Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 28 Mayıs 2020’de salgının ilk dalgasının kısmi olarak kontrol altına alınmasının ardından normalleşme adımlarını açıklarken konuşmasının bir yerinde şöyle bir hususu dile getirdi: “İnşallah daha önce İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrası yapılan hataları tekrarlamayacak, ülkemizin önüne gelen fırsatı değerlendirmeye çalışacağız.” Erdoğan bu açıklamayı, salgın sonrası küresel sistemin siyasi ve ekonomik olarak yeniden yapılanacağı beklentisi üzerinden yapmıştı. Söz konusu tarihte, ABD seçimlerine daha beş ay gibi bir süre vardı. Seçimleri kimin kazanacağı belli de değildi.
Tarihler 11 Kasım’ı gösterdiğinde, Erdoğan partisinin grup toplantısında, yeni bir reform dalgasının başlatılacağını şu sözlerle duyurdu: “Önümüzdeki aylarda hukuk devleti ilkesini güçlendirme, öngörülebilir, kolay erişilebilen, hızlı ve etkin işleyen yargı sistemi konusunda yeni adımlar atacağız… Yapısal reformların hazırlıkları içindeyiz.”
Erdoğan, kasımda yaptığı hemen her konuşmada yeni reform gündemini vurguladı. Ve yine reformdan bahsettiği tüm açıklamalarında mayısta dile getirdiği hususun bir benzerini, “salgın sürecinin hızlandırdığı yeni küresel ekonomik mimaride Türkiye’nin önünde açılan fırsat pencerelerini değerlendirmekte kararlıyız” cümleleri ile tekrar etti.
Yeni dönemin ruhuna uygun olarak ekonomi, hukuk ve demokraside başlatılan seferberliği, geçen yıl ilan edilen “Yargı Reformu Strateji Belgesi”ne atıf yaparak somutlaştırdı. Meclis’te bugüne kadar strateji belgesi kapsamında 3 yargı paketinin kanunlaştırılmasını örnek gösterdi. İlk reform paketlerinden birinin de neredeyse tamamlanma aşamasına gelen “İnsan Hakları Eylem Planı” olduğunu belirtti.
Yazıya Erdoğan’ın konuşmalarından alıntılar yaparak başlamamın ve bazı hususları bilerek vurgulamamın bir nedeni var. O da şudur: Yeni reform dalgasının başlatılacağının duyurulduğu ilk anda muhalefet ve muhalefeti destekleyen medya, reforma ilişkin açıklamaları önce küçümsedi. Öylesine dile getirilmiş cümleler olarak görmeyi tercih etti. Ancak Erdoğan’ın reform vaadinde kararlı olduğu görülünce muhalefette bir panik havası hakim oldu. Önce, yeni reform sürecine nasıl bir karşılık verileceği ile ilgili bir bocalama yaşandı. Birkaç gün sonra biraz toparlanarak, aralarındaki rol dağılımına uygun olarak, reform söylemine karşı kademelendirilmiş bir taktik izlendi. Süreci baltalamak, zehirlemek ve sabote etmek için 3 farklı yönteme başvuruldu.
Muhalefet Reform Yapılmasını Niçin İstemez?
İlk olarak, reform seferberliğinin “kozmetik olacağı”, “iktidarın otoriter yönetimine kılıf aradığı”, “göstermelik önlemleri içereceği” itirazları üzerinden süreci önemsizleştirmeye yeltendiler. “Reform olmayacağı” kampanyası üzerinden değersizleştirmeyi denediler. Bu başlıkta bilindik ezberler vardı. Sanki hiç reform yapılmamış gibi, “18 yıldır neredeydiniz, reform yapmak şimdi mi aklınıza geldi” denildi. Hatta, neredeyse her konuşmasında “ekonomide niçin piyasanın şartlarına göre adım atmıyorsunuz” diye eleştiri getiren CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ekonomide atılacak adımları, “Londra’daki tefecilerin önünde diz çöküldü” şeklinde yorumlamayı tercih etti. CHP’nin öncülük ettiği bu kampanyayı DEVA ve Gelecek partileri de büyük bir iştahla sahiplendi. Böyle bir siyaset taktiğinin amacı, oluşan pozitif havayı dağıtmaktı.
İkinci kademede, reform gündemi ve Erdoğan’ın AB başta olmak üzere dış politika konularında atılacak yeni adımlarla ilgili açıklamaları, sadece “Demirtaş” ve “Kavala” tartışmasına indirgenmeye çalışıldı. Yargı süreçleri devam eden bu isimler tahliye olmadan sanki reform yapılamazmış gibi bir hava oluşturuldu. Böyle bir tartışmanın öne çıkarılması aynı zamanda uluslararası çevrelere “aman iktidarın yeni bir reform dalgası başlatmasına tav olmayın, baskıyı devam ettirin” mesajı vermek içindi. Özellikle, sol liberaller ve uluslararası çevrelerce desteklenen muhalif medya, bu mesajı kuvvetlendirmek için, ABD seçimlerini Biden’ın kazanmasından dolayı Erdoğan’ın taktik bir hamleye başvurduğu tezini gündemde tuttu.
Üçüncü kademede, doğrudan Cumhur İttifakı’nın geleceğini hedefleyen özel konular seçildi. “Kavala” ve “Demirtaş” tartışması milliyetçi seçmeni rahatsız edecek bir içerikle gündemleştirildi. “Yeni bir çözüm sürecinin başlatılması gerektiği” bu tartışmalara eklendi. Geçmişte AK Parti’de siyaset yapan, ancak şu an aktif bir pozisyonda bulunmayan ve Cumhur İttifakı’na mesafeli olduğu düşünülen bazı isimler özellikle seçilerek farklı medya mecralarında konuşturuldu. Tam da ittifakın senkronizasyonuna zarar verebileceği düşünülen konular, bu isimlere soruldu. Seçilip mikrofon uzatılanlar, çözüm sürecinde sol liberallerin söylemine tav olan siyasetçilerdi. Çözüm sürecindeki hatalarının bir benzerini yapmaya hazır olduklarının sinyallerini zaman zaman zaten verdikleri için kendilerine hemen ulaşılması doğaldı. Geçmişten yeterince ders çıkarmamışlardı. Halbuki, geçmiş dönemde etkin olarak siyaset yaptıkları AK Parti iktidarları, çözüm süreci, Alevi açılımı, gayrimüslim azınlıkların haklarının verilmesi vb. konularda iyi niyetle hayati siyasi risk alarak adımlar atmaya çalışırken, bazı çevrelerin bu süreçleri nasıl manipüle ederek demokrasi dışı yollarla partilerini iktidardan düşürmeye çalıştıklarını yine en iyi kendilerinin bilmeleri gerekirdi. Bu çevrelerin, reform gündemini bu konulara hapsetmesinin temel hedefi, Cumhur İttifakı’na zarar vermekti. Böylece bir taşla iki kuş vurulacak, hem reform süreci zehirlenecek hem de ittifakta çatlak oluşturulacaktı.
Muhalefeti önce panikleten ardından da reform sürecini zehirlemeye ve baltalamaya dönük siyaset izlemesini gerektiren zorunluluklar var. Hukuk, ekonomi ve demokrasi üst başlığında iktidar eleştirisi muhalefete konforlu bir alan oluşturmuştu. İdeoloji ve taban eğilimleri açısından birbirine benzemeyen muhalefet partileri bu konulardaki eleştirilerde kolayca söylem birliği kurup, ayrıştığı konu başlıklarını perdeleyip saklayabiliyordu. Özellikle DEVA ve Gelecek partilerinin siyaset yapma zemini, AK Parti’nin 2014’ten itibaren reform gündeminden saptığı eleştirisine dayanmaktaydı. AK Parti’nin yeni bir reform gündeminde başarılı olması bu partilerin siyaset yapma zeminini boşa çıkaracak ve varlık nedenlerini anlamsızlaştıracaktı.
Kazanılan Tecrübeler
Türk siyasi hayatı, reform çabaları ile ilgili bize iki önemli konuda yol gösterir. İlki, basit ya da köklü tüm reform adımlarını tamamlayabilmek için çetin bir mücadele şarttır. İkincisi ise, yapılan reformların başarısı, kurumsallaşması ve korunması için daha büyük bir mücadelenin verilmesi gerektiğidir. Üçüncü Selim’le yoğunlaşan, İkinci Mahmut’la bir üst düzeye taşınan Tanzimat ve Meşrutiyet’le devam eden ve cumhuriyetle köklü bir değişimi ortaya çıkaran ıslahat ve reform dalgalarının başarıya ulaşması ve yapılan reformların korunması için çok büyük mücadelelerin verildiği malumdur.
AK Parti iktidarları, Türkiye’de siyasetin normalleşmesi ve demokratikleşmesi için cumhuriyet döneminin en köklü reformlarına imza attı. Toplumla devlet arasındaki güvensizliği derinleştiren sorunları çözdü. İnsan hakları ihlallerinin ortadan kaldırılmasına yönelik yoğun bir çaba harcadı. Muhafazakar dindar kesimlerin önündeki engelleri kaldırdı. Uzun yıllardır birikmiş, ertelenmiş hatta kangren haline dönmüş sorunları çözmek için; çözüm süreci, Alevi açılımı, gayrimüslim azınlıkların haklarının verilmesi gibi alanlarda “sessiz devrim” olarak nitelendirilen adımlar attı. Statükoyu değiştirerek vesayetçi çıkar gruplarının iktidar alanlarını tasfiye etti. Demokratik siyasal alanı genişletti. Siyaseti ve sosyolojiyi dönüştürerek, toplumun çevrede kalmaya zorlanan dezavantajlı geniş kesimlerini merkeze taşıdı.
Aynı zamanda AK Parti iktidarları, 2013’e kadar reformlara karşı devreye sokulan direnç siyasetini kırmak için mücadele etti. Eski düzen yanlılarının iktidar kurmasını engellemeye dönük hamlelerini, 367 krizini ve kapatma davasını bertaraf etmek için yoğun çaba harcadı. Reform, değişim ve dönüşüm gündeminden taviz vermedi. Bu dönemde kesintisiz reform hamlelerini devreye sokarak mücadeleyi yürüttü. Yani gündemin ön sırasını sürekli reforma ayırdı.
2013 ve sonrasında, sadece yeni reformları engellemek için değil aynı zamanda o güne kadar yapılanları geri döndürmeye yönelik topyekun bir saldırı başlatıldı. O güne kadar başvurulan yöntemlerin etkili olmadığını düşünen çevreler, iktidarı ne pahasına olursa olsun devirmek için her yolu denediler. Gezi Parkı şiddet eylemleri ile başlayan devirmeci süreç, MİT tırları kumpası, 17-25 Aralık FETÖ’cü yargı ve emniyet darbe girişimi, 6-7 Ekim olayları, çözüm sürecini bitiren hendek ve çukur terörü ile devam etti. Ve en nihayetinde süreç 15 Temmuz FETÖ’cü darbe ve işgal girişimine kadar gitti.
2013’ten sonra AK Parti ve Erdoğan, hem o güne kadar yapılan reformları korumak hem de devletin kurumsal mekanizmasını içerden ve dışardan koordineli olarak yapılan saldırılarla çökertilmesini engellemek için mücadele siyasetini öne çıkardı. Önleyici müdahalelere başvurdu. Reformlar devam etse de gündemin önceliği mücadele üzerinden şekillendi. Bundan dolayı da, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş ve devletin yeni sisteme göre yeniden yapılandırılması, nerdeyse 40 yıllık bir reform çabasının sonuçlandırılması anlamına gelmesine rağmen, reformdan sapıldığına dair bir kanaat oluştu.
Yeni Reformların İmkanı ve Mahiyeti
Beka sorunu ile mücadele edilirken reform dalgaları yönetilmezdi. Her yeni reform çabası yeni kırılganlıkları doğurabilirdi. Dolayısıyla 2014 sonrasında, doğal olarak mücadele siyasetini güçlendirecek, devletin FETÖ tehdidi yüzünden zafiyete uğramış kurumlarının çöküşünü engelleyecek, çoklu terör tehdidi ile mücadeleyi başarıya ulaştıracak ve en genel anlamda da siyasi istikrarı sağlayarak etkin yönetimi devam ettirecek reformlara öncelik verildi. Önceliklere göre tercih yapılarak, bazı reformlar ertelenmek zorunda kaldı.
Gelinen süreçte; FETÖ ve PKK başta olmak üzere çoklu terörle mücadelede önemli bir başarı elde edildi. Siyasal sistem değişimi gerçekleştirilerek siyasal istikrar yasal ve kurumsal bir zemine oturtuldu. Devlet yeniden yapılandırılarak etkin yönetim sağlandı. İçerde ve sınır ötesinde var olan tehditlere karşı devletin kurumsal kapasitesi artırıldı.
Yeni bir reform dalgasının başlatılabilmesi için ulusal ve küresel düzeyde konjonktür uygundur. Salgın sonrası küresel düzen dönüşüme meyillidir. Cumhur İttifakı arasındaki iş birliği, sınamalardan geçerek direnç kazanmıştır. Erdoğan ve Bahçeli yeni meydan okumalara karşı, ortak tepkiyi verebilecek karşılıklı güveni oluşturmuşlardır. Erdoğan, değişen sosyolojiye ve taban eğilimlerine göre siyaset anlayışını güncelleyebilmektedir. Siyasetin yön ve yönelimini tayin edebilmektedir.
Reformlar, zamanın ruhuna ve gereklerine uygun olarak hayata geçirilir. Reform tartışmaları yeniden başladığından bu yana bazı çevreler, 2002 koşullarına ya da 2012 öncesi döneme atıf yaparak yapılması gerekenlerle ilgili düşüncelerini dile getiriyorlar. Bugün ne küresel sistem ne de Türkiye, 2012 ve öncesinin şartlarında değildir. Değişim dinamik bir süreçtir. Reform gündemini yönetecek olan Erdoğan ve iktidarı, siyasal öğrenme bağlamında epeyce testten geçmiştir. Örneğin, yeniden tartışmaya açıldığı şekliyle bir çözüm süreci olmayacaktır. Erdoğan’ı yakından izleyenler bilir ki; onun siyasi kariyerinde elde ettiği her başarı, bir sonraki adımda bir tecrübe oluşturarak siyasi mücadelesi için yol haritasına dönüşmektedir. Bu bağlamda, yeni dönemin reform dalgasının mahiyetinin farklı olacağı aşikardır.