NATO’nun ne için var olduğu Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra uluslararası güvenlik gündeminde en sık konuşulan hususlardan biri olmuştur. Bunun sebebi, ittifakın Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nda harap olmuş Avrupa kıtasını hakimiyeti altına almasını engellemek için kurulmuş olmasıdır. NATO’nun kuruluşuna zemin hazırlayan diğer unsurlar ise iki dünya savaşı çıkmasına neden olan Alman militarizmini uzun vadeli olarak ortadan kaldırmak ve güvenlik sağlayıcı olarak görülen ABD’yi ittifak taahhüdü altına sokmaktır. Farklı bir ifadeyle Almanları aşağıda, Amerikalıları içeride ve Rusları dışarıda tutmaktır (Keeping Germans down, Americans in and Russians out). Bu hedeflerin tamamına uzun süre önce ulaşılmış olup, günümüzde bambaşka bir uluslararası güvenlik ortamı ortaya çıkmıştır.
Halihazırda, Rusya’nın Ukrayna topraklarında ve sınırında gerçekleştirdiği güç gösterisi, NATO’nun caydırıcılığına yönelik açık bir meydan okuma teşkil ederken, ittifakın ortaya koyduğu taahhütlere rağmen etkisiz kalması, ittifakın gerek etkinliğinin gerekse de geleceğinin sorgulanmasına yol açıyor. Buradan hareketle, NATO’nun önümüzdeki süreçte çözmesi gereken üç ana meselenin olduğu görülüyor: İttifakın asli işlevi olan ortak savunma ilkesine geri dönmesi, Amerika’nın NATO’yu liberal hegemonya stratejisinin bir aracı olarak kullanmayı bırakması ve AB’nin savunma yükümlülüklerini yerine getirmesinin yanı sıra stratejik otonomi fikrini NATO ekseninde uygulamaya koyması.
NATO’nun Asli İşlevine Dönüş İhtiyacı
Savunma ittifaklarının başarısının her şeyden önce ortak tehdit algılamasına bağlı olduğu düşünüldüğünde gerek bugün gelinen nokta gerekse de geleceğe dair bir bakış açısının dikkate alması gereken temel unsur, ittifakın bir bütün olarak uluslararası güvenlik ortamını algılama biçimidir. Bu anlamda, Soğuk Savaş sonundan itibaren NATO’nun asli işlevi ile ona biçilen rol arasındaki uçurumun ortaya çıkışı ve giderek açılması, gereksiz taahhütlerin altına girilmesine ve hareket alanının daralmasına yol açmıştır. Söz konusu süreçte ortak savunma ilkesinin önemini kaybederek yerini liberal bir söyleme bırakması, ittifakın askeri boyutunu aşındırmış ve dar siyasal tartışmaların malzemesi haline gelmesine neden olmuştur.
Söz konusu süreçte NATO, önceki güvenlik algılamasını keskin bir şekilde değiştirerek oldukça geniş kapsamlı bir güvenlik ortamı tanımlaması yaparken, aynı zamanda genişleme politikasını başlatmıştır. Güvenlik tanımının genişlemesi, ittifakın asli görevini muğlaklaştırırken, ulusal farklılıklar yeni ve kapsamlı amaçların yerine getirilmesini zorlaştırmıştır. Bu anlamda, güvenlik ortamına yönelik üye devletlerin farklılaşan yaklaşımları, terörizmle mücadele veya kriz yönetimi gibi muğlak operasyonel hedeflerde etkisiz kalınmasına neden olmuştur. Bu anlamda Bosna, Kosova, Afganistan ve Libya’daki çatışma ortamları, NATO için sürekli bir test ortamı olmak suretiyle ittifak üzerindeki baskının artmasına sebep olmuş; kredibilite, itibar, savunma ve caydırıcılık gibi unsurların sağlanmasının maliyetini giderek artırmıştır.
Benzer şekilde, ittifak içinde askeri vurgunun yerini giderek liberal değerlere ve demokrasi gibi unsurlara bırakmasıyla beraber doğuya doğru gerçekleşen genişleme, askeri fayda/maliyet analizi göz ardı edilerek liberal varsayımlar üzerine inşa edilmiştir. Bu anlamda, Rusya’nın 2014’te ortaya çıkan revizyonist politikalarından 10 yıl önce ittifaka kabul edilen Estonya, Litvanya ve Letonya gibi ülkelerin olası bir Rus tehdidine karşı nasıl savunulacağının o dönemde pek de düşünülmediği, söz konusu problemin ancak Rusya’nın Kırım’ı yasa dışı ilhakından sonra RAND ve IISS gibi önde gelen düşünce kuruluşlarınca simülasyon çalışmalarına konu edildiği görülmüştür. Benzer şekilde 2008’de NATO tarafından Ukrayna ve Gürcistan’ın “ittifaka üye olacağının” söylenmesi hem söz konusu ülkelerdeki beklentiyi hem de Rusya’nın algıladığı tehdidi artırmıştır. 2008’den itibaren Ukrayna ve Gürcistan’ın -demokrasi ve yolsuzluk sorunları öne sürülse de- Rusya baskısı sebebiyle ittifaka dahil edilememesi, akla şu soruyu getirmektedir: Baltık ülkelerine yönelik Rusya tehdidi 2004’te mevcut olsaydı bu ülkeler ittifaka dahil edilmeyecek miydi? Bu sorunun cevabı çok büyük ihtimalle evettir. Buradan ulaşılacak sonuç ise NATO genişlemesinin ortak tehdit algılamasına göre gerçekleştirilmediği, aksine tehdit varlığının genişlemeyi engellediği yönündedir.
Dolayısıyla, liberalizm ve demokrasinin yayılışı ile birlikte dış politika davranışlarının pasifize olması gibi beklentilerin aksine, hem Rusya’nın tehdit algısı dolayısıyla güvenlik ikilemi hem de NATO’nun genişlemesiyle savunma zafiyetleri oluşmuştur. Bu ihmalin bedeli ise önce 2008’de Abhazya ve Güney Osetya’da, sonrasında 2014’te Kırım’da ortaya çıkmıştır. Halihazırda Rusya’nın ayrılıkçı bölgeler Donetsk ve Luhansk’ın bağımsızlığını tanıması ve başkent Kiev dahil Ukrayna içlerine yaptığı saldırılar ile sürmektedir. Nihayetinde açık bir şekilde savaşma iradesi gösteren Rusya’ya karşı, NATO’nun savaşma ihtimali masada bulunmamakta olup, gelinen nokta, Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun söylem ve politikaları ile harekete geçme iradesi arasındaki uçuruma işaret etmektedir.
Amerikan Grand Stratejisi ve NATO
Soğuk Savaş sonrasında uluslararası sistemde tek süper güç olarak kalan ABD, yeni grand strateji anlayışında uluslararası barış ve istikrarın korunmasını liberalizm ve demokrasinin yayılması etrafında düşünmüş; kendi politikalarını buna göre geliştirirken, NATO’yu da bu politikaların bir aracı olarak ele almıştır. Özellikle Bill Clinton başkanlığında geçen iki dönemde (1993-2001) Amerikan dış politikasının liberalizmi Avrupa’da Rusya topraklarına doğru yayma stratejisi, sonraki Başkan George W. Bush döneminde (2001-2009) daha da genişletilerek Avrupa dışına, Afganistan ve Irak gibi ülkelere yönelik uygulanmaya başlanmıştır. Bu stratejik anlayışta, ittifak içinde Amerikan kontrolünün üst düzeyde olması sebebiyle NATO, ana araçlardan biri haline getirilmiştir; halbuki söz konusu liberal ajanda zaten Avrupa Birliği tarafından uygulanmaya çalışılıyordu.
Bu anlamda bir önceki kısımda ifade edildiği gibi NATO stratejik konseptleri, Soğuk Savaş dönemine göre ciddi değişimler geçirerek, ortak savunma ilkesinin yanına iş birlikçi güvenlik ve kriz yönetimi gibi hedefler de eklenmiştir. Bu şekilde savunma ve güvenlik tanımlamasının genişlemesi, kaçınılmaz bir şekilde ortak tehdit algılaması unsurunun aşınmasına neden olarak, üye devletler arasında çıkar çatışmalarını doğurmuştur. İttifak mensubu birçok ülke yeni NATO misyonlarına katılmaktan kaçınırken, bu durumun telafisi ABD’nin tek taraflı girişimleriyle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu durum ise Türk-Amerikan ilişkilerinde Suriye özelinde görüldüğü gibi, NATO mensubu ülkeler arasında ciddi sorunlara yol açmıştır.
Avrupa Stratejik Otonomisi
Avrupa’da stratejik otonomi fikri uzun bir geçmişe sahip olup, Amerikan güvenlik taahhütlerinin yerine getirilmeyeceğine yönelik şüpheye dayanıyor. Özellikle Fransa tarafından ısrarla savunulan bu yaklaşım, başta savunma planlaması ve savunma tedariki gibi hususlar olmak üzere bir dizi askeri gerekliliklerde, Avrupa’nın bağımsız hareket edebilme kabiliyetini niteliyor. AB’nin ekonomik potansiyeli, teknolojik altyapısı ve insan gücü düşünüldüğünde, stratejik otonomi kabiliyetine ulaşılması, aslında Rusya’nın çok rahat bir şekilde dengelenmesini ve caydırılmasını sağlayabilir. Zira Rusya’nın bugünkü materyal kabiliyetleri, Sovyetler Birliği döneminden çok uzakken, Avrupa ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında içinde bulunduğu durumdan çok ileridedir. Ancak şu ana kadar elde edilen tecrübe bu durumun tam tersine işaret ediyor. AB tarafından Ortak Savunma ve Güvenlik Politikasının oluşturulması stratejik otonomi kapsamında okunabilecek bir adım olmasına rağmen, çatışma bölgelerine müdahalede harekete geçilememiş, NATO’nun devreye girmesi gerekmiştir. Benzer şekilde AB bünyesinde barışı koruma ve kriz önleme gibi gerçekleştirilmek istenen misyonlar sınırlı kalmış, daha çok NATO’nun önderlik ettiği görevlere yardımcı olunmuştur. Diğer taraftan Fransız silah platformlarının iddialı satış kampanyalarına rağmen Amerikan ürünlerinin yerini alamaması, üye ülke ordularındaki Amerikan silahlarının ağırlığını korumuştur. Bunun yerine Rafale jetleri gibi Fransız uçakları, daha çok ABD yaptırımları ya da yaptırım korkusu sebebiyle Amerikan ya da Rus ürünlerini alamayan Avrupa dışındaki bazı ülkelerce tercih edilmiştir.
AB’nin stratejik otonomiye ulaşmasının ve aynı zamanda Rusya’yı girişeceği agresif davranışlardan caydırmasının önündeki temel engel, üye ülkelerin savunma harcamalarının yeterli seviyeye çıkarılmamasıdır. Yoğun Amerikan baskısıyla beraber son yıllarda bir artış görülse de birlik halen gayrisafi milli hasılasının yaklaşık yüzde 1,5’ini savunmaya harcamaktadır. Bu durum üye ülke ordularının harbe hazırlık seviyelerinin oldukça düşük seviyelerde ve askeri teknoloji araştırmalarında geride kalınmasına neden olmuştur. Dolayısıyla, AB kendi başına etkin ve caydırıcı bir aktör statüsüne ulaşamamış, Amerikan liderliğine olan bağımlılığı sürmüştür. Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Letonya ve Estonya gibi Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinin NATO üyelikleri gerçekleştikten sonra AB üyeliğine alınabilmeleri bu bağlamda oldukça anlamlıdır.
Sonuç
NATO’nun genişleme politikası olmasaydı Rusya, Gürcistan ve Ukrayna müdahalelerini gerçekleştirmez miydi sorusunun cevabı verilemez. Zira Ukrayna’ya 2008’de NATO üyeliği sözü verilmesine rağmen, Rusya’nın neden önce 2014’e, sonrasında ise 2021 sonuna kadar beklediğinin tam olarak bilinmediği gibi. Ancak şu anki tablo, NATO’nun vaatleri ile ortaya çıkan durum arasında bir uçurumu gösteriyor ve ittifaka zarar veriyor. NATO, tarihin en başarılı savuma örgütü olsa da bu durumu sürdürmesi ve caydırıcı bir askeri aktör olarak kalması, yukarıda bahsedilen sorunların çözümü ile yakından alakalı olacaktır.
Bu anlamda, NATO’nun ortak savunma ilkesi etrafında daha dar bir güvenlik tanımlamasına geri dönmesi, Amerikan grand stratejisinin NATO’yu siyasi bir araç olarak kullanmaktan vazgeçmesi ve Avrupa’nın stratejik otonomiye ulaşması, karşılaşılan sorunları etkili biçimde ortadan kaldırabilecektir. Bunların gerçekleştirilmesi NATO’nun bir savunma örgütü olarak varlığına gölge düşürmek anlamına gelmeyecektir zira üye ülkeler arasında askeri gerek yeni iş birliği alanları gerekse de mevcut iş birliklerinin derinleştirilme potansiyelleri yüksektir. Bunların arasında siber saldırılarla mücadele, harbe hazırlık seviyelerinin artırılması, birlikte çalışabilirlik prensibi çerçevesinde ortaya konacak ortak savunma projeleri ve teknolojik iş birlikleri ile toplumsal elastikiyetin geliştirilmesi gibi bir dizi unsuru saymak mümkündür.