Türkiye Cumhuriyeti devlet geleneği, ordu birikimi, bürokrasi kültürü gibi, bir devleti var eden temel unsurlarla birlikte birçok siyasi meseleyi Osmanlı’dan miras almıştır.
Osmanlı Devleti Batı karşısında bazı alanlarda geri kaldığını hissetmeye başladığında, devletin idamesi için bazı tedbirlere başvurmuştur. Başlangıçta ele alınan konular teknolojik gelişmeler, daha çok da askeri alanda ihtiyaç duyulan silah, teçhizat, araç-gereçle sınırlı kalmıştı.
Muayyen bir süre sonra, yalnızca askeri alanda yapılan yenilik ve teknik desteğin meselenin çözümüne kafi gelmeyeceğini düşünen Osmanlı devlet adamları, devlet idaresinde de bazı reformlar ve yeniliklere gidilmesine dair bir öngörü ortaya koydular. Tanzimat Fermanı böyle bir iklimde doğmuştur.
Osmanlı devlet nizamını, Batılı devlet yönetim modeli ile reforme etme anlamına gelen Tanzimat Fermanı Osmanlı devleti içerisinde yeni bir bürokratik sınıfın doğmasına vesile olacaktı. Tanzimat Fermanı’na kadar bürokrasisini kendi sisteminden devşiren devlet nizamı, sistematiğini Batılı devletlerin yönetim şekline dönüştürdükten sonra bu sistemi işletmek için daha çok yurt dışına çıkmış, Fransızca, İngilizce, Almanca bilen devlet adamlarına ihtiyaç duymaya başlamıştır. Mustafa Reşit Paşa sembol bir kişilik olarak yeni bürokratik elitleri temsil ediyordu. Bu yeniden yapılanma, Osmanlı’nın son yüzyılı dahil Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar birçok temel meseleyi etkileyen bir unsura dönüşmüştür.
Osmanlı Devleti’nin varlığını sürdürme çabası, yalnızca askeri talim ve teçhizat ile devlet nizamının reformuyla da sınırlı kalmamıştır. Devleti yaşatmak adına ortaya atılan fikri hareketler de bu döneme rastlar. Osmanlıcık düşüncesi devlet içerisinden çok uzun ömürlü bir etki oluşturmamıştır. Gayrimüslim tabanın yaşadığı birçok ülke ve şehir bağımsız olunca da bu düşünce anlamını tamamen yitirmiştir. Buna mukabil Yusuf Akçura’nın sistematik bir şekilde kaleme aldığı, üç siyaset tarzından İslamcılık, Milliyetçilik ve Garpçılık akımları, hem Osmanlı devleti döneminde hem de Cumhuriyet tarihi boyunca bir şekilde yaşamaya devam etmiştir.
Osmanlı Modernleşmesi ve İkinci Abdülhamid Han
Osmanlı’nın son döneminde yoğunlaşan modernleşeme süreçleri Abdülhamit döneminde de hız kesmeden devam etmiştir. Sultan Abdülhamid’in siyaseti İslamcılık ve eski Osmanlı siyaseti iken, devleti modernleştirme uygulamaları, Batı tarzı uygulamalardı. Osmanlı kentlerinin imarı ve eğitim altyapısının oluşturulması, ilk öğretim okulları, lise, mesleki lise ve üniversitelerin açılması bu dönemdedir.
Osmanlı modernleşmesi, iç ve dış saiklerle hızlı bir ilerleme kaydederken, Tunuslu Hayrettin Paşa, Namık Kemal, Sait Halim Paşa vb. birçok Osmanlı devlet adamı ve aydını: tarihimiz, devlet geleneğimiz, dini ve kültürel değerlerimiz açısından bir sorun olmadığını; devleti disiplinli bir şekilde yönetmek için, meseleleri ciddiyetle ele almak, bilgi, bilim ve tekniği her devlet gibi kullanabilmek gerektiğini; bürokrasiyi, bilgiyle donanımlı, işinin ehli, disiplinli kişilerden oluşturmakla birçok meselenin çözüme kavuşacağını savunmuşlardır. İslam dininin bir devletin gelişmesini engellemesi bir tarafa İslam’ın doğuşu ve Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinde olduğu gibi bizatihi devletin varlığına ilham ve motivasyon etkisinin olduğu yeniden var olmanın bu yolla olacağı iddia edilmiştir.
Kurtuluş Savaşı büyük bir coşku ve fedakarlıkla yapılmıştır. Halk ayaklanmaları İttihat Terakki’nin örgütlü büroları, terhis edilmemiş askerler, Osmanlı topraklarından Anadolu’ya göç etmiş ve bu topraklarda yaşayan savaş yorgunu milletin topyekun ayaklanması ve bir Osmanlı kurmay subayı olan Mustafa Kemal Atatürk ve Kazım Karabekir Paşa gibi dava arkadaşlarının başarılı liderliği ile Türk milletinin esir edilemeyeceği bir kez daha bütün dünyaya gösterilmiştir.
1924 Anayasası ve Sonrası
Kurtuluş Savaşı’nda yaşanan bu coşku ve katılım, Cumhuriyet devrimlerinin uygulamalarında yaşanmamıştır. Kurtuluş felsefesi oluşturulurken daha çok Fransız modelinin merkeze alınması kuruluş sancısını artırmıştır. 1924 anayasası Kurtuluş Savaşı’ndaki katılım ve coşkunun anayasaya yansıması gibidir. Daha sonra bazı maddelerde yapılan değişiklikler ve bazı uygulamalar, tek parti döneminin ölçüsüz tasarrufları, İslamcıları ve Kürtleri sistem dışına itmiştir. Bu iki kesimden dindarlar, muhafazakarlar siyaset yoluyla sisteme eklemlenmiştir. Kürtler ile ilgili tartışmalar ise hala devam etmektedir.
Türkiye’de devlet din ilişkileri yeniden şekillenirken, devrim yasalarının ağır bir şekilde uygulanması, halk kitlelerinde geniş bir endişe doğurmuştur. Din eğitiminin yasaklanması, ezanın Türkçe okutulması, elinde bir elifba bulunduranların jandarma tarafından tutuklanması, tek parti döneminin bu millete çıkardığı ağır faturalardır. Dünyada komünizm tartışmalarının ortaya çıkmasıyla, materyalist bir vatandaş kitlesinin komünizme daha kolay meyledeceği endişesi, daha tek parti döneminde imam hatip okullarının tekrar açılması tartışmalarını başlatmıştır.
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile ezanı şerifin bugün, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi orijinal haliyle okunmaya başlanması, Kemal Tahir’in değimiyle “tek parti yönetimi ve Cumhuriyet Halk Partili (CHP) mutemetlerden bunalan halka” bir nefes aldırmıştır.
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD eksenli yeni dünyada yerini almak için çok partili hayata geçmesi ile birlikte, tek parti döneminde din ve vicdan hürriyeti ve din eğitimine getirtilmiş yasakların siyasi talebe dönüşeceği, ezanın asli hüviyetine geri dönmesi ile anlaşılmıştır. Bu ilk uygulama bundan sonraki yasakların kaldırılmasına ilham vermiştir.
Taksim Camii
Taksim’de 1806’da Üçüncü Selim döneminde inşa edilen Topçu Kışlasının içinde bir cami bulunmaktaydı. İstanbul’un planlanması için görevlendirilen Fransız şehir plancısı Henri Prost’un önerisi, İstanbul Valisi ve Belediye başkanı sıfatıyla Lütfi Kırdar’ın isteği üzerine 1940’da topçu kışlası ve cami yıkılarak Taksim Gezi Parkı ortaya çıkarılmıştır. Demokrat Parti 1952’de Ayasofya’nın yeniden cami hüviyeti kazanması ve 1956’de Taksim’e cami yapılması fikrini gündeme getirmiştir.
Ancak CHP, iktidarı Demokrat Parti’ye devrettiyse de devletin kurumlarını elinde tutmaya devam etmiştir. Bu ve benzeri girişimler, çeşitli devlet kurumları eliyle uzun yıllar engellenmeye devam edecektir. Taksim Camii’nin yapımı, 1960 ve 1980 ihtilallerine denk gelen engellemeler dışında, 1992’den itibaren, 1994’te Refah Partisi’nin iktidara gelmesi, Necmettin Erbakan ve İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın girişimleri 28 Şubat sürecinin başlaması ile dondurulmuştur. 2013’te Taksim Gezi Parkı yerine Topçu Kışlasının yeniden yapılması ve içerisindeki caminin de inşası söz konusu olduğunda Gezi Parkı gösterileri başlamıştır. Özünde bir Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) organizasyonu olan bu eylemler, daha çok sol örgütler ve küresel Soros’cu isimlerle anılacaktır.
28 Şubat’ın zor günlerinde Avustralyalı bir profesör, bir öğrencisinin doktora tezi için bize danışmıştı. “Bugün ihtilal olsa ne olur” diye bir soru sormuştu. Ben de “Bugün ihtilal olabilir. Refah Partililere büyük kıyımlar yapılabilir. Din özgürlüğü kısıtlanabilir. Yarın siyaset serbest hale gelince bütün bu konular siyasi talebe dönüşür ve Anadolu halkı gelir hakkını geri alır.” demiştim.
Bir yönüyle siyasette yalnızca Demokrat Parti geleneği hakim değildi, bu geleneğe Osmanlı döneminde var olan İslamcılık akımından katılanlar olmuştu. Halen de İslamcılık ve milliyetçilik sentezi Türkiye’de sosyolojinin ve siyasetin merkezini tutmaya devam etmektedir.
Recep Tayyip Erdoğan yirmi yıla yaklaşan hükümetlerinde bu milletin önüne konulan ne kadar yasak ve tabu var ise millet adına bu yasakları teker teker kaldırmaya devam etmiştir. Yasaklar kalktığı zaman toplumun ne denli normalleştiğini görenler, (başörtüsü ve sair) yasakları tekrar gündeme getirmenin saçmalığını da idrak etmektedir.
Ayasofya Camii’nin yeniden ibadete açılması 1974’te Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkarma yapması kadar anlamlı bir adımdır. Osmanlı gerilemesinde, Kıbrıs Barış Harekatı’na kadar Batı hep savaş ve toprak kazanmış, Müslümanlar ise bütün cephelerde nüfuz ve toprak kaybetmişti. Kıbrıs Barış Harekatı bir tarihin kırılma noktası idi ve Türkiye bir daha geri bir adım atmadı.
Taksim Camii’nin açılış konuşmasında camiyi yaptıran Altan Elmas ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmaları Taksim Camii’nin hikayesini de içinde barındırıyordu. Ayasofya Camii’nin açılışından sonra Taksim Camii’nin açılması sembolik bir anlam taşımaktadır. Taksim bir camiye kavuşmuştur. Bölgenin tarihi ve nüfus dinamikleriyle uyumlu şekilde onlarca kiliseyi ve havrayı içinde barındıran İstiklal caddesi, üç dini kültürü içerisinde barındıran dini hoşgörünün birlikte yaşama mesajıdır.
28 Mayıs’taki açılışta konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan “birlik beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımızın olduğunu vurgulayarak, Taksim Camii'nin kendi vatandaşlarıyla birlikte tüm dost ve kardeşlerin, tüm insanlığın umudu olan büyük ve güçlü Türkiye'nin doğuşunun işaret taşlarından biri olduğunu” belirtmesi dünyaya verilen önemli bir mesajdı. Ayrıca Erdoğan "Unutmayın milletimiz 150 yıllık hayaline bugün kavuşmuştur. Ülkemiz istiklalimizin timsali yeni bir eser daha kazanmıştır. Bu uzun mücadele döneminde camimizin vücut bulması konusunda emeği geçen herkese şükranlarımı sunuyorum." diyerek eser siyasetinin Türkiye’ye olan kazanımlarına değinmiş oldu.
Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin son döneminde başlayan tartışmalar hala bir şekilde tartışılmaya devam ederken sosyolojinin kurucusu İbn-i Haldun’un bir sözü bugünü tarif etmektedir: “Su nasıl suya benzerse milletlerin geleceği de geçmişine benzer”.