değil, hadiseleri okuyuş tarzı itibarıyla da çok büyük bir devlettir. Yerelden küresele, dünyanın her noktasında uluslararası ekonomi politik sisteme dair her oyunu, her manevrayı, her kumpası, her saldırıyı, her hamleyi; milli istihbarat, milli diplomasi ve milli iletişim imkan ve kabiliyetlerimizle detaylı analiz ediyor ve birkaç hamle ileriyi düşünerek yeni hamleleri hazırlıyoruz. Bu nedenle, TUSAŞ'a yönelik son saldırı da tüm boyutları ile analiz edilecek ve bu saldırının arkasındaki aklı dumura uğratacak yeni stratejiler oluşturulacak. Kimi dünya başkentlerine çöreklenmiş ulus üstü yapıların aparatları ne kadar çabalarsa çabalasın, Türkiye'nin bağımsızlık yürüyüşünü durdurmak, engellemek, sekteye uğratmak artık mümkün değil.
Türkiye 22 yıllık bir mücadelenin sonrasında, savunma ve güvenlik alanında bir destana imza atıyor. Somali'de Oruç Reis Gemisi ile gerçekleştireceğimiz çalışmalarla, enerjideki bağımsızlık yürüyüşümüzü de yeni bir uluslararası eşiğe taşıyoruz. Üstelik, farklı kıtalardaki dostluklarımızı pekiştirerek ve derinleştirerek. Sayın Cumhurbaşkanının vizyoner ve kararlı liderliğiyle, eski bakanlarımızdan Sayın Berat Albayrak’ın yoğun gayretleriyle, savunma alanındaki tarihi başarı sonrası, enerji alanında da tarih yazacağımız yeni bir sürece giriyoruz. Savunma sanayiinde büyük başarılara imza atan kamu ve özel sektör şirketlerimiz gibi, Türkiye'nin bağımsızlık yürüyüşü için, enerji, dijital teknolojiler, siber teknolojiler, siber güvenlik, uydu sistemleri, uzay teknolojileri, yapay zekâ teknolojileri alanında da Türkiye'nin bağımsızlık yürüyüşüne güçlü katkı sağlayacak kamu ve özel sektör şirketlerimizin başarıları hayati önemde olacak.
Nasıl ki, Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması, dünyadaki çok sayıda gelişmekte olan ülkeye ilham kaynağı oldu; bugün de Türkiye'nin küresel sistemde artan ve derinleşen gücü ve bağımsızlık yürüyüşü, Cumhuriyetin 100. yılında yine gelişmekte olan ülkelere ve bilhassa mazlumlara ilham ve moral kaynağı oluyor. Bu nedenle, çok daha fazla çalışmaya ve aralıksız başarılı olmaya mahkumuz. Bunca gelişmekte olan ülke, küresel sistemde E7 ülkeleri arasında örnek alacakları ülkeleri büyük bir heyecanla takip ederken, Türkiye'nin her küresel düzeydeki başarısı, Asya'dan Afrika'ya, oradan da Latin Amerika'ya çok geniş bir coğrafyayı hareketlendiriyor. Bu nedenle, Güneydoğu Asya, Afrika ve Latin Amerika ile ekonomik, ticari, askeri ve siyasi ilişkilerimizi hızlandırarak derinleştirmemiz gerekiyor. Türk Devletleri Teşkilatı'nın taşıdığı paha biçilmez anlamı da bir an olsun unutmayalım.
Türk Devletleri Teşkilatı ve Küresel Rekabet
Türk Devletleri Teşkilatı'nın (TDT) kurucu belgesi Nahçıvan Anlaşması'nın 15. yıldönümünde, Türk devletleri arasında “dilde, fikirde, işte birlik” şiarıyla derinleşen iş birliği sürecini, “küresel düzen”in hayli zorlu, karmaşık, jeopolitik gerginliklerle bezeli dönüşüm dilimi içindeki anlamıyla da idrak etmekteyiz. Temel gerçek şu; 1850'den itibaren hız kazanarak, Türk Devletleri Teşkilatı'nı temsil eden coğrafyanın merkezinden Atlantik'in ortasına doğru yer değiştiren “küresel sıklet merkezi”, yaklaşık 80 yıl aynı noktada kaldıktan sonra, son 25 yılda yeniden Atlantik'in ortasından Türk Devletleri Dünyası'nın merkezine geri dönüşünü gerçekleştiriyor. Küresel sistemdeki onca fırtına, küresel ve bölgesel savaşların, çatışmaların özü de söz konusu kaçınılmaz yer değişikliğinin durdurulmasına veya belirli bir dönem için yavaşlatılmasına yönelik çırpınışların yansıması olarak analiz edilmeli.
Özünde, dünya tarihinde farklı bir ağırlığı söz konusu olan üç kıta, Asya, Avrupa ve Afrika'nın ekonomik, ticari, siyasi, askeri bağlantısallık ağının merkezi de, bu temel gerçekten mülhem, yine Türk devletleri dünyasının tam merkezine doğru hareketini sürdürüyor. Bu nedenle, bir tarafta ulus ötesi yapılar, bir diğer tarafta ise küresel güç merkezlerindeki müesses nizam kurumları, var güçleriyle Türk devletleri arasında derinleşen kardeşliği, ekonomik, ticari, siyasi ve askeri iş birliğini, Türk devletlerinin kıtaları birbirine bağlayan ulaştırma ve lojistik ağı atağını parçalamaya, ülkelerimiz arasındaki iş birliğini beyhude çabalarla sabote etmeye çalışıyorlar. Oysa, Türk devletlerinin tümü, hepimiz, bu tarihi ve insani değerlerle örülmüş kardeşliğe dayalı iş birliğinin Türk dünyasını küresel ekonomi politik sistemde ne kadar güçlü bir konuma taşımakta olduğunun farkındayız. Bu nedenle, aramızdaki bu sımsıkı birlikteliği, kardeşliği zehirlemeye çalışan her türlü yapıyla mücadelede her daim uyanık olmak zorundayız.
Sayın Cumhurbaşkanı, küresel sınamalarla mücadelemizde en önemli gücümüz ve uluslararası sistemin yeni sinerji merkezi olan Türk Devletleri Teşkilatı’nı güçlendirmeyi sürdüreceklerini kararlı bir şekilde vurguluyor. Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan'ın kararlı ve vizyoner liderliğinde, benim de bir parçası olduğum yaş kuşağı ve büyüklerimiz için Türk dünyasındaki tarihi ve insani kardeşliğin en anlamlı nişanelerinden birisi olan Türk Devletleri Teşkilatı'nın yüreğimizde kopardığı sevinç ve fırtınayı tarif etmek çok zor. Bu nedenle, bu kardeşliğin ve derin iş birliğinin 21. yüzyıl ve küresel düzenin yeniden yapılanma sürecinde taşımakta olduğu paha biçilmez anlamı, genç nesillerimize en iyi şekilde anlatmak ve benimsetmek gibi ulvi bir görevimiz de söz konusu.
Bu nedenle, yeni enerji teknolojilerinde, yeni dijital teknolojilerde, konvansiyonel ve yeni nesil savunma teknolojilerinde, siber güvenlik teknolojilerinde, kritik mineral ve maden teknolojilerinde, ticaret, ulaştırma, lojistik ve enerji koridorlarının geliştirilmesi ve genişletilmesinde, Türk dünyası coğrafyası için ortak gümrük ve ticaret iş birliği süreçlerinin derinleştirilmesinde; tüm bu tarihi adımların ortak dil ve fikir birliği ile gerçekleştirilmesinde aralıksız yoğun çalışmamız gerekiyor. Türk devletlerinin birlikte inşa edeceği ulaştırma, lojistik ve kalkınma koridorları, sadece Avrasya'nın kaderini değiştirmeyecek; özünde Türk dünyasının çevresindeki büyük bir coğrafyayı da, Afrika'yı da daha müreffeh bir geleceğe taşıyacak. Küresel rekabetin geleceğinde daha iddialı olmamız adına derinleştireceğimiz iş birliği, Türk devletlerine trilyon dolarlar düzeyinde bir katma değer ve refah olarak geri dönecek.