Bir sosyoloğun hayatı boyunca yavaş yavaş edindiği tecrübeleri, elde ettiği bilgileri, kazandığı aidiyet duygusu, heyecanları ve kaygıları bilinmeden, düşünceleri doğru bir şekilde anlaşılamaz. Sosyoloğun araştırmalarını, yazılarını ve kitaplarını düz bir anlatımla yetinmeyip, toplumsal belirleyicileri ve psikolojik yönleri üzerinde durmak anlamlı olabilir.
Yazdıklarıyla şu veya bu ölçüde Türkiye’deki tartışmalara etkin müdahalelerde bulunan Nur Vergin’in sosyal bilimci kimliğinin belirginleştirilmesi, hayatının belli başlı dönüm noktalarının bilinmesiyle sağlanabilir. Aslında duyguyla bilincin buluşması, eğitim hayatıyla doğrudan bağlantılı birtakım tercihlerin baskın çıkması yahut iradeyle reflekslerin bir araya gelmesi, yorumlarını şekillendirmiştir. Özellikle çocukluğundan itibaren izlediği güzergah ve kişisel hayat hikayesi, çoğu zaman farkına varılmayan, yeterince üzerinde durulmayan duyarlılıklarını fark ettirebilir. Muazzam bir hafıza çalışması gerektiren bu serüven Paul Ricoeur’ün “tarihin altında, hafıza ve unutma, hafıza ve unutmanın altında, hayat var.” sözüyle bir miktar da olsa somutlaştırılabilir.
“Demir Leblebi” Meselesi ve Fransa
Döneminin pek çok entelektüeli gibi İstanbul’da dünyaya gelen Nur Vergin, Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukluk arkadaşı Rumelili Nuri Conker’in oğlu diplomat Mahmut Conker ile Giritli bir Türk Müşerref Conker’in kızı olarak 21 Eylül 1941’de doğdu. Anne ve babasının ayrılmasından sonra Müşerref Hanım büyükelçi Nurettin Vergin ile evlenir. Vergin, ömrünün sonuna kadar, 2000’de yayımlanan kitabının ön sözü hariç, asıl soyadı Conker'i değil, gerçek bir baba kabul ettiği Vergin’in soyadını kullanır.
Çocukluğu ve gençliği yurt dışında geçen Nur Vergin, kimliğinin Türkiye’ye karşı duyduğu ilgiyle başladığını söyler ki, onun bu özelliğini döneminin öne çıkan çoğu isminde görmek mümkün değildir. Düşünsel doğrultusunun 1940’larda nasıl şekillenmeye başladığına, eğitim hayatına, entelektüel ilgilerine, derinlikli bir biçimde Doğu Batı dergisinin 2011’de “Psikanaliz Dersleri” odaklı 56. sayısında yayımlanan makalesi sayesinde nüfuz edilebilir.
Memleketine bağlılığının teşekkülü bağlamında, bir olayın üzerinde özellikle durulması gerekir. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi tehdit etmesi üzerine, ülkesinin demir leblebiye benzetilmesi karşısında dile getirdiği hissiyatı olağanüstü derecede açıklayıcıdır. Fransa’da okumasına rağmen, kimliğini inşa etme sürecinde karınca kararınca yol almaya başlamasını da özellikle bu bağlamda değerlendirir: “Bu benim için önemli bir hadise oldu. Yaşadığım ülkenin tehdit edilmesi, Türkiye’nin demirden de olsa minnacık bir leblebiye benzetilmesi gücüme gitti, beni günlerce meşgul etti. Alt üst oldum. (…) Türkiye fikrinin beynime saplanması ‘demir leblebi’ meselesiyle başladı.”
Çok farklı yazarların ülkelerine aidiyet duygusunu geliştiren süreçle ilgili heyecanlı anılarının anlatımına merakını hiç yitirmemesi, olayın etki derecesinin ne kadar kalıcılık arz ettiğini gösterecek mahiyettedir.
Nur Vergin, kısa bir müddet sonra kimliğini henüz yeni keşfettiği dönemde, ilkokulu milliyetçiliğin bir nevi kalesi konumundaki Fransa’da okumak mecburiyetinde kalır. İkinci Dünya Savaşı biteli dört yıl olmuştur, ülkeleri tarumar durumdaki Fransızlar, yaralarını yeni yeni sarmaktadırlar. Daha da önemlisi Almanya yanında, ülkeleri kadar harap olmadığı için İngiltere’den ve kendilerini kurtaran Amerikalılardan da oldum olası nefret etmektedirler.
Nur Vergin, yabancı düşmanlığının had safhada olduğu yıllarda, Fransızcayı çabucak öğrenebilmesi için yatılı bir mektebe gönderilir. Çevresine uyum sağlamak, arkadaş edinmek için büyük bir gayret göstermektedir ama dikkat çeken ve bazen de alay konusu olan ufak tefek farklılıklarının varlığını fark etmesi gecikmez. Örneğin, yemekhanede yere düşen ekmek parçalarını toplayıp öpüp başına koymak gibi tuhaf karşılanan ve hayatı boyunca vazgeçmediği “aykırı” davranışları söz konusudur. Yüzünü diğerleri gibi lavaboda birikmiş suyla değil, musluğu açıp akan suyla yıkamak için direndiğinde diğer çocuklar onu seyretmekte ve kıkır kıkır gülmektedir. Geceleyin yatakhanede istavroz çıkartılarak yapılan toplu duaya katılmayıp, yadırganmasına yol açan ortam, haliyle düşüncelerini şekillendirir. Bunlara benzeyen nice tanıklık, kendi deyimiyle “milli duyguyla tanışmanın büyük bir duygu patlamasının eşliğinde meydana geldiğini” ispatlamaya yeter de artar.
"Sen Türk'sün, Beyaz Irktan Değilsin"
İlkokul yıllarında yaşadığı bir başka olay üzerinde de durmak anlamlı olabilir. Coğrafya kitabındaki ırklar haritasında Türkiye, sarı ırka dahil bir alan şeklinde gösterilmektedir. Arkadaşlarının kendisine “Sen Türk’sün, beyaz ırktan değilsin!” demelerine canı acayip sıkılmaktadır. Doğru bildiği yolda yürümekte kararlıdır. Sarı ırktan olma fikri hoşuna gitmediği için kolunu uzatır, arkadaşlarının koluyla yan yana koyup renginin onların birçoğundan daha beyaz olduğunu ispatlamaya çalışır. Ayrıca Ankara ve İstanbul ile sınırlı küçücük Türkiye algısında, rengi sarı kimseyle karşılaştığını da hatırlamamaktadır. Okulda maruz kaldığı ırkla ilgili ayrıma içerlemekte hatta rencide olmaktadır. Hafta sonu Nur Vergin’i okuldan almaya gelen babası Nurettin Vergin, bir seferinde kendisini merdivenlerin basamaklarında oturmuş, hıçkıra hıçkıra ağlarken görünce haliyle üzülür. Bu durum babasının ona hayatının dersini vermesine yol açar: “Bak, kızım, sen Türk’sün sınıf birincisi ya da en azından ilk üç arasında olmak zorundasın, yoksa seni burada kimse ciddiye almaz, arkadaşlık etmez, yalnız kalırsın”.
Dışlanmaya Karşı Direnç
Bu olaylar silsilesi, Nur Vergin’in düşünsel dünyasını gerçekçi bir biçimde anlamlandırma sürecinde, hayat şartlarının bilinmesi gerektiğini çok net bir biçimde ortaya koymaktadır. Kendisine değer verilmesini sağlamak ve eşit konuma gelebilmek için sınıf arkadaşlarından daha fazla çalışmak zorunda kalması, başka etkenler yanında onun birikiminde etkili olmuştur. Çok çaba harcayarak, bir yandan içinde yaşadığı topluma uyum sağlarken diğer yandan mücadele ruhunun galebe çalmasıyla hafızasızlığa ve başkalaşmaya direnmeyi başarmıştır. Fakat yıllar geçtikçe nazlanma ve kapris yapma hakkı da doğmuştur. Mesela tarih derslerinde ortaokul ve lise öğretmenlerinin kendisini kitaplardaki yaklaşımdan ötürü rencide eden ama karşı koymaya bilgisinin yetmediği “Şark Meselesi”nden imtihan etmemelerini sağlamayı başarmıştır. Tarih kitaplarında değişmez bir kalıp halinde yer alan “Kostantinopol’ü Türklerin zulüm ve zorbalığından kurtarmak” gereğine işaret eden cümlelere ve milliyetine karşı husumet dolu klişeleştirilmiş cümleler, onun Avrupa ve Türkiye üzerine derinlikli düşünme sürecinin de başlangıcını teşkil eder. Kişisellikle kolektif olanın iç içe geçtiği bu deneyimler, bilhassa 1990’larda kaleme aldığı makalelerinin doğru bir biçimde anlaşılmasının zeminini oluşturacaktır.
Entelektüel özgünlüğün, gerilimlerin had safhaya eriştiği dönemlerde boyutlandığı gerçeğini doğrulayan pek çok deneyimi bulunan Nur Vergin’in bu tür didinmelerinin, üniversite yıllarında da hızını artırarak devam ettiği kaydedilmelidir. Öğrenciliğiyle ilgisiz sayılabilecek ya da dolaylı anlamda ilgili görülebilecek birtakım eylemlilikler içine de girmiştir. Mesela Mısır asıllı bir hoca Osmanlı’yı ve halihazırdaki Türkiye’yi küçük düşürücü şekilde anlattığı için resmen kazan kaldırır. Başlattığı kampanya neticesinde bu hocanın derslerine son verilmesini sağlamayı başarır.
İlginç bir diğer olay ise 1940’larda takibata uğrayan, hapis yatmamak için Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan, Amerikan vatandaşlığına geçmiş ve misafir profesör olarak derslerine gelen sosyal psikolog Muzaffer Şerif Başoğlu’nun, dersini Sorbonne Üniversitesi’nin kolay kolay pek kimselere açılmayan en görkemli amfisinde yapmasını mümkün kılar.
Üniversite öğrenimi gördüğü dönemde aynı zamanda Office de Radiodiffusion-Télévision Française’de (Fransız Radyo Televizyon Yayın Ofisi) kamuoyu araştırmacısı olarak çalıştı. 1971 ve 1972’deki alan araştırmalarına dayanan doktora tezini, Fransa’da siyasal antropolojinin kurucusu kabul edilen ve daima hürmetle anacağı Georges Balandier danışmanlığında 1973’te tamamladı. Industrialisation et changement social. Étude comparative dans trois villages d'Ereğli (Sanayileşme ve Sosyal Değişim: Ereğli’nin Üç Köyünde Mukayeseli İnceleme) adlı bu çalışması Mübeccel Belik Kıray’ın Ereğli araştırmasının aksine, değişimin meydana getirdiği gelenekle bağlantılı toplumsallaşmayı ortaya koyar. Doktora çalışması Türkçeye çevrilmese de İktisat Fakültesi Dergisi’nde 1978’de, Toplum ve Bilim’de 1985’te yayımlanan makaleleri ile Türkiye’ye Tanık Olmak (1998) eserindeki bazı pasajların, tezinin yaklaşım biçimini belirgin kıldığı açıktır.
Dışlanmaya karşı tepkiyle şekillenen bu durum, Nur Vergin’in hayatını derinden etkilemekle kalmamış, kendini zamanla gevşeyecek de olsa doktorasının bitimine kadar korkunç bir cendereye sokmuştur. Söz konusu dönemde Avrupalıların kolektif bilinçaltına demir atmış Haçlı Seferleri zihniyetiyle hep küçük görmek istedikleri Türklerin de kendileriyle rekabet edebileceklerini kanıtlamaya kendini adamıştır. Bunun nerelere kadar uzandığını şu satırlarda net bir biçimde yakalamak mümkündür: “Fransız gibi konuşuyor, Fransız gibi yürüyor, Fransız gibi düşünüyor, Fransız gibi yiyor içiyor, toplum hayatında ve entelektüel vaziyet alışlarımda da Fransızlar gibi davranıyordum. Ben ve muhataplarım arasında yoktur ayrımız gayrımız durumu hasıl olmuştu”.
Müşkülpesent ve Karmaşık Bir Tutku
Sosyolog kimliği ile öznelliğini birbiriyle sarmalayan Nur Vergin, fikirlerini gerek oluşturma sürecinde gerekse onları beyan etme aşamasında, esas itibarıyla bağımsız ve özerk bir kişilik konumundadır. Sosyolojinin akademik tartışmalarını çoktan aşmış ve siyasi bir nitelik kazanan uyum olayının somut örneği gibidir. Kendisinin bir birey olarak yaşadığı toplumda yadırganmamasını, belli ölçüde kabul görmesini, hatta fark edilmemesini sağlayan uyumu görünüşte gerçekleşmiştir. Ancak asimilasyon denilen psikolojik yabancılaşma durumu söz konusu değildir. Daha çocukluğunda gittiği Fransa’da Türk olma bilinciyle yaşayan Nur Vergin’in bedeni ve aklı Fransa’da olmasına karşın gönlü uzak düştüğü Türkiye’dedir. Sadakati ve aidiyet duygusu Fransa’ya değil, Türkiye’ye yöneliktir. Hayat hikayesi ve yol boyunca yaşadığı hadiselerle, edindiği bilgilerle, gözlemleriyle ve bütün bunların zihninde yankılanmalarıyla Türkiye’ye güvenirken aslında kendine güvendiğinin farkındadır. Belki bu yüzden edebiyatçı duyarlılıklarıyla asimilasyoncuları çok farklı bir biçimde ele alan Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ını, Miguel Angel Asturias’ın Mısır Adamları’nı Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı gerçekten anlayarak okumuştur.
Yaşadığı Batı toplumlarına uyum sağlayan ama Batı’nın devşirmesi olmamayı başaran Nur Vergin’in Türkiye’ye dönüşü, dışarda barınamamamın bir sonucu değil, iyi veya kötü sahip olduğu birikimini ülkesine sunmak isteyişindendir. Mesleğini başka bir yerde değil, memleketinde icra etmenin hayatına anlam katacağına inancı büyüktür ve bu kendisine heyecan vermektedir. Bu düşüncelerle Fransa’dan 1973’te Türkiye’ye geldikten sonra yaşadığı bir olay, onun sonraki yıllardaki sosyolojik ve siyasi tahayyülünün anlaşılmasını mümkün kılabilir. Kendisini ziyarete gelen İstanbul İktisat Fakültesi’nin bölüm başkanı, evinin salonundaki kitaplıkta antika kapaklı bir Kuran-ı Kerim’i görünce bağnaz bir biçimde laikliği hatırlatır. Buna karşın Nur Vergin, dini sembollere yakınlık göstermenin laikliğe aykırılık teşkil etmediğini dili döndüğünce anlatır.
Nur Vergin’in, 1970’lerde din, toplum ve siyaset konusunu işlemeye başlaması, bu bakımdan üzerinde durulmayı hak etmektedir. Kendisi bunu ne tesadüf ne şahsi dehası ne de hocasının telkiniyle açıklar. Sosyolog olarak incelediği toplumun göstergeleri başka bir ifadeyle Karadeniz Ereğli, Diyarbakır, Van, Mersin ve İstanbul Gültepe’de yaptığı alan araştırmalarının bulgularının, kendisine bu konuyu adeta dayattığını vurgulama gereği duyar. Hemen akabinde 1978’den itibaren, toplum ile siyaseti bir arada gören, birbirinin bağlantılarıyla uğraşan bir alan olmasından ötürü tutkuyla yöneldiği siyasetin sosyolojisi dersi, onun toplumu anlama sürecini derinleştirmiştir.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde görev yaparken öğrencilerine katkıda bulunur düşüncesiyle 1980’lerin başında yayımladığı ve her baskısında içeriği daha da genişleyen zamana dayanıklı Siyasetin Sosyolojisi kitabı, akademi dışında da ilgiyle okunan bir eser hüviyetine kavuştu. Aynı zamanda bu dönemden itibaren siyasal sistem üzerinde yoğunlaşmaya başladı ve Türkiye’de siyasi partileri de kapsayan krizin, genel siyasal sistemin krizinden kaynaklandığını ileri sürdü.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka husus, kitabın önsözünde kendisinin yetişmesinde başrolü oynayan Raymond Aron, Georges Gurvitch ve Georges Balandier’e teşekkür edilmesidir. Yanı sıra Din, Toplum ve Siyasal Sistem (2000) kitabıyla Toplum ve Bilim, Türkiye Günlüğü, Doğu Batı gibi dergilerde yayımlanan tarih, din, toplum, akademi, entelektüel ve kimlik eksenli makalelerindeki atıfların analizi, entelektüel kişiliğinin oluşumu hakkında fikir verecektir.
Aforoz Edilmeyi Göze Aldı
Ayrıca 1980 sonrasında dinamik bir entelektüel hayata kavuşma sürecini derinden etkileyen tercümeler bağlamında da değerlendirilebilecek Donald MacRae’nin Max Weber labirentinde ufak bir gezintiye çıkan Weber (1985) kitabını çevirdiği de göz ardı edilmemelidir. Ülke gerçeğini ve dönüşümünü kavramak için Yeni Yüzyıl’da yazdığı yazıları bir araya getiren Türkiye’ye Tanık Olmak kitabı ise beylik pozitivist sosyolojik yaklaşımın sınırlarını zorlayan yorumlarını içerir. Elbette tüm bunların tam manasıyla kavranması ancak geniş bir perspektifle yazdığı “Bilim Camiası ve Tanınma İsteği” makalesinin derinlikli bir şekilde yorumlanmasıyla gerçekleşebilir.
İnandığı gerçeği, kınanmayı, aforoz edilmeyi göze alarak toplumla paylaşan kendi deyimiyle “sözlü iletişim müptelası” Nur Vergin’in bir sosyal bilimci olarak yazdıklarına fazlasıyla veya kısmen ilgi duyanların onun 1990’lardaki metinlerine ve röportajlarına yönelmeleri halinde daha sahici bir siyaset bilimci ve sosyolog portresinin gündeme geleceği söylenebilir. Tüm bu metinler okunurken kendisinin önemsediği tarihçi Fernand Braudel’in şu sözleri de onun çalışmalarına nüfuz etmenin yolunu açabilir: “Ben, ülkemi müşkülpesent ve karmaşık bir tutkuyla seviyorum... Meziyetleri ile kusurları arasında, onda tercih ettiklerimle, kabul etmede zorlandıklarım arasında da hiçbir fark gözetmeksizin.”