ABD'nin 47. başkanı olan Donald Trump'ın 45. başkanlık döneminde izlediği politikalar, ABD sanayisini yeniden güçlü ve rekabetçi kılacak adımlar ve çabalar, küresel ekonominin paydaşlarının halen hatırlarında. Ancak, esas merak edilen konu, Trump'ın ikinci döneminin küresel ölçekte bir “rasyonelleşme” dönemini mi, yoksa dünyanın önde gelen 40 ekonomisi arasında daha da derin bir “parçalanmayı” mı tetikleyeceği? Trump’ın şu ana kadar Kanada, Panama Kanalı, Grönland başlıklarındaki sert açıklamaları, son Davos zirvesinde verdiği net mesajlar, Kolombiya ile yaşanan gerginlik, önümüzdeki dört yılın bir “rasyonelleşme” dönemi olması yönündeki umutların fazlaca şansı olmadığına işaret ediyor. Ancak, ABD’nin dünya siyasetindeki “tarz” değişikliği, hiç şüphesiz bugünün konusu değil.
Dünyanın önde gelen düşünce insanları ve tanınmış iktisatçılar, 1970'lerde ABD'nin önce Vietnam Savaşı, ardından petrol krizleri ile ekonomisinde aldığı darbeler sonrasında, 1980'lerin başlarında siyasal sisteminde ve yürütme erkinde “yeni muhafazakarların” (neocons) yükselişinin bir kırılma noktası olduğuna işaret ederler. ABD'nin entelektüel kesimi açısından bu durum “hayra alamet” bir kırılma değildir. Soğuk Savaş döneminin “liberal şahinlerinin” başarısıdır bu yükseliş. Aynı zamanda, dünyaya farklı duyarlığı olan bir Avrupalı Amerika'nın sonu, Amerikalı Amerika'nın yükselişidir. Bu süreç, aynı zamanda uluslararası ekonomi-politik sistemde zarif Batı'nın bitişi, vahşi Batı'nın yükselme sürecidir.
“Zarif Batı”nın Sonu, “Vahşi Batı”nın Yükselişi
Son 40 yılda, ABD siyasal sisteminde ve yürütme erkinde uzlaşmacı ve rasyonel bir anlayışın giderek zayıfladığı, daha vurdumduymaz, daha hegemonik, güce tapan bir çatışma kültürünün abat edildiği bir dönemden söz ediyoruz. Neoliberal ekonomi politikalarının “mutlak doğru” olarak empoze edildiği bir dönem. Trump, ABD'nin 45. başkanı olarak seçildiğinde, Amerikan ekonomisinde sanayinin rekabet sorununu, yaşlanmış altyapıyı ve aşırı liberal dış ticaret politikalarını bertaraf etmeye çalışan, ABD ekonomisinin aleyhine olduğunu düşündüğü çok taraflı anlaşmalardan da ABD'yi geri çeken bir strateji izledi. Çok taraflı küresel sistemde, ABD'nin zafiyet gösterdiği tabloyla mücadeleye girişti. Bu durum, dünya ekonomisi ve küresel ticaret açısından yeni dalgalanmaları da beraberinde getirdi.
Şimdi, Trump'ın 47. başkan olarak 20 Ocak'ta göreve başlaması ile birlikte, ABD'nin küresel politikalarını ve stratejilerini "rasyonelleştirme" adına atabileceği adımlar merak ediliyor. Bununla birlikte, Trump ve yeni Beyaz Saray yönetiminin tercihleri, Atlantik İttifakı'nda müttefiklik ruhunu daha güçlendirecek, derinleştirecek adımları mı getirecek, yoksa, sadece Asya-Pasifik değil, Avrupa kıtası ile iş birliğinde dahi küresel sistem, kendisini daha da derin bir ekonomik parçalanmanın içinde mi bulacak; bugünlerde tanınmış iktisatçıların ve düşünürlerin cevabını aradıkları en kritik başlık bu olsa gerek. Bir kez daha vurgulamak açısından, neocon anlayışın küresel sisteme dayattığı “nefret söylemi”nin, dünyanın pek çok noktasında sebep oldukları insanlık trajedilerine karşı ürkütücü duyarsızlıklarının, dünyayı çirkinleştirmekten, insanlıktan çıkarmaktan bir saniye dahi çekinmeyen tutumlarının bir an önce sona ermesi ve “rasyonelleşme”nin yeniden taçlandırılması en büyük temenni.

Trump “Çok Kutuplu” ve “Çok Parçalı” Düzeni Derinleştirecek mi?
Dünyanın önde gelen ekonomilerinin liderleri, kıtasal ve bölgesel ölçekte güç merkezi konumundaki ülkelerin karar vericileri olarak, küreselleşme 2.0'ın çöktüğü bir zaman diliminde, Başkan Trump'ın yeni döneminde yaşanacak zorlukları da göz önünde bulundurarak, yeni normlar ve kurallar belirleme gayretindeler. En çarpıcı gerçek ise uluslararası ekonomi-politik sistemin tümüyle çok kutuplu ve çok parçalı bir düzenin etkisi altında olduğu. Birinci Soğuk Savaş döneminde iki süper güç arasındaki stratejik rekabetin şekillendirdiği iki kutuplu bir düzen, dünyaya hakimdi. Uluslararası sistem uzmanlarının bir kısmı, İkinci Soğuk Savaş döneminde benzer bir sürecin bu defa ABD ile Çin arasında yaşanabileceğini öngörüyor.
Uluslararası uzmanların hayli küçük bir bölümü ise iki ayrı senaryo üzerinde duruyorlar. İlki, bir kez daha ABD'nin liderliğinde, kabul görmüş uluslararası kurallara dayalı bir küresel düzenin yeniden canlandırılması. Ancak bu senaryonun geçerli olabilmesi için, ABD'nin son dönemde aşırı taraflı tutumu nedeniyle, bizzat kendi eliyle zarar verdiği çok taraflı sistemi ayakta tutan uluslararası kurallar konusunda yeniden tutum belirlemesi gerekiyor. Başkan Trump, bir önceki başkanlık döneminde, çok taraflı sistemi temsil eden uluslararası teşkilatlardan ABD’yi geri çekmiş veya ülkesinin temsiliyetini alt düzeye düşürmüştü. Yeni dönemde de Başkan Trump Dünya Sağlık Teşkilatı’ndan (WHO) ABD’yi çekti. ABD'nin dünya vatandaşları nezdindeki saygınlığı bu kadar ayaklar altına düşmüşken, Washington'daki aktörlerin “saygınlık” konusunu kâle almamaları da bir diğer gerçek. ABD'nin bile bile “vahşi kapitalizm” modeline yoğunlaştığını gözlemliyoruz. Başkan Trump'la da bu tutumun değişme olasılığı sıfıra yakın.
İkinci senaryo ise alternatif bir süper gücün etkisi ve yönetimi altında yeni bir küresel düzene doğru dünyanın yeniden hizalanması. Bu senaryoda şu an için tek olası süper güç Çin gibi gözükse de, Çin'in de uluslararası normlar ve kurallar noktasında sicili parlak değil. Çin'in yatırım yaptığı coğrafyalarda “vahşi kapitalizm” metotları noktasında ABD'den geri kalmadığını görüyoruz. Bu nedenle, Çin'in de saygınlığı kırılgan.
Bununla birlikte, Çin'in itibarını düzeltmek konusunda şansı daha güçlü gözüküyor. Ancak, Çin'in mutlaka son dönemde emperyalist izlenimler veren yaklaşımını, metotlarını gözden geçirmesi gerekecek. Dünyada 1. derece ve 2. derece süper güç olarak ifade edilen ABD, AB, Çin, Hindistan, Rusya ve Japonya'dan herhangi birisinin, alternatif bir süper güç olarak dünyayı yeniden hizalaması ise bu aşamada hayli zor gözüküyor. 2000'lerin ilk çeyreğinde, bilhassa AB'nin gerçek bir süper güç olma şansını kendi elleriyle yok ettiğine birlikte şahit olduk.
Uluslararası alanda ekonomik, siyasi, ticari veya askeri yönleriyle 1. ve 2. derece süper güç olarak tanımlanan ülkelerin tümünün ciddi zorlukları söz konusu. Ya mali disiplin sorunu, artan bütçe açığı ve kamu borcu yükü, ya siyasi çalkantı ve istikrarsızlığın üzerine binen ekonomik zorluklar, ya hızlı yaşlanma ve yavaşlayan büyüme sendromu, ya da ülkenin bizzat kendisinin gerçek manada gelişmiş bir ekonomi olabilmesi adına, ülke içerisinde en temel değerleri tahkim etmek noktasında hâlâ ciddi çaba gerekiyor olması. Bu nedenle, ABD'ye alternatif yeni bir süper gücün küresel düzeni yeniden hizalaması, yakın vadede kolay gözükmüyor. ABD de küresel değerlere yönelik umursamaz tutumu nedeniyle küresel düzeni yeniden hizalamaktan çok uzakta. Bu nedenle, tüm küresel sistem, Trump döneminde kendisini çok kutuplu ve çok parçalı bir düzene hazırlamak durumunda.
Ekonomik ve Teknolojik Parçalanma Hızlanacak
Son Davos zirvesinde, ölüm ilanı çoktan verilmiş “'Küreselleşme 2.0”'ın ısrarlı savunucuları, sanki “'kapsayıcı”' bir dünya varmış gibi, sanki tüm küresel sistem jeopolitik ve jeoekonomik gerginlikler, çatışmalarla derinden sarsılmıyormuş gibi çeşitli başlıkları tartışa dursun, Başkan Trump'ın ikinci dönemine yönelik ipuçları daha ilk haftadan kendisini gösterdi. Davos'ta birileri dünyayı birlikte kurtarmaktan, akıl çağına geçiş için iş birliğinden söz ederken, Trump’ın Davos’ta verdiği mesajlar, uluslararası sistemin çok kutuplu ve çok parçalı bir düzene koşar adım ilerlediğine işaret ediyor. Trump’ın yönetiminde, Washington’ın temel önceliği, kendisi için derin müttefik olarak tanımladığı ülkeler ile dört temel alanda iş birliğini derinleştirmek olacak; yapay zekâ, yarı iletken ve çip, kritik mineraller ve uzay teknolojisi. Nitekim, Başkan Trump’ın ayağının tozuyla açıkladığı Stargate projesinin özü, OpenAI’ın 500 milyar dolarlık devasa hamlesi ile ABD’nin yapay zekâ yarışında Çin’i sürklase etmesi.
ABD ile Çin arasında yapay zekâ alanında hızla derinleşecek olan “savaş”, doğrudan yarı iletken ve çip alanında “kılıçların çekildiği” bir rekabete sahne olacak. Karşılıklı kısıtlamaların, ambargoların, operasyonların havalarda uçuştuğu bir süreçten söz ediyoruz. Zaten küresel ticarette rekabet hayli sertken, zaten 40 önde gelen ülkenin şirketleri şiddetli bir rekabet sürecini bile sıradan dert olarak algılayacak noktaya gelmişken, bu hayli sert rekabet ortamına yeni dertlerin eklendiğine şahit olacağımız bir döneme giriyoruz. Başkan Trump'ın 4 günlük performansından elde edilen detaylar, Rusya ile Çin'in ve onlarla ticaret yapan ülkelerin CAATSA düzenlemesinden daha ağır adımlara muhatap olabileceklerine işaret ediyor.
Yapay zekâ alanında ilerlemek, yapay zekâ uyumlu çiplerde hangi ülkenin ne ölçüde daha ileri teknoloji geliştirmesiyle bağlantılı olduğundan, çok kutuplu sistemin her aktörü, bir diğerinin ilerleyişini baltalayacak her tedbiri, her operasyonu, her müdahaleyi aralıksız sürdürüyor olacak. ABD'nin öncelikli beklentisi, AUKUS üçlü güvenlik ağının birer parçası olan Birleşik Krallık ve Avustralya ile ve bunun yanı sıra Japonya, Tayvan ve AB ile stratejik iş birliğini ilerletmek. Fransa ve Almanya, bu konuda gelgitli bir süreç içerisinde olduklarından, her iki ülkenin siyaset dünyasındaki gelişmeler, ABD-AB stratejik iş birliğinde etkili olacak gibi gözüküyor. ABD açısından İtalya ve Macaristan'ın pozisyonu oldukça ideal gözüküyor. Temel hedef, yapay zekâ alanındaki teknolojik gelişmelerin en az yüzde 75 oranında ABD'nin derin müttefik olarak tanımladığı bu ülkeler grubu ile birlikte yürütülmesi. Başkan Trump, süpersonik silahlardan, uzay teknolojilerine, pek çok stratejik alandaki teknolojik hamleleri sadece en yakın müttefiki gördüğü bu ülkeler ile gerçekleştirme gayreti içinde olacak. Bu da, küresel ticarette yeni tarz bir ‘yoğunlaşma’ dönemini, belirli bir grup ülke arasında dış ticaretin derinleştiği yeni bir süreci de beraberinde getirecek.
Bu yeni sürece geçişin en kritik aşaması ise ABD'nin, ülkeleri bağlayıcı bir tercihe güçlü bir şekilde zorlayacağı gerçeği olacak. Bir zamanların Türk filmlerinde önemli bir klişe söz vardı; “ya benimsin ya toprağın”. Trump yönetiminin yaklaşım tarzı aynen bu formatta olacak. Ülkelere başka bir seçenek bırakılmayacak. Küresel Kuzey ile Küresel Güney arasında diyalog ihtiyacının daha da elzem hale geldiği böyle bir konjonktürde, Türkiye gibi bölgesel ve küresel barış adına en ciddi, en sorumlu, en samimi, en kararlı adımları atan ülkeleri ise bu süreç hayli yoracak. Dünya ekonomisinin önde gelen 40 ekonomisinin tümü için hayli zahmetli bir süreçten söz ediyoruz. Ambargo ve yaptırımların muhtemelen doz aşımına uğradığı bir konjonktürden söz ediyoruz. Bu süreci çarpıcı bir örnek olarak yaşayan ilk ülke ise Kolombiya oldu. Başkan Trump’ın 24 saatte arka arkaya açıkladığı ambargo ve yaptırımlar, Kolombiya’ya ister istemez geri adım attırdı. ABD dolarına alternatif yeni bir uluslararası ödeme sistemi kurmaları halinde, BRICS+ üyesi ülkeler de yüzde 100 ek gümrük tarifesi tehdidi ile şimdiden topun ağzında. Görünen o ki; yapay zekâ, yarı iletken ve çip, kritik mineraller ve uzay teknolojisinde ekonomik ve teknolojik parçalanma derinleşecek.
AB’nin Başkan Trump’la “Zorlu” Sınavı
Avrupa Birliği açısından 4 yıllık yeni Trump dönemi, pek çok sınamayı da beraberinde getirecek. AB’nin en çok çaba sarf ettiği konuların başında ekonomik milliyetçilik ve korumacılığın ortadan kalkmasını sağlayacak bir dünya ekonomisine öncülük etmek geliyordu. Buna karşılık, Başkan Trump’ın ikinci dönemi, ekonomik milliyetçilik ve korumacılığın derinlik kazanacağı bir dönem olacak. Trump’ın politikaları ile uyumlu bir iş birliği ortaya koymaması durumunda, AB tarafı başta ABD’ye gerçekleştirdiği ihracat olmak üzere küresel ticarette pek çok zorlukla karşı karşıya kalabilir. Avrupa Birliği’nin, bilhassa Almanya’nın dış ticaret fazlasına dayalı, genel manada dış talebe dayalı büyüme modelinin ciddi zorluklarla karşı karşıya olduğunu dikkate aldığımızda, Trump döneminde dış talebin de olumsuz yönde etkilenmesi, AB açısından büyüme meselesini daha da karmaşık hale getirebilir.
9 Eylül’de açıklanan ve Draghi’nin başkanlığında hazırlanan AB’nin geleceğe dair rekabetçilik raporu, Birlik genelinde ciddi bir zihinsel dönüşümün gerçekleşmemesi halinde, AB’nin makro dengeler açısından daha da ağır bir sıkışma yaşayacağına işaret ediyor. Birliğin ve öncü ülkeleri olarak Almanya ile Fransa’nın yeni bir büyüme modeli konusunda, AB’de iş yapma modeline yeni bir yaklaşım, yeni bir anlayış getirmeleri gerekiyor. Aksi taktirde, AB’nin iş gücü verimliliği bu ölçüde bir gerileme gösterirken, reel sektörü bu derece detaylı ve ağır bir regülasyon ortamı ile iş yapmada zorlanırken, üstüne ihracatta giderek daha fazla zorlanma riski de bu tablonun üzerine eklenirse, “zayıf Avrupa” imajı pek çok boyutuyla Avrupa’nın itibarını zedeleyecek. Zayıf Avrupa algısı, aynı zamanda Avrupa’nın kendi içindeki siyasi çalkantıyı, aşırı sağ siyasi eğilimlerin güçlenmesi gerçeğini de derinleştirmekte. Başkan Trump’ın çevresindeki aktörlerin söz konusu aşırı sağ siyasi hareketlerle teması da cabası.
Avrupa’nın kendi güvenlik ve savunma konseptini güçlendirmesi de diğer bir kritik başlık. Başkan Trump’ın Rusya-Ukrayna Savaşı konusundaki tutumu, Ukrayna’ya desteğin devam etmesi hususunun artık tümüyle Avrupa’nın üzerine yığılacağı anlamına geliyor. Ancak, Avrupa, ABD’nin desteğinin de eksileceği böyle bir konjonktürde ne askeri ne de mali açıdan ABD’nin desteğini telafi edecek bir performans ortaya koyamayacaktır. Bu noktada, AB-Birleşik Krallık yakınlaşmasının hız kazanması, kritik bir aşama olabilir. Brexit sürecinin başından beri karşısında olan taraflar, Brexit’ten pişmanlık duymaya başlamış olan çevreleri de yanlarına alarak, AB-Birleşik Krallık yakınlaşması için en ideal dönemin oluştuğu değerlendirmesiyle bastırıyorlar. Başkan Trump’ın gerek AB gerekse de Birleşik Krallık ile çatışabileceği alanların sayısının artması, AB-Birleşik Krallık yakınlaşmasında tetikleyici bir unsur haline gelebilir.
AB açısından bir başka sınama başlığı da Çin ile ilişkiler olacak. Bu noktada da bir AB-Birleşik Krallık yakınlaşması gözlenebilir zaman içerisinde. Çin ise Başkan Trump’ın sözlerine yönelik olarak, bu aşamada tedbir almaya çalışan bir görüntü sergilemiyor. Küresel ticaretteki konumunu daha da güçlendirecek, rekabet becerisini tahkim edecek işlere yoğunlaşmış gözüküyor. Gerek Çin gerekse AB açısından, iç tüketimin yetersizliği ve büyümedeki ivme kaybı, ortak sorun. Trump yönetiminin Çin konusundaki baskılarını göğüsleyip, Çin’e olan bağımlılığını iyi yönetebilmek, Çin’e olan bağımlılığını azaltacak çözümleri mevcut güçlü ticari partnerleri arasından oluşturmak AB’nin bir başka kritik sınavı olacak.