Türkiye-ABD ilişkilerinde gerçekçi olabilir miyiz? Bu soru aslında kendi içinde üç soruyu içeriyor: İlki ilişkilerde “gerçekçi” olmak ne anlama geliyor? İkincisi Türkiye-ABD ilişkilerinde gerçekçi olmanın imkan veya zemini nedir? Üçüncüsü de retorik bir soru; artık gerçekçi davranmanın zamanı gelmedi mi?
15 Temmuz sonrası Türkiye’nin Batı ülkeleriyle ilişkilerinde yaşadığı sorunlar seti yeni bir krizin habercisi. Bu kriz, hakkında fazlasıyla mürekkep harcanan “eksen kayması” veya dış politikada “çıpa kaybı” gibi tartışmalardan çok daha ciddi sonuçlar doğurmaya da aday. Öyle ki İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı politik örgütlenmesi ve güvenlik mimarisinin ayrılmaz parçası olarak görülen Türkiye’nin genel pozisyonu ve hatta NATO üyeliği bile tartışmaya açılmış durumda. İyi yönetilmezse hem Batı’yı hem de Türkiye’yi içine alan derin yarılmalara yol açabilecek varoluşsal bir kriz söz konusu olabilir.
Örneğin son dönemlerde ABD’li düşünce kuruluşları İncirlik’te yaklaşık 50 adet olduğu tahmin edilen nükleer silahların güvende olmadığını iddia edip Türkiye’den çekilmesi gerektiğini savunurken, Türkiyeli bazı sivil toplum temsilcileri de bu silahların ABD’nin hilafına Türkiye’nin denetimine alınmasını önerebilmektedir. Gittikçe artan bu karşılıklı güven bunalımını aşmanın bir yolu var mı? Türkiye’de muhaliflerin ve iktidara yakın çevrelerin mutabık kaldığı bir çıkış sıklıkla, artan bir biçimde gündeme getiriliyor: ABD/Batı ile ilişkileri daha “gerçekçi” bir zemine oturtmak.
Peki ama ilişkilerde “gerçekçi” olmak ne demek? Uluslararası siyasette bu sorunun, sanılanın aksine kesin/kestirme bir cevabı yok. Bu konuda sıklıkla hatırlattığımız bir şey var: “Bu konu oldukça tartışmalıdır zira gerçekçi olmanın birden fazla yolu vardır. ‘Ne gerçekçi olmaz?’ sorusuna yanıt aramak daha açıklayıcı olacaktır.”
Dış Politikada Gerçekçi Olmak
1848’de İngiliz Parlamentosu’na yaptığı bir konuşmada Başbakan Viscount Palmerston, “Ebedi müttefikimiz veya daimi düşmanımız yoktur, ebedi ve daimi çıkarlarımız vardır” diyerek dış politikada gerçekçi olmanın ölçüsünü tarih sayfalarına yazdırdı. Realist ekolün oldukça benimsediği bu tür frapan söylevlerin herkesin ilgisini çekmesi normal. Ancak burada Palmerston’un gizlediği şey sadece ülke çıkarlarının tarihsel olarak değiştiği gerçeği değil milli menfaatlerin nasıl ve kimler tarafından belirlendiği sorunsalıdır.
Bunu bir örnekle açalım: Türkiye’nin stratejik-politik tercihleri uzun yıllar boyunca kendi özgül ağırlığıyla değil başka ülkelerin çıkarları açısından taşıdığı ağırlığa göre şekillenmiştir. 27 Mayıs askeri darbesinden bir ay sonra Devlet Başkanı Cemal Gürsel dış borçların ödenmesi hususunda Türkiye jeopolitiğini pazarlamak zorunda kalmış ve şunları söylemiştir: “Unutulmamalıdır ki bu çok fazla olan borçları öderken NATO camiası için hayati önemi olan Türk askeri ve iktisadi gelişme işi de sekteye uğrayacaktır… Amerikan yardımının artırılması keyfiyetine gelince… Şimdi size söylemeyeceğim. Birçok yerlerden bana avuç dolusu yardım teklifleri geliyor ama Amerika’nın bu yardımı yapması daha iyi olur zannediyorum…”
15 Temmuz’da, başından oldukça vahim ve sarsıcı bir askeri darbe girişimi geçen vatandaşların ve karar
vericilerin; ülke çıkarlarını hiçbir şey olmamış gibi sürdürebilmesi, buz gibi bir dinginlikle dış politika rutinlerine devam etmesini beklemek gerçekçi değildir. Bilimsel-psikolojik deneyler bunun imkansızlığını göstermiştir. Türkiye-ABD ilişkileri de bundan ayrı düşünülmemelidir. Türkiyeli siyasetçilerin algı ve yargılarını etkileyen yakın dönem çağrışım kümesi (örneğin CIA’in 1953-İran ve 1973-Şili askeri darbelerine verdiği açık destek), muhatapla ilgili şeytani imgeler (15 Temmuz öncesi gittikçe artan “otoriter Türkiye-diktatör Erdoğan” temsili), niyetlere ilişkin yanlış algılamalar (sistematikleşen “Türkiye DAEŞ’e destek veriyor” söylemi) ve benzeri pek çok psikolojik etmen hem Türkiyeli hem de Batılı karar vericileri etkilemektedir.
Ancak ülke çıkarlarıyla ilgili gerçeklik, sadece yönetici elitlerin psikolojik “ruh hali”ne bağlı olarak ortaya çıkmaz bilakis ülkenin yapısal sorunlarıyla şekillenir. FETÖ/PDY’nin Türkiye’de on yıllara yayılan idari ve bürokratik hegemonya kurma teşebbüsü ülkenin yapısal sorunlarını kat be kat artırmıştır. Örneğin 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yönetici elitler dünyada eşi benzeri olmayan bir sorunu çözmek zorunda kalmıştır. Bu sorun: Güvenlik bürokrasisinin içine gizlice yerleşmiş; kişiliğini, bireysel becerisini, bürokratik/ rasyonel davranış eylemini bile araçsallaştırmış kadroların tasfiyesi meselesidir. Sorun sadece kaht-ı rical değildir.
Batı Cephesinde Değişen Bir Şey Yok
Biliyoruz ki 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Batılı müttefikleri Türkiye’yi yalnız bıraktı. Beklediği desteği vermek bir yana en mutantan diplomatik tepkiyi vermekte bile cimri davrandı. Başarılı olması durumunda ülkede iç savaş ve bölgede de anarşi ortamı doğurması kuvvetle muhtemel darbe girişiminden sonra, uzunca bir süre ne Avrupa ülkeleri ne de ABD’nin darbecilere yeterli ve gerekli tepkiyi vermemesinin gerçekçi dış politikayla ne gibi bir ilgisi olabilir? Örneğin 2017 genel seçimleri öncesi sarsılan iç siyasi dengeleri lehine çevirmek için mülteci krizini sonlandırması gerektiğini bilen ve bu amaçla dört ay içinde beş kez Türkiye’yi ziyaret eden Merkel’in, 15 Temmuz sonrası Türkiye’nin yolunu unutması ve basmakalıp ifadelerle darbe girişimini kınaması gerçekçi-rasyonel bir devlet politikası olabilir mi?
Benzer şekilde ABD yönetiminin darbe girişimi gecesi taraflara (!) itidal çağrısı yapması, Dışişleri Bakanı John Kerry’nin darbe girişiminin akabinde Türkiye’nin NATO üyeliğinin sonlandırılabileceğini ima etmesi, darbe girişiminin arkasında yer alan FETÖ/ PDY liderinin yıllardır ABD’de oluşu gerçekçilikle açıklanamaz. Ayrıca CENTCOM Komutanı General Joseph Votel’in darbe girişimi sonrası tutuklanan cuntacılar hakkında “ABD ordusunun yakın müttefikleri” şeklindeki beyanı da uluslararası siyasetin hangi yerleşik normuna uyar?
Ne Yapmalı?
Öncelikle söylemek gerekir ki Batılı ülkelerin darbe girişimi sonrası sergiledikleri akıl almaz duyarsızlığa Türkiye’nin verdiği tepki normaldir. Ancak aşırı tepki vererek Batı güvenlik şemsiyesinin dışına çıkmak veya sonu belirsiz yeni kurumsal ittifak arayışları içine girmenin de Türkiye açısından rasyonel bir yönü yoktur. Bu arayışların başarılı olması Türkiye’nin 18 Şubat 1952’den bugüne NATO’ya verdiği 54 yıllık katkı ve emeği berhava etmek anlamına gelir. Yeni ittifak arayışlarının, manevra alanını genişletmekten fazla bir sonucu olmasını beklemek gerçekçi değildir. Batılı müttefiklerinin ideolojik sebeplerle Türkiye’yi böyle bir duygusal tepkiye zorlamasına kanmamalıdır.
Peki ne yapmalı? Gerçekçi dış politika öncelikle Amerikan politik sisteminde karar alma mekanizmalarını etkileyen hegemonik blokun sadece hükümet veya formel siyasal kanallardan oluşmadığını görmekten geçer. Görece otonom dış politika alanında bile sivil toplumun etkisini görmek gerekir. ABD’de kongreden medyaya, üniversitelerden vakıflara bir dizi etkin aktör ikna edilmeyi beklemektedir. Türkiye toplumunda Gülen’in iadesi konusunda eşine az rastlanır ortak bir bilinç ve istek oluşmuştur. 15 Temmuz sonrası FETÖ/PDY liderinin ABD’den iadesi konusunda sonuç alabilmek için hemen NATO kartını masaya koymak veya Rusya-Çin-Avrasyacı mecralara savrulmak yerine, FETÖ’nün paralel devlet inşa faaliyetlerini ABD sivil ve politik toplumuna sabırla ve ısrarla anlatmak çok daha etkili olabilir.
Ancak bunu yaparken sadece Türkiye politik toplumunun bildik aktörleri değil sivil toplumun fertleri de devreye girmelidir. Sonuç olarak dış politikada gerçekçi olmayı, realizmin dar kalıplarının (güç maksimizasyonu, ittifak siyaseti, askeri stratejik hesaplar-manevralar, pozisyon almak vb.) tekelinden kurtarmak gerekir. Realizm bazen yeterince gerçekçi değildir.