Kriter > Siyaset |

Solun Sanat Kisveli Linç Geleneği


Hüsamettin Arslan’a başvuracak olursak “tweet-mani”nin zirveye çıktığı 2013 kırılmasından bu yana İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki komünistlerin Komintern’in 7. Kongresi’nde benimsenen geniş cephe stratejisi doğrultusunda hareket ediyorlar. Daha açık bir dille söylersek, CHP’nin Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) ve dahi İYİ Parti’nin totaliter-faşizan yönelimlerini de görmezden gelen bir siyaset tarzına odaklanmış durumdalar.

Solun Sanat Kisveli Linç Geleneği

Türkiye’de gerek profesyonel gerekse de amatör akademisyenlerin sanat alanındaki mücadeleleri yeniden yazma çabasıyla, çoğu zaman gün yüzüne eski teorilere meydan okuyacak yeni bilgiler çıkaran yenilikçi ampiristler olarak çeşitli yaklaşımlar geliştirdikleri su götürmez. Ayrıca sanat tarihine odaklananlar, eski kültür-sanat teorilerini, kimi zaman kabul görmüş görüşleri altüst eden ve genellikle araştırmalarla desteklenen farklı bakış açılarını benimseyerek de revize etmişlerdir.

Gerçi sanat tarihi sürekli yeniden yazılsa da kanaat mühendisliğinin sığ sularında kulaç atanların yeni yorumlara yönelik tutumları pek de tutarlı olmamıştır. Sanattaki yeni bakış açılarının meşruluğu çoğu zaman, nesnel gerçeği daha iyi yakalayan, güçlü ve ikna kabiliyeti yüksekliğine dayanır. Bu yorumcular, her ne kadar hiçbir zaman nihai bir “sulha” ulaşamayacağımız düşüncesine katılsalar da sanatın birleştirici olduğuna ve zaman içinde buna daha çok yaklaşabileceğimize inanmaktadırlar. Diğer uçta ise her neslin, hatta her kültürel/alt grubun geçmişe muhakkak farklı farklı yaklaşacaklarına ve her birinin kendisi açısından kullanışlı bir sanat tarihi yazacaklarına inanan akademisyenler durmaktadır.

 

Estetik Özerklik Yanılgısının Veçheleri

Günümüzde sol çevrelerin kayda değer bir bölümünün baş tacı ettikleri sanat metinlerinin önemli bir kısmı çağdaş sanat tarihinin belki de en kilit kavramı olan estetik modernizme dayanır. Sanatın modernlik karşısında özerkleşme sürecini ifade eden bu durum 19. yüzyıl başında romantik filozoflarla başlatılır. Daha öncesinde özellikle estetik alanında, başta sanatın bütün hayatı kuşatacağı ideal toplumlar hayal eden Schiller olmak üzere romantik düşünürlerin hepsinin üstadı sayılan Kant, sanatı her türlü faydadan, çıkardan, işlevden ve amaçtan arındırmasıyla öne çıkmıştı. Bununla bağlantılı olarak sanat, ekonomik, endüstriyel, toplumsal ve siyasi modernliklerin ötesine geçen yüce bir konuma yerleştirilmişti. Dolayısıyla sanat, başka bir hakikati, doğayı, Tanrı’yı, azizleri, imparatorları, soyluları ve dahi kitleleri temsil edemezdi.

Gelgelelim bir araştırma gündemi oluşturmasına rağmen estetik modernizmin nerdeyse hiçbir önermesi Türkiye’de sanatla ilgili kökleşmiş, kurumsallaşmış ana anlatının popüler mecralarını etkilememiştir. Tarihsel bir arka plandan hareketle söylersek, Cumhuriyet döneminin kuruluş aşamalarından itibaren şekillenen bakış açısının şekillendirdiği bir omurga söz konusudur. Kültürel alandakilerin çoğu kurucu devleti örgütleyen Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) tabii hatta romantik kadroları sayılabilirler. Durduk yere bir yandan köy enstitüsü güzellemesi yapmak, hemen ardından da 1970’lerin CHP ile de kesişen devrimci momentini yardıma çağırmak gibi tuhaflıklar söz konusudur.

Grup Yorum'un Açıklaması

Bir süre açlık grevi yapan, ardından tahliye olduktan sonra Grup Yorum’dan ayrılma kararı alan Dilan Ekin için, Grup Yorum tarafından yayınlanan açıklama.

 

Bu yüzden yayın dünyasında hayli yer tutan estetik özerlik odaklı yaklaşımın zihinlerde kendisine sıcak bir yuva bulup bulmadığı soruşturulabilir. Bugün duyarlık kasan sanatçılara böbürlenerek mensubiyetlerini deklare ettikleri estetik özerklik zaviyesinden eleştirel bakmak kolay iş değil. Bunun sebebini anlamak için tek yapılması gereken, sanatçı sıfatını benimseyenlerin bir kısmının sosyal medya performansını sergilediği mevcut konjonktüre bir göz atmaktır. Bu fasılda çok aktüel bir örneği, bir süre açlık grevi yapan, ardından tahliye olduktan sonra Grup Yorum’dan ayrılma kararı alan Dilan Ekin için yayımlanan bildiriyi anmak gerekir. İntikam duygularıyla dolu metindeki “Gördüğünüz yerde yüzüne tükürün, lanetleyin!” çağrısı çok dikkat çekiyor. Doğrudan doğruya “Vurun düşkün yoldaşa, ne duruyorsunuz!” diye kurulmuştur bildirinin zembereği. Dilan Ekin’in insanca bir muameleyi hak etmediği ön kabulünden yola çıktığı için de grubun kişiyi çiğnemesini meşru gören bir linç teşebbüsüdür. Öte yandan dudak uçuklatan bu vahim siyaset sanılan gösterinin bir skandal ve alarm etkisi oluşturmaması, faşist kavramını istismar eden solun bayağılaştırma pratiğine eşlik eden belli yatkınlıklarla ilişkili. Son yıllarda eleştirel teorinin kültürel çalışmalar alanından ziyade siyasetle irtibatlı bir şekilde anti-faşizminin ön plana alınması da bununla bağlantılı. Her yerde faşist arama saplantısıyla, hakikaten gerçek ve dahası sanat ayrıcalıklı olduğu için diğer tehditlerden daha acil bir tehlike arz eden durumların üstü sürekli örtülüyor. Yoksa hem Adorno okuyup hem de 1968 hareketindeki gibi “pratikçilik” denen bir hataya düşmek başka bir ifadeyle eleştiriyi pratiğe “tercüme etmeye” girişirken aceleci ve kaba saba davranmak şeklindeki süreğen çelişkiler başka türlü nasıl izah edilebilir? Bu konuda önemli bazı doğrulara parmak basan Michel Foucault’ya bir kere daha kulak kabartmalı: “İnsan devrimci bir militan olduğuna inandığında dahi (ve özellikle o zaman), bir faşist olmaktan nasıl kaçınabilir? Konuşmamız ve eylemlerimizi, kalbimizi nasıl faşizmden arındırabiliriz? Davranışlarımızın içine işlemiş faşizmi nasıl meydana çıkarabiliriz?”

Şunu muhakkak teslim etmek gerekir ki, farklı kisvelerle dönüp dönüp gelen linç sahneleri elbette siyaset kadar eski. Dışlama, anonim koroya dâhil olma ve tekinsizlik, siyasi güç mücadeleleri tarihin her anında mevcut. Buna karşın sanat görünümlü ama özünde siyasi husumetten beslenen linç sahnelerinin farklı bir alt tür oluşturacak nitelik taşıdığı söylenebilir. Aslına bakılırsa sanatta gerek Batılılaşmanın gerekse himayenin ve farklılaşmanın dönemlerini yekpare ve yeknesak bu durum belirliyor. Kendi kapalı dünyalarının dışına çıkanları yahut buna yeltenenleri estetik özerklik davası güdenleri andıran bir yere konuşlanarak damgalıyorlar. “Büyük Uçurum Oteli”nin sakinleri gibi mutlak hakikat olarak sundukları ise aslında daha da büyük yalanlardır. Bu nedenle sol cephedekilerin sanatsal kisveli yalanlarının kendine has bir tarihi var. Onların hakikat gibi sundukları yalanlara dayanarak yaptıkları itibar suikastlarının sayısı hayli fazla… Türkiye’nin gerçekleri kabul edilirse herkesin daha mutlu olacağını belirten Mazhar Alanson’un maruz kaldığı akıl almaz durumlar için “Beni linç ediyorlar.” demesi sebepsiz değildi. Ancak günümüzü öncekilerden farklı kılan bir durum var. Artık sanat alanındaki belli tekeller kısmen de olsa kırılıyor, empati yerine hınç ve paranoyanın konması bununla bağlantılı.

Güç çatışmalarıyla yakından alakalı birtakım klişe kavramların öne çıkması tanımlama aşamalarını etkilediği gibi sanatın romantik devrimle başlayan özerkleşme sürecine dair söylenenleri de anlamsızlaştırıyor. Kendi b/ilgisinin peşine düşen sanatın özerkliği, özgürlüğü ve hayal gücünün kanunsuzluğu gibi durumların yokluğunun ifşa edilmesi bakımından sanatçı konumlanışlarına daha yakından bakılabilir.

 

Ajitasyon ve Negatif Telvin

Sol çevrelerin ve onların hinterlandındaki sosyal medya cengaverlerinin top çevirdikleri kendilerine has bir ligleri var. Hüsamettin Arslan’a başvuracak olursak, sol çevreler ve onların hinterlandındaki sosyal medya, “tweet-mani”nin zirveye çıktığı 2013 kırılmasından bu yana, İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki komünistlerin Komintern’in 7. Kongresi’nde benimsenen geniş cephe stratejisi doğrultusunda hareket ediyor. Daha açık bir dille söylersek, CHP’nin Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) ve dahi İYİ Parti’nin totaliter-faşizan yönelimlerini de görmezden gelen bir siyaset tarzına odaklanmış durumdalar.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “Hiç Oldum” türküsüne kopuzuyla eşlik ettiği için kendi mahallesi tarafından linçe maruz kalan, ardından da onların istediği sözleri sarf eden Erkan Oğur olayı bu durumu somutlaştıran bir örnek oldu. Günümüzü boydan boya kat eden çelişki ve kopuşları gayet net hatlarla ortaya koyan bu hadisede, sosyal teoride linçi tarif ederken gündeme gelen ajitasyon unsuru temelden belirleyiciydi. Fakat bunu nevi şahsına münhasır tekil bir durum olarak değil yığınların zaman zaman meylettiği, sanatçıların çoğu kez endişeyle kapılabildiği bir eğilim gibi görmek lazım.

Kendilerini sanatsal özerkliğin timsali gören bir topluluk adeta seferberlik ilan etti. Aslında Erkan Oğur örneğinde yaşananlar Türkiye’deki kültürel konumlanma şekillerine dair hayati bir ders niteliğinde. Eğer basına ve sosyal medya mecralarına yansıyan bu can sıkıcı gelişmeyi anlamak istiyorsak soldaki kültür komiserliğinin bazı tezahürleriyle ilgilenmeli, söylemlerinin nasıl ve neden hep cephe siyasetine geldiğine bakılmalı. Şayet bu yapılabilirse nezaketsizlik ve huzurlu olmaktan uzaklık gibi tipik özellikler çok daha iyi kavranabilir. Zira Nancy Fraser tarzı kuramcılara tabi olarak “tarafgirce özdeşleşme” pratiği sergileyen solun çeşitli renkleri son derece başarılı bir şekilde hakikati bulandırarak, dışlamayı, görmezden gelmeyi, öfke ve paranoyayı açıkça onaylayarak ve yalanı teşvik ederek güç elde etme yarışında nefes tüketmekten geri kalmazlar. Sırf bu yüzden Türk edebiyatının şiir, hikâye ve roman bilançosu çıkarılırken belli isimler ya dışarıda tutulur ya da arka sıralara yerleştirilir. Başarılı bulunan bir roman için ancak fısıltıyla övgü cümleleri kurabilirler solun tahakkümündeki yazarlar.

Kültürel alan üzerine akıl yürütme sürecinde yararlanılabilecek telvin kulağa hoş gelen bir kelimedir. Telvin, zihnimizde iyiliğe doğru bir yolculuk şeklinde hayal edilir çoğunlukla. Erkan Oğur’un İlkin Deniz ve Turgut Alp Bekoğlu ile bir araya gelerek kurduğu müzik topluluğunun da adı olan -“Telvin” Anatolian Blues- bu kelime kişinin hâllerinde değişiklik göstermesi diye tanımlanır. Öte yandan, bu terimle tam olarak ne kastedildiği ise biraz belirsiz. Elbette hâlin farklı suretler kazanması, bir durumdan daha yüksek veya düşük bir hâle bürünmesi, bir sıfattan başka bir sıfata intikal etmesi söz konusudur.

İbrahim Kalın'ın Tweeti

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın seslendirdiği türküye kopuzuyla eşlik eden Erkan Oğur lince uğramış sonrasında ise verdiği röportajda kendi mahallesini sevindirerek geri adım atmıştı. 

 

Yaftalamalardan yorulan Erkan Oğur, Independent Türkçeye verdiği röportajda özeleştiri yeteneğinden yoksun eleştirel-olmayan eleştiri makamında şunları söyledi: “İçimin bir köşesi cız etmişti, benim ne işim var, diye. Belki benim de hatam olmuş olabilir, böyle bir şeyi kabul etmek. Ben bugünkü iktidarı, hükümeti politikaları nedeniyle tasvip eden biri değilim. Benim Saray ve kendi menfaati için müzik yapan birisi olduğumu ifade edenler oldu. Tersine Saray’ın verdiği ödülü kabul etmemiştim. Cumhurbaşkanı Müzik Ödülü'nü kabul etmemiştim.” İlk bakışta, benimsenen geniş cephe stratejisi doğrultusundaki mebzul kullanımından dolayı “Saray”ın “genel” bir ağır hakaret sözüne dönüşmesinin örneğidir bu açıklama; “haris”, “diktatör”, “faşist” gibi sol skolastik yaklaşımın özeti gibi bir şeydir veya basitçe sanatsal himaye bakımından “en kötüyü” ima eder. Beri yandan kamusal şahsiyet olarak Oğur’un bu sözleri tam anlamıyla telvin örneği. Gönüllüce “kopuz dede” kimliğiyle eşlik ettiği türkü kardeşliğinden ricatin göstergesi olduğunu ıskalamamak icap eder elbette. Dahası kastı, ortaya çıkarttığı sosyal ve insani durum bakımından, kelimenin tam anlamıyla negatif telvinden başka bir şey değildir. Yaşananları yeniden yatırımla ideolojik bağlılığını netleştirme fırsatına dönüştürdü. Oysa Oğur’un bir etik ilke kabul edilmesinde sakınca bulunmayan empatinin zahmetli hatta zor ve bazen de yorucu olduğunun ayırdına varması beklenirdi. Zira empati kişiyi duygusal ve zihinsel bakımdan zorlar ve bazen kendisinden vermek istediğinden fazlasını talep eder.

Röportajın yayımlanmasının ardından İbrahim Kalın’ın Twitter üzerinden "Sözü Yormadan" başlığıyla yaptığı açıklama, toplumsal ve siyasal ilişkilerde son yıllardaki empati kıtlığına ve esasında arayışına dair önemli bir vurguyu içeriyor; buna karşın Erkan Oğur’un gelgitleri ve açıklaması “sanat merkezli buluşmaların” ne derece zora girdiğini de gösteriyor. Açıkça görülüyor ki, saf sanatın buluşmalara açık yönüne karşın kimlik siyaseti, ideolojik körlükler çoğu buluşmayı engelliyor. Kantçı özerk sanat düşüncesinin tam aksi istikametinde gelişmeler yaşıyor Türkiye bugünlerde; artık zihinler kompartımanlaştı iyice. Müzikte sadelik arayışının önemli temsilcilerinden sayılan Oğur’un türkülerini beğenenler keyifle ama bir taraftan da “devrimci bizi tan eyleme” diyerek siyasi tutumunu taşlayarak dinliyor. Zira iyi niyetli çabalar bir karmaşa içerisinde imha ediliyor, hemen etrafında duvarlar örülüyor ve insanlar birbirinden ayrışarak çok kolaylıkla hınç aktörüne dönüşüyor. Yaşananlar analitik bir dikkatle, “efradını cami, ağyarını mani” bir şekilde ele alınırsa Erkan Oğur’un ve etrafındakilerin ruh hâlinin üç aşamada normal düzeyden agresif seviyeye geçtiği görülecektir. Olaya biraz daha yakından bakılırsa:

Sıklıkla belirtildiği üzere muhafazakâr çevrelerin farklı kesimlerle çalışmaya ve birlikteliğe daha açık olduğunu gösteren ilk aşamada sanatçının ruh hâlinde herhangi bir hareketlilik görülmüyordu. Tüm negatif düşünceleri uykudaydı, sanki dışarıdan herhangi bir kıpırtı fark edilmemekteydi. Bir türküye eşlik etmeyi siyasi propagandaya alet olmak şeklinde yorumlayan zihniyetin şekillendirdiği ikinci aşama ise sosyal medyada ortaya çıkan ve sanatçının üstünde bir çeşit tiranlık kuran yorumlarla sessizliğin bozulduğu ruh hâliydi. “Öfkeyle fokurdayarak kendi kendini azdıran” güruha dönüşenlere göre sanatçı suç teşkil eden affedilemez bir eylemde bulunmuştu. Hatta sanatçının kendini bile bir suçlu gibi hissetmesini sağlayan gelişmeler, son derece hassas bir hareketliliğe yol açtı. Artık sanatçının hayali cemaatince ele geçirilme ya da asimile edilmesini içeren üçüncü aşamada ise kelimelerle ve davranışlarla ifade edilen sıkıntılı düşünceler serdedildi.

Sanat hayatındaki sorunların çoğu, yanlış algılardan ve anlaşılmalardan ziyade belli yatkınlıkların kişilerin peşini bırakmamasından kaynaklanıyor. Bu yüzden ne menem tuzaklara gebe kalabileceğini tahayyül edilmeden “sanatsal” dostluklardan hızlı sonuçlar çıkarmamalı, kararlar vermemeli. Bir dostluğun oluşması zaman alabilir ya da kendiliğinden akar gider. Bu dostluklardan lâyığınca istifade edebilmek için başka şartlara da riayet elzem. Herhangi bir durum ve kişi hakkında fikir sahibi olabilmek zaman ve tecrübe kadar karar anlarındaki etik tercihlere ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Bilhassa sanatçıların başkalarıyla ilgili çıkarımlar yapmadan önce dikkatini kendisine yönelterek öz empatisini geliştirmesi gerekir. Son sözü Erkan Oğur’a bırakalım: “Hayat gelir, ölüm gelir. Ses gelir, sessizlik gelir; müzik gelir. İnsanın erdemliliği ve erdemsizliği gelir. Hepsi nefeste gizli.”

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası