Avrupa tarihinde önemli bir yere sahip olan Almanlar, Bismarck’ın adıyla anılan “reelpolitik” yoluyla 19. yüzyılda birliklerini sağlayıp yeniden “Grossmacht” (büyük güç) konumuna geldiklerinde hemen ikilem yaşamadılar. 1870 yılında Fransa’ya karşı kazanılan zaferin ardından 18 Ocak 1871’de Alman İmparatorluğu’nun kuruluşunun ilan edilmesi sonrasında Reichskanzler (Başbakan) olan Bismarck bu görevi yürüttüğü 1890 yılına kadar imparatorluğun dış politikasını belirledi. Bismarck’ın, kurduğu ittifak ağlarıyla Avrupa’da oluşan statükoyu korumaya çalışan politikası, 1888’de II. Wilhelm’in Kaiser (İmparator) olmasıyla sürdürülemez hale geldi. Bismarck’ın diplomasiyi ve Avrupa’da statükonun korunmasını öngören politikasıyla II. Wilhelm’in revizyonist politika yaklaşımı arasındaki mücadele kısa sürdü ve 1890’da Bismarck’ın görevini kaybetmesiyle sona erdi.
II.Wilhelm önderliğinde Birinci Dünya Savaşı’na sürüklenen Alman İmparatorluğu bu savaşı kaybettikten sonra karşı karşıya kaldığı Versay Anlaşması’nın ağır şartlarından dolayı Hitler gibi yeni bir revizyonisti çıkardı ve İkinci Dünya Savaşı’nda çok daha büyük bir hezimete uğradı. Versay’ın ardından Hitler gibi bir diktatörle kısa sürede Grossmacht konumuna gelen Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise artık bir “ticaret devleti” (trading state) olma yolunu seçmişti. II. Wilhelm ve Hitler’in revizyonist politikalarının felaket boyutuna varan sonuçları Almanya’nın yeniden otoriter ve revizyonist bir yola girmesinin önündeki en büyük engel olmuştu. Topraklarının önemli bir kısmını kaybetmesi, geri kalan kısımlarının dört yıl boyunca Amerikan, İngiliz, Fransız ve Sovyet işgali altında olması ve ancak 1949 yılında bölünmüş olarak iki devlet kurmalarına müsaade edilmesi de bu tarihte kurulan Federal Almanya ve Demokratik Almanya’nın revizyonist politikaya yönelmesine yol açmadı.
Dünya siyasal sistemi Soğuk Savaş’la birlikte iki kutuplu bir yapıya evrilince kendisine Batı Bloku içerisinde yer bulan Federal Almanya, ABD’nin sunduğu güvenlik şemsiyesi altında bütün kaynaklarını ekonomik kalkınmasına ayırma imkanına ve böylece kısa sürede yeniden eski ekonomik gücüne kavuştu. Bu ekonomik üstünlüğüyle giderek Avrupa Birliği’nin (AB) lideri konumuna gelen Almanya Soğuk Savaş sona erip Doğu Bloğu çökerken Avrupa’daki bu konumunu kullanıp Hristiyan Demokrat Başbakan (Bundeskanzler) Helmut Kohl’ün akıllı diplomasisiyle sorunsuz bir şekilde iki Almanya’nın birleşmesini sağladı.
Almanya’nın AB İçindeki Dominant Pozisyonu
İşte bu noktada yeniden birleşen Almanya’nın eskisi gibi revizyonist politikalara dönüp dönmeyeceği, ticaret devleti olarak mı kalacağı yoksa yeniden Grossmacht politikasına mı döneceği sorgulanmaya başladı. Zur Grossmacht Verdammt (Hans Peter Schwarz, 1994) gibi başlıklarla yazılan kitaplar Almanya’nın büyük güç olmasının kaçınılmazlığını dile getirdi. Bu şekilde Almanya’nın ikilemi de başlamış oldu. Bir yanda o dönemde dünyanın üçüncü büyük ekonomik gücü olarak dünya politikasında daha fazla rol üstlenmeye hevesli kesimler AB çatısı altında NATO’ya alternatif bir Avrupa güvenlik mimarisi oluşturulmasını savunmaktaydı. Diğer tarafta ise henüz böyle bir meydan okumanın zamanının gelmediğini, uluslararası sistemdeki yeni belirsizlikler karşısında Washington’la beraber yol yürünmesi gerektiğini savunanlar vardı. Helmut Kohl ve Angela Merkel gibi Hristiyan Demokrat başbakanlar ikinci gruba mensup iken Sosyal Demokrat Gerhard Schröder birinci görüşü savunan siyasetçiler arasında yer aldı.
1998-2005 yılları arasında federal başbakan olan Gerhard Schröder döneminde Almanya’nın dış politikasındaki BerlinParis-Washington eksenini yavaş yavaş Berlin-Paris-Moskova eksenine çevirdiği ve güvenlik politikasında ABD’ye olan bağımlılığı azaltmaya çalıştığının birçok işareti vardı. Schröder’in 2003 yılında ABD’nin Irak’a müdahale girişimine Chirac ile birlikte karşı çıkması NATO içerisinde büyük bir çatlağa yol açarken Almanya ve Fransa’yı bu konuda Rusya ile aynı çizgiye getirmişti. Kişisel bir dostluğa sahip olduğu Rusya Devlet Başkanı Putin ile özellikle enerji alanında çok yakın bir ilişki kuran Schröder’in başbakanlığının sona ermesinden kısa bir süre sonra Rus doğalgaz devi Gazprom’un büyük ortağı olduğu Nord Stream şirketinin başına geçmesi Rusya ile olan yakınlığının bir göstergesi oldu. Rus doğalgazının Ukrayna’ya alternatif bir rota olan Baltık Denizi altından Almanya’ya ulaşan boru hatlarıyla Avrupa’ya taşınması amacıyla kurulan bu şirket, Rusya ile büyük sorunları olan Polonya ve Baltık devletleri tarafından ciddi şekilde eleştirilmişti.
Schröder döneminde geleneksel müttefiki ABD ekseninden uzaklaşan Almanya’yı yeniden Washington’ın çizgisine taşıma görevini 2005 yılında federal başbakan olan Hristiyan Demokrat Angela Merkel üstlendi. Saldırgan politikalarıyla bilinen George W. Bush’un Afganistan ve Irak maceralarının sonunda büyük bir finans krizine sürüklenen Beyaz Saray’ın kendisiyle birlikte Avrupa’yı da bu krizin içine çekmesi Merkel’in ABD ve AB politikalarında karşılaştığı en büyük meydan okuma olmuştu. Krizin tam ortasında ABD’de başkanlık koltuğuna oturan Barack Obama ile birlikte çok uyumlu bir ilişki geliştiren Merkel, hem Almanya’yı krizin dışında tutmayı başardı hem de bu krizde ayakta kalmaya çalışan diğer Avrupa ülkelerine liderlik ederek AB içerisindeki dominant pozisyonunu tahkim etti. Bu dönemde Yunanistan ve İtalya’da kurulan teknokrat hükümetlerin temel belirleyicisi olan Almanya; İspanya, Portekiz ve hatta Fransa’nın bütçe planlarına müdahale edecek güce ulaştı. Berlin’e güvenlik alanında eskiden olduğu gibi koruyucu şemsiye sağlamaya devam eden Washington’ın, Almanya’nın ekonomik alanda inşa ettiği bu tahakküme ses çıkarmaması ise Obama-Merkel aksının sorunsuz çalıştığını gösteriyordu.
Trump Sonrası ABD-Almanya İlişkileri
Almanya için her şey böyle güzel giderken ABD’de 2016 Kasım ayında yapılan başkanlık seçimlerini Donald Trump isimli “Obama gibi uyumlu olmayacağı belli olan” birinin kazanması sadece Merkel’i değil bütün Alman siyasi liderlerini şok etti. Transatlantik ortaklığın geleceği ne olacak? Almanya şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da sırtını ABD’ye dayayıp ekonomik gücüne güç katmaya devam edebilecek mi? Berlin’in Avrupa’da kurduğu ekonomik hegemonya konusunda Trump acaba ne diyecek? Bu gibi sorular ardı ardına endişeyle sorulmaya başlandı.
Cevapların alınması için fazla beklenmesi gerekmedi. Trump değişik zamanlarda yaptığı açıklamalar ve tavırlarıyla her bir soruya hiç tereddüde yer bırakmayacak şekilde cevap vermiş oldu.
Transatlantik ortaklık devam edecek ancak herkes patron ABD’nin dediğini yapacak. Çünkü “USA first.” Almanya’ya düşen savunma harcamalarını bir an önce Gayrisafi Yurt İçi Hasılasının (GSYH) yüzde ikisine gelecek şekilde artırmaktı. Bunun için ihtiyaç duyduğu silahları elbette Amerikan firmalarından alabilirdi.
Berlin’in ekonomik hegemonyasına Trump elbette izin vermeyecekti. Almanya’yı saldırgan ticaret politikasına son verip devasa dış ticaret fazlasını azaltma konusunda uyarırken dünyaca ünlü Alman şirketlerini kendi kurallarına ayak uydurmamaları durumunda ABD’de iş yaparken zorlanacakları konusunda tehdit etti. Amerikan Kongresinin Rusya’ya karşı yaptırımlarının planlanan Nord Stream-II nedeniyle Almanya’yı da hedef alması, yeni dönemde ABD’den ekonomik alanda gelen saldırıların sadece Trump’tan kaynaklanmadığını da gösterdi.
ABD’den gelen bütün bu baskılar Almanya’da “Atlantikçi” diye bilinen Merkel’in, “Avrupa’nın artık kendi başının çaresine bakma zamanı geldi” türünden açıklamalar yapmasına yol açtı. Almanya’da her zaman ABD konusunda mesafeli politika izlenmesini savunan kesimler olmuştu. Ancak Konrad Adenauer’in Hristiyan Demokratları Almanya’nın küresel güç olarak kalabilmesi için ABD ile çatışmamayı, Grossmacht politikasından uzak durmayı ve Beyaz Saray’ın güvenlik şemsiyesi altında “ticaret devleti” olarak kalmayı tercih etmişlerdi. Bu şekilde ekonomik hegemonya kurarak sessizce Avrupa’nın lideri olmaları belki ilerde ABD’ye de rakip çıkmaları şansını sağlayabilirdi ancak kendilerinden beş kat daha fazla GSYH’ye sahip olan ve yaklaşık on beş kat daha fazla askeri harcama yapan bir güçle erkenden gerginliğe sürüklenmek arzu ettikleri bir şey değildi.
Bu gerçeklere rağmen Merkel’in ABD’yi hedef alan açıklamaları Almanya’nın kendi ekonomik çıkarlarını korumak için Trump yönetimiyle çatışmayı göze aldığını gösteriyor. Şüphesiz Berlin bu çatışmayı Trump yönetimiyle sınırlı tutmak isteyecek ve ABD’deki bütün güç odaklarını karşısına almamaya çalışacaktır. Ancak devletin başı Trump olduğu müddetçe Merkel hükümetinin bu stratejisinde başarılı olup olmayacağını zaman ve Washington’daki gelişmeler gösterecektir.
Ayrıca Almanya’da 24 Eylül’de yapılacak seçimler sonrasında Merkel hükümetinin devam edip etmeyeceği de Berlin-Washington ilişkileri ve Almanya’nın genel dış politikasının geleceği konusunda belirleyici olacaktır. Almanya’nın ABD ile ilişkilerinde yaşadığı sorunların derinleşmesi Avrupa ve Ortadoğu’da son dönemde daha agresif politika izleyen Berlin’in bu müdahaleci politikalarından geri adım atması sonucunu doğurabilecektir.