Kriter > Siyaset |

Sığınmacı Sorunu ve Hukuki Yetersizlikler


Küresel düzeyde ülkesini kitlesel olarak terk eden sığınmacıların sayısı, Ukrayna’daki savaş ile birlikte 100 milyonu geçti. Bu rakam 2020 sonunda yaklaşık 82.4 milyon idi. Kitlesel göç olgusu bir yandan göç edenler adına çözülmesi gereken büyük sorunlar meydana getirirken diğer yandan komşu ülkeler için de ciddi ekonomik, sosyal ve güvenlik sorunları oluşturuyor.

Sığınmacı Sorunu ve Hukuki Yetersizlikler
Yunanistan’da bulunan Avrupa'nın en büyük mülteci ve göçmen kamplarından biri olan Moria kampında çıkan yangından zarar gören bir çadır (Nicolas Economou/NurPhoto-Getty Images)

Kişilerin vatandaşı oldukları veya yaşadıkları ülkelerinden ekonomik, siyasal veya sosyal nedenlerle başka ülkelere göç etmek zorunda kalmaları yeni bir olgu değil. Ancak günümüzde özellikle iç çatışmalar ve savaşlar, boyutları her geçen gün büyüyen bir kitlesel göç olgusu ortaya çıkarmış durumda.

Son yıllarda çatışma bölgelerindeki milyonlarca insan ülkelerini terk etmek durumunda kaldı. Suriye’den 6.6 milyon insan ülke dışına çıkmak zorunda kalırken, bu göç yükünün 3.6 milyon kadarını Türkiye, 660 binden fazlasını Ürdün, 1.5 milyon kadarını Lübnan omuzlarken, uzak ülkelerden sadece Almanya 1.24 milyon kadarını yükümlenmiştir. Afganistan’da, yaşanan çatışmalar nedeniyle 2022’ye kadar 3.4. milyondan fazla kişi, Yemen’deki çatışmalar nedeni ile 4 milyondan fazla kişi ve Ukrayna’da yaşanmakta olan savaş nedeni ile şu ana kadar 6 milyondan fazla kişi ülkelerini terk etti. Ukrayna’dan gidenlerin çoğunluğu da komşu ülkeler olan Polonya, Romanya, Slovakya, Macaristan ve Moldova’ya sığındı. Küresel düzeyde ülkesini kitlesel olarak terk eden sığınmacıların sayısı, devam eden bazı çatışmalar ve Ukrayna’daki savaş ile birlikte 100 milyonu geçmiş durumda. Bu rakam 2020 sonunda yaklaşık 82.4 milyon idi.

Kitlesel göç olgusu bir yandan göç edenler adına çözülmesi gereken büyük sorunlar meydana getirirken diğer yandan ekonomik veya sosyal sorunların ve özellikle çatışmaların yoğunlaştığı bazı bölgeler, komşu ülkeler için de ciddi ekonomik, sosyal ve güvenlik sorunları oluşturuyor.

Türkiye, sahip olduğu coğrafi konumunun da etkisi ile tarih içerisinde önemli göç ve sığınmacı akımlarına ev sahipliği yapmıştır. Günümüzün bazı küresel, bölgesel ve ulusal gelişmeleri, Türkiye’nin sığınmacı meselesi ile ilişkisini daha da genişletmiştir. Türkiye, Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika gibi bölgelerde sıkça yaşanan istikrarsızlıklar ve çatışmalardan kitlesel olarak kaçan insanlar için yalnızca geçilip gidilecek bir ülke değil, gelişen ekonomik ve siyasal şartları nedeni ile aynı zamanda hedef ülkelerden birisi haline gelmiştir.

Genel olarak dünyada sığınmacı sorununun büyümesi, hem düzensiz göçe yol açan nedenlerin ortadan kaldırılmasını ya da azaltılmasını hem de düzensiz göçmen yükü ile karşı karşıya kalan ülkelerin yükünün hafifletilmesini sağlayacak uluslararası hukuki düzenlemelerin ve kurumsal yapıların yeterliliğinin sorgulanmasına yol açmaktadır.

 

Mültecilere-Sığınmacılara Dair Uluslararası Hukuk Kuralları ve Uluslararası Kurumsallaşma

Devletler, kendi ülkelerini terk ederek gelen yabancıları, haklar ve sorumluluklar açısından farklılıklar gösteren değişik statülerle kabul etmektedirler. Bazı yabancılar göçmen ya da göçmen işçi statüsünde kabul edilirken bazıları ise mülteci, şartlı mülteci, sığınmacı, ikincil koruma, geçici koruma gibi statülerle kabul ediliyorlar. Devletlerin ulusal hukuklarınca düzenlenen bu statüler, bazı yönleri ile uluslararası hukukun da düzenlediği konular arasında.

Mülteci statüsünü düzenleme konusu yapan 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Cenevre Sözleşmesi, (1951 Cenevre Sözleşmesi) mülteci kavramını “ırkı, dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeni ile takibata uğrayacağından haklı olarak korktuğu için, vatandaşı olduğu ülke dışında bulunan ve vatandaşı olduğu (ya da ikamet ettiği) ülkenin himayesinden istifade edemeyen veya korkudan dolayı istifade etmek istemeyen” olarak tanımlıyor ve Sözleşme’ye taraf devletlere bu nitelikleri taşıyan kişilere mülteci statüsü verme yükümlülüğü getiriyor.

Devletlerin, ülkelerine bireysel ya da toplu olarak gelmiş kişilere mülteci statüsü dışında tanıdıkları şartlı mülteci, sığınmacı, ikincil koruma ve geçici koruma statüleri ise uluslararası sözleşmelerle doğrudan düzenlenmiş statüler değiller. Söz konusu hukuki statüler devletlerin, özellikle ciddi insan hakları ihlallerine uğrayacağından ya da savaş şartlarında ciddi hayati tehlike yaşayacaklarından endişe duydukları kişileri ülkelerine kabul ettikten sonra tanıdıkları ve haklar bakımından farklılıklar gösteren statüler.

Genel olarak sığınmacılar diyebileceğimiz ve dünyada yaşanan göçün esasen büyük bir çoğunluğunu oluşturan bu grubun hakları ve statülerine ilişkin, devletlere doğrudan yükümlülükler getiren uluslararası hukuki düzenlemeler bulunmadığı için devletler bu statülerin içeriğini düzenlemede bir nevi geniş bir hareket alanına sahipler. Bu durum mülteciler dışındaki kişilerin, yani sığınmacıların yaşam şartlarını birçok açıdan olumsuz etkilerken, devletlerin sığınmacılarla ilgili karşılaştıkları yükün küresel yönetiminde de sorunlara neden oluyor. Zira uluslararası hukuk, şiddet, ayrımcılık veya çeşitli siyasal baskılarla kendi ülkelerinden kaçmak zorunda kalmış kişilerin zulüm görme riski olan ülkelere geri gönderilmemesini yükümlülük (non-refoulement ilkesi) haline getirmiş durumda ancak mülteci statüsüne alınabilecekler dışındakilerinin ve bunları kabul eden devletlerin yaşayabileceği sorunların hafifletilmesine dair genel prensipler belirleyen bir düzenleme ise halen yapılmadı.

UNHCR kayıt merkezi
UNHCR, Rus saldırısının ardından Polonya'ya kaçan Ukraynalı mültecilere nakit yardımından faydalanması için kayıt merkezi açtı. (Beata Zawrzel/NurPhoto-Getty Images, 13 Nisan 2022)

 

İltica ile ilgili uluslararası kurumsal yapılanmanın da yetersizlikleri bulunuyor. Bu bağlamda kurumsal gelişme süreci 1921’de başlayıp o tarihte Milletler Cemiyeti bünyesinde bir Yüksek Komiser tayin edilmesine, İkinci Dünya Savaşı esnasında 1943’te BM Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi (UNRRA) kurulmasına ve Savaş sonunda Temmuz 1947’de Uluslararası Mülteci Örgütü kurulmasına, 1949’da BM Ortadoğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışmalar Ajansı kurulmasına ve 1950’de ise BM Kore Yeniden Yapılanma Ajansı kurulmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdeki en önemli kurumsal gelişme Aralık 1949’da BM Genel Kurulu kararı ile teşkil edilen ve daha sonra sürekli hale gelen BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) olmuştur.

BMMYK Statüsü’ne göre Komiserlik, Birleşmiş Milletler’in nezareti ve Genel Kurul’un yetkisi altında hareket eden, kendisine Genel Kurul veya Ekonomik ve Sosyal Konsey tarafından verilen politika talimatlarını uygulayan bir kuruluştur. Komiserlik, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin uygulanmasında önemli fonksiyonlar görmekteyse de günümüzde ilgi alanı, Sözleşme’nin kapsamından daha geniştir. Ancak bütün bunlar, sorunların çözümünde yeterli değildir.

Günümüzde bir dünya formu olan ve küresel ölçekte sığınmacılara yardımda da esas rolü oynayan BM, BMMYK vasıtası ile yaklaşık 60 milyon sığınmacıya destek veriyor. Komiserlik, devletler ile özel antlaşmalar yapıp mültecilerin durumunu iyileştirmek, gönüllü geri dönüşleri desteklemek, sığınmacıların ülkeler tarafından kabulünü teşvik gibi faaliyetler yürütüyor.

Bölgesel yapılanmalardan Avrupa Birliği’nin sığınmacılar için çeşitli kurumlar ve fonlar oluşturduğunu biliyoruz. Ancak bunlar daha ziyade Avrupa’nın sığınmacı yükünden korunması ile ilgili maksatlar yönünde çalışıyorlar.

BMMYK, sığınmacılara destek anlamında yoğun çalışan bir kurum olmasına rağmen, esasen tek başında etkili bir uluslararası kurumsal mekanizma oluşturduğu anlamına gelmiyor. Özellikle uluslararası bölgesel yapılanmaların yetersizliği bu konuda da etkin bir noktaya gelinemediğini gösteriyor.

 

Sığınmacıların Sorunları

Geri gönderilmeme ve mülteci statüsüne başvurma haklarından yaralanarak mülteci statüsüne kabul edilmiş kişilerin, bu statüde bulundukları ülkede hangi haklara sahip oldukları, 1951 Cenevre Sözleşmesi ile düzenlenmiştir.

Sözleşme’de güvence altına alınan hakların, söz konusu ülkede bulunan diğer yabancılara tanınan haklardan daha düşük olamayacağı, taraf devletlerin, Sözleşme hükümlerini mültecilere, ırk, din veya geldikleri ülke bakımından ayrım yapmadan uygulayacakları, her mültecinin bireysel statüsü, daimi ikametgahının bulunduğu devletin kurallarına veya eğer daimi ikametgahı yoksa bulunduğu devletin kurallarına tabi olacağı, gelir getirici işler ve özellikle ücretli bir meslekte çalışma hakkı tanıma, ülkelerinde yasal olarak ikamet eden mültecilere, tarım, sanayi, küçük sanatlar ile ticaret sahalarında kendi iş yerlerini açmak ve sanayi, ticari şirketler kurma hakkı gibi haklar sıralanmıştır.

Ancak, mülteci statüsünde olanların değil de, yukarıda belirtilen geçici nitelikli statülerden birisinde bulunan kişilerin hakları uluslararası sözleşmelerle doğrudan düzenlenmiyor. 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin bireysel iltica başvuruları yanında toplu başvurularda da uygulanmasının önünde bir engel bulunmamakla birlikte, bu kişilerin haklarının düzenlenmesi ulusal mevzuatlara kalmış durumda.

Söz konusu kişilerin, sığınılan devlet tarafından sağlanması ve korunması gereken haklarının neler olduğunu doğrudan düzenleyen bir uluslararası sözleşme bulunmadığından, bu konuda uluslararası hukukun yegane ölçütü, temel insan haklarının korunması oluyor. Bu nedenlerle, sığınmacıların sahip olduğu açıkça kabul edilmiş geri gönderilmeme hakkı dışında diğer haklarına dair ilgili düzenlemeler esasen temel insan haklarının korunmasına dair düzenlemeler olmaktadır. Hem bireysel hem de kitlesel sığınmayı doğuran şartların ağırlığı hatırlandığında, değişik ülkelerde farklı insan hakları anlayışlarına göre farklı ağırlıkta sorunlarla karşılaşılması kaçınılmaz oluyor.

Görüldüğü gibi, devletlerin uluslararası hukuka göre sığınmacılara ya da geçici koruma altında olan kişilere ilişkin yükümlülüklerini saptamada temel insan haklarına dair uluslararası anlaşmalar ve ilgili uluslararası yapılageliş kuralları esas hukuki çerçeveyi oluşturuyorlar. Ancak bu sözleşmeler, sığınmacıları ya da geçici koruma altında olanları doğrudan düzenlemediği için etkinliği tartışmalı durumda.

Öte yandan mülteci tanımının 1951’de yapılması ve esasen dar bir tanım olması, günümüzde ülkesini terk etmek durumunda kalan kişilerin çoğunluğunu kapsamaması, bu kişiler için hukuki güvence eksikliklerini de beraberinde getiriyor. Bunu telafiye yönelik bazı girişimler geçmişte oldu. Afrika Birliği Örgütü’nün 1969’da kabul ettiği Afrika’da Mülteci Sorunları Hakkında Sözleşme’nin 1. maddesi, menşei ülkesini dışsal saldırganlık, işgal, yabancı hakimiyeti veya kamu düzenini ciddi biçimde bozan olaylar sonucu terk edenleri de kapsam dahiline alan bir tanım yapıyor.

Öte yandan, 1954 Caracas Anlaşması açıkça başka bir ülkeden gelen ve orada inanç, görüş ve siyasi aidiyet veya siyasi suç kabul edilen eylemlerden dolayı zulme uğrayanların sığınmacı kabul edileceğini hükme bağlıyor. 1980’lerde Orta Amerika’da yaşanan iltica krizi, geniş bir mülteci tanımı yapan Cartegena Bildirgesi’nin kabulüne neden olmuştu. Bildirge, ülkelerini; genel bir şiddet, yabancı saldırganlığı, iç çatışma, kitlesel insan hakları ihlalleri ya da kamu düzenini ciddi olarak bozan başka nedenlerle hayatları, güvenlikleri ve özgürlüklerinin tehlikeye düşmesi sonucu terk eden insanları da kapsıyor.

Ancak bütün bu sözleşmeler küresel nitelikli bir hukuki statü oluşturmuyorlar. Üstelik bunlardan bazıları bağlayıcı belgeler de değiller. Bu nedenle sığınmacılar için küresel bir uluslararası sözleşme yokluğu, bir hukuki güvence eksikliği oluşturmaya devam ediyor.

Bir başka sorun, sığınmacıların bulunduğu topluma uyumlarıdır. Topluma uyum, birçok açıdan değerlendirilebileceği gibi, insani boyutu ile de değerlendirilebilir. Toplumdaki davranış kalıplarını bilmemek, kültürel unsurları tanımamak, ülkenin fiziki niteliklerini bilmemek, sığınmacılar için ciddi sorunlar oluşturuyor. Öte yandan, toplumun sığınmacıları tanımıyor olması da bir uyum sorunu ve hem sığınmacılara hem de toplumun kendisine olumsuz yansımaları bulunuyor.

Uluslararası hukuk düzeyinde sığınmacıların topluma uyumunun sağlanmasına dair kabul edilmiş bir ilkeler dizisi veya oluşturulmuş kurumsal bir yapılanma bulunmuyor. Oysa uyum kavramı eğitimden çalışma hayatına, sosyal hayattan sağlık alanına kadar hayatın temel bütün alanlarını kapsayan çok yönlü bir süreç olduğundan yüksek bir ilgi, planlama ve uygulama gerektiriyor. Bu önemli sürecin küresel anlamada etkili yürütülmesinde uluslararası ilkelerin oluşturulmamış olması ve bu ilkelerin uygulanışını destekleyecek kurumsal yapının kurulmamış olması önemli bir başka eksikliktir.

Meksikalı vatandaşlar “Başlık 42
Eski ABD Başkanı Trump tarafından uygulamaya konulan halk sağlığı yasasının "Başlık 42" düzenlemesiyle, insani koruma talep eden düzensiz göçmenler reddedilerek Meksika'ya sınır dışı edilmiş, Biden yönetimi de bu düzenlemenin devamına karar vermişti. Fotoğrafta Meksikalı vatandaşlar “Başlık 42"yi protesto ediyor. (Guillermo Arias/AFP-Getty Images, 22 Mayıs 2022)

 

 

Sorunlar ve Öneriler

Yukarıda özetlenen uluslararası hukuki durum, mülteci tanımının kısıtlı kaldığını ve özellikle savaş mağdurlarını kapsamadığını gösteriyor. Mülteci tanımının genişletilerek bu türden kitlesel göçe dahil kişilerin kapsanması kısa dönemde mümkün olamayacaksa da, kitlesel göçe dair uluslararası mevzuat ve kurumsal yapının güçlendirilmesi ve böylelikle savaş mağdurlarının durumuna ilişkin kapsamlı bir ilkeler dizisi oluşturulması öncelikli olmalı. Bu ihtiyacın göstergeleri günümüzde açıkça ortadadır.

Şu ana kadar özetlenen uluslararası mevzuat ve kurumsal yapının, kitlesel göçü kabul etmek durumunda kalan ülkelerin üstlendikleri sorumlulukları ve yükün adil paylaşımını sağlayacak nitelikte olamadığı görülüyor. Geri göndermeme prensibi gereği özellikle komşu ülkelerden gelen kitlesel göçü kabul eden ülkeler, söz konusu yükü büyük oranda kendileri omuzlamak zorunda kalıyorlar. Yapılacak uluslararası düzenlemelerle kitlesel göçün yükünü sistematik olarak paylaştıracak bir yapı kurulmalıdır.

Öte yandan, kitlesel göçü kabul ederek, belirli bir süreliğine de olsa çok sayıda sığınmacıyı ülkesinde tutan devletlerin, zaman uzadıkça, söz konusu sığınmacıları geri gönderebilme seçenekleri kısıtlanıyor. Zira sığınmacılar, zaman geçtikçe makul biçimlerde olmasa da yerel toplumun bir parçası haline geliyor, uzun vadeli sorunların bir unsuru olabiliyor ve seçenekleri gittikçe azalıyor. Geri göndermenin kolaylaştırılması anlamda, devletlerarasısı dayanışmayı güçlendirecek hukuki düzenlemeler ve kurumsal yapılanmaların güçlendirilmesine ihtiyaç vardır.

Sığınmacılar açısından bakıldığında ise mültecilerin durumunda olduğu gibi belirli hakların minimum düzeyde de olsa güvence altına alınmasını doğrudan sağlayacak uluslararası sözleşmelerin yapılmasına ihtiyaç bulunuyor. Ayrıca, sığınmacıların bulunuşu geçici nitelikte de olsa bulundukları süre boyunca topluma uyumlarının sağlanması hem sığınmacılar hem de ev sahibi toplum açısından önem arz etmekte, bu nedenle toplumla uyuma dair uluslararası ilkeler oluşturularak bunların esas alınması, insani mülahazaların gereğinin yerine getirilmesi açısından da önem göstermektedir.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası