Kriter > Siyaset |

Hayaletten Realiteye Popülizm


AK Parti başta gençler ve eğitim kesimleri olmak üzere, büyükşehirlerdeki imaj ve itibarını tekrar konsolide ettiği sürece Türkiye siyasetinde İmamoğlu tarzı popülizmin uzun vadede neşvünema bulması, en azından Türkiye adına mümbit bir politik kültür vaadetmesi, pek olası değildir.

Hayaletten Realiteye Popülizm

2010’ların ortalarından itibaren siyaset bilimi literatüründe en sık karşılaşılan kavramlardan birisi popülizm oldu. Aslında dönem dönem gündeme gelmekle ve çoğunlukla da “hayalet” gibi pejoratif -yerici- bir şekilde ele alınmakla beraber, popülizm kavramı bir ideolojik ya da toplumsal hareket olmaktan ziyade birtakım farklı değişkenlerden müteşekkil siyaset yapma tarzlarının tümünü ifade etmek için kullanılmaktadır. Trump’tan Syriza’ya, Corbyn’in İşçi Partisi’nden Victor Orban’a ve Boris Johnson’a kadar tüm siyaset tarzları bu kavramlaştırma altında toplanmaktadır. Bu şekildeki geniş ve rahatça kullanımına karşın popülizmin ne belirli bir tanımı yapılabilmekte ne de marazi bir durum olarak kabul ediliyorsa şayet bunun sebepleri ve çözüm önerileri üzerine bir mutabakat tesis edilebilmektedir. Tam da bu yüzden daha çok tekil olaylar ve hatta spesifik konulardaki söylemlerin popülist olduğu veyahut da filan parti ya da hareketin hiç alakasız bir konuda popülistçe davrandığı gibi yorumlara sıkça rastlanılmaktadır.

 

Popülist Siyaset

Literatüre bakıldığı zaman popülist kabarışı tetikleyen kabaca üç ana sebep üzerinde durulduğu görülür. Bunlarda birincisi, 1970’lerle beraber çöken refah devleti anlayışı ve yükselişe geçen neo-liberal ekonomi politikalarının refah ve gelir seviyesinde oluşturduğu büyük dengesizliklerdir. Özellikle de 2008 kriziyle birlikte zenginin daha zenginleştiği yoksulun daha da yoksullaştığı, orta sınıfın daraldığı bir toplumsal yapı meydana çıkmaya başladı. Arap Baharı’ndan Wall Street’i İşgal Et eylemlerine kadar dünyanın birçok yerinde toplam gelirin yüzde 90’nından fazlasına sahip olan azınlık sınıfa karşı, Ortega Gasset’in 1950’lilerde söylediği gibi “kitlelerin isyanı” söz konusu. Kitlelerin bu isyanına tercüman olma iddiasındaki birçok isim de popülist siyaset yapmakta mahir olan isimlerin başında geliyor. Macaristan Başbakanı Victor Orban bunlardan en bilineni.

 

İkinci bir sebep olarak da demokrasilerde temsil kurumunun yaşadığı kriz kabul edilmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nda Faşizm tecrübelerinde görüldüğü gibi fütursuzca mobilize edilen kitlelere karşı savaş sonrasında bir güvensizlik duyulmuş ve 1950’ler ve 60’lar boyunca demokrasileri kitlelerin aşırılıklarından koruma yolları düşünülmüştür. Nitekim elit teorilerinin birçoğunun da 1930-1960 arasında ortaya atıldığını ve yoğunca tartışıldığını bu minvalde hatırlamak gerekir. Kitleleri sınırlandırmak amacı doğrultusunda demokrasilerin salt milli egemenliğe dayanmadığı, yani halkın desteğini alanın her şeye ve herkese muktedir olamayacağı bir anlayış gelişmiştir. Daha da özlü şekilde söylersek, 60’lardan itibaren Batı demokrasilerinde demokrasiyi ve demokratik kültürü kitlelere karşı korumak için birtakım aracı kurumlar, yüksek yargı organları ihdas edilmiştir. 80’lerden itibaren bu kurumlara, IMF, Dünya Bankası ve hatta Avrupa Birliği gibi ulus-ötesi yaptırım ve uygulama gücü olan ve fakat sorumluluğu olmayan kurumların artan etkisi de eklenince bir anlamda milli egemenlik ve hatta ulus-devletin egemen konumu dahi tartışılmaya başlanmıştır. 2000’lerde zirvesine çıkan küreselleşme tartışmalarıyla da alakalı bu trendin günümüzdeki yansıması ise hemen hemen tüm popülist liderlerin bu ulus-üstü/ötesi kurumları hep bir öteki konumuna getirmeye çalışması ve ülkesi içinde bu kurumlar karşıtlığından bir konsolidasyon sağlamaya çalışmasıdır. En son Aralık 2019’daki Britanya seçimlerinde İşçi Partisi’nin onca ekonomik ve radikal vaadine, adeta sosyalist ütopyasına rağmen 1935’ten bu yana en büyük hezimeti yaşamasında Brexit konusunda takındığı muğlak tavrın belirleyici olduğu seçim sonrası değerlendirmelerdeki başlıca argümanlardan biridir. Ayrıca Avrupa ülkelerinde seçimlere katılım oranlarının düşmesi ve özellikle gençlerin mevcut siyasi partilere ve siyasilere güvenlerinin azaldığı gözlemleri de bu temsil krizinin bir diğer emaresi olarak okunabilir.

 

Mülteci Krizi

Popülist kabarışı tetikleyen üçüncü bir etken olarak mülteci krizi kabul edilmektedir. Bilindiği üzere, özellikle Ortadoğu ve Afrika’daki birçok çatışma bölgesinden Avrupa’ya yoğun mülteci akışı vardır. İnsanların iltica etmek istemelerinin sebepleri arasında da yoksulluk ve yoksunluk esas sebep olmakla beraber artan şiddet ve savaş ortamı bu hareketliliği tetikleyen unsurlardandır. Ekonomik anlamda kendi ülke vatandaşlarına yeterli gelir ve refah sağlayamayan ya da en azından kendi vatandaşları tarafından böyle düşünülen, Avrupa ülkelerinin Türkiye gibi ülkelerle kıyaslandığında çok küçük kalan miktarlarda bile mülteci kabul etmesi krize sebebiyet verebilmektedir. Bunun ekonomik ve refah seviyesiyle ilgili sebepleri olduğu kadar Avrupalının yaşadığı kimlik krizine bir çözüm olarak öteki arayışına karşılık geldiği için de önemli olduğu söylenebilir. Zira Avrupa Birliği kimliğinin ve Avrupa Birliği’ne bağlılığın Avrupalılar arasında, bilhassa genç nüfus arasında gittikçe azaldığı görülmektedir. Daha orta yaş ve üstü nüfusa nazaran, genç sınıf için Avrupa Birliği kimliği yeterli gelmemekte ve Avrupa’nın görece en toleranslı ülkeleri olan Hollanda ve İskandinav bölgelerinde bile ırkçı, mülteci karşıtı hareketlerde yükseliş olduğu görülmektedir.

Daha özel ve spesifik ülke örnekleri ve bu ülkelerdeki seçmen sosyolojisi, parti yapıları, marjinal ve merkez partilerinin son yıllardaki program ve söylemleri analiz edildiğinde daha detaylı, popülizmi besleyen özgül şartları tespit etmek mümkün olabilir. Söz gelimi merkez sağ ve sol partilerinin önemli politika başlıklarında gittikçe birbirine benzemeye ve yakınlaşmaya başladığı yerlerde marjinal ve popülist partilerin yükselişe geçtiği üzerine analizlerle karşılaşmak mümkün. Merkez sağ ve sol partilerin Avrupa Birliği ile ilişkileri, ülkelerin mülteci krizini yaşama dereceleri, ekonomik durgunluk, işsizlik rakamlarındaki değişkenler ülke örnekleri incelenirken dikkate alınması gereken politika başlıkları olarak öne çıkmaktadır.

Bu sebeplerin ortak bir sonucu olarak da popülizmin temel karakteristik özelliklerinden birisi onun elit/seçkin karşıtlığıdır. Bu seçkinciliği iktisadi ve siyasi anlamda düşünmek gerekir. Halk ve diğerleri arasında bir karşıtlık oluşturulup müesses nizamın siyasi ve iktisadi elitleri halkın üstünde, halktan ekonomik ve sosyal şartları itibariyle kopuk olan bir grup olarak kodlanmaktadır. Ülke içinde ülke kaynaklarının dengesiz dağılmasından ve tabanla tavan arasında oluşan sosyo-ekonomik uçurumdan bu seçkin sınıf sorumlu tutulduğu gibi uluslararası arenada da özellikle ekonomik anlamda bu ayrımla karşılaşılmaktadır. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumsal yapılarla George Soros gibi milyarderler kitleler tarafından kendi ülkelerini sömüren ötekiler olarak günah keçisi ilan edilebilmektedir. Söz gelimi Victor Orban’ın aynı zamanda hemşerisi olan Soros’a karşı doğrudan isim de vererek sürekli sözlü saldırıları olmakta ve Orban Soros’u kendi halkına ihanet eden bir figür olarak göstermektedir.

 

Türkiye’de Popülizm

Meseleye Türkiye özelinden bakıldığında ise diğer birçok meselede olduğu gibi popülizm konusunda da uluslararası plandaki gelişmelerle kıyaslama yaparken ihtiyatlı olmakta fayda var. Zira Türkiye, popülizmi besleyen unsurlardan olduğunu söylediğim mültecilik bahsiyle en fazla uğraşmak durumunda kalan ülkelerden biri olmasına rağmen, mülteci konusunun Türkiye’de, bazı aykırı tip ve gruplar dışında, çok fazla bir tepki uyandırmadığı söylenebilir. Şüphesiz iktisadi ve sosyal entegrasyon problemleri başta olmak üzere, milyonlarca Suriyelinin Türkiye’de olması münasebetiyle birtakım sıkıntılar yaşanmakta; ancak bu durum, en azından şimdilik, Avrupa’daki gibi ırkçı ve hatta faşist diyebileceğimiz bir halk tepkisi ve devlet politikasına sebebiyet vermemektedir. Yine iktisadi şartlar olarak, Türkiye’de de döviz yükselmesinin tetiklediği ekonomiyle ilgili sorunlar var ve devam ediyor; ancak Türkiye 2008 sonrasında Yunanistan, İtalya ya da İspanya boyutlarında bir ekonomik kriz yaşamadı. Aynı şekilde temsil boyutu itibariyle de Türkiye’de seçmenin sandığa ilgisini hala koruduğu söylenebilir. Mevcut siyasetçilere ve devlete dair bir itimat problemi oluşursa da, Türkiye’de seçmen sandığa gitmeyerek değil, o seçimler için sürpriz addedilen aday ya da partilere teveccüh göstererek ve kendisini siyasi ve iktisadi anlamda hayal kırıklığına uğratan parti ve isimleri de sandıkta cezalandırarak tavrını göstermektedir. Bu yüzden de Türkiye’de 2002 Krizi’nde olduğu gibi siyasi bir iflas olmazsa seçmenin büyük oranda daha merkez partileri tercih ettiği görülmektedir.

Son dönemdeki popülizmi tetikleyen sebepler ile popülizm semptomlarının Türkiye’yle doğrudan bir ilişkisini kurmanın zorluğu çok açık ve fakat popülizm siyasetinin de Türkiye siyasal dinamikleri ve yakın dönem siyasal tecrübesine çok da yabancı olmadığını teslim etmek gerekir. Popülizm özelikle sol çevreler tarafından daha çok sağ parti ve hareketlerle özdeşleştirilir. Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve hatta Recep Tayyip Erdoğan popülist olmakla itham edilir. İtham diyorum çünkü çok yakın zamanlara kadar popülizm sol açısından sağ liderlerin halkı manipüle etmek için başvurduğu bir yöntem olarak tasvir ve tarif edilmiştir.

 

Sol Çevrelerin Bakışı

Tarihsel dönemleri ve dayandığı sosyolojiler başka bağlamlara işaret etse de, sağ siyasette kitleleri en azından bir süre mobilize etme istidadı gösteren bu isimler popülizm çatısı altında toplanır. Bu popülist ithamın ise esasında, sol ve Kemalist çevrelerde olan elitist, halkı aydınlatma ve sözüm ona orta çağ karanlığından çıkarma misyonunu kendilerine yükleyen siyasal angajmanın doğal bir sonucu olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle, salt halkı birtakım afili laflarla “ayartan” liderler değil her fırsatta onlara destek veren kitleler de hedef alınır. Dolayısıyla da popülizm, esasında Türkiye’de Cumhuriyet döneminden itibaren kendini devletin ve sistemin merkezinde görenlerin, kendi sistemlerine yakıştıramadıkları merkez dışı siyasi aktör ve kitleleri tanımlamak için kullanılan toptanlaştırıcı ve genelleştirici bir boş gösteren olmaktadır. Ancak son yıllarda uluslararası akademik çevrelerde, Chantal Mouffe vesilesiyle tartışılan “sol popülizm” kavramının da sol kesimlerde bazı yankılar uyandırdığı görülmektedir. Buna bir de Yunanistan’da Syriza’nın 2015 seçim başarısı, İngiltere’de Corbyn’in 2017’deki başarısı eklenince, gerçi her ikisi de sonraki dönemlerde sol adına bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştır, sol çevrelerde popülizmin aslında o kadar da kötü olmayabileceği konuşulmaya başlandı. Tıpkı AK Parti karşısında CHP liderliğinde cephe siyasetine omuz vermek için bazı önde gelen sol isimlerin “Kemalizm’i tefrik ederek değerlendirmek gerekir” demesi gibi. Ancak sonuç itibarıyla sol, popülizmle mesafesini, biraz kafa karışıklığı yaşasa da korumaya devam ediyor. Ekrem İmamoğlu gibi istisnalar da olmak kaydıyla tabi.

Oysa bir itham aracı olarak değil de olgusal düzlemde bakıldığında en sağdan Süleyman Demirel ve en soldan da Mehmet Ali Aybar gibi bambaşka çizgilerdeki siyasilerde popülizmi farklı oranlarda da olsa görmek mümkündür. Yine 70’lerin “Karaoğlanı” Bülent Ecevit de popülizmle CHP’yi buluşturan isimdir. Ecevitvari bir köylü popülizmi Haziran 2018 seçimlerinde Muharrem İnce tarafından denense de başarılı olamadı. Köylü ve çiftçi, “Anadolu çocuğu” popülizminin yerini bugünlerde Ekrem İmamoğlu’nun başını çektiği kentli orta sınıf popülizmi almaya çalışmaktadır. İmamoğlu büyük oranda bu kentli popülizmi sayesinde İstanbul seçimlerini kazandı. Seçimlerden sonra geçen sürede kullandığı söylem ve öne çıkardığı konu başlıkları da aynı popülist dili devam ettirme niyetinde olduğunu gösteriyor. Uluslararası popülist dinamiklerden farklı olarak, Ekrem İmamoğlu büyük oranda AK Parti seçkinlerini öteki konumuna oturtarak, kendinden önceki AK Partili yönetimin yaptığını iddia ettiği harcamalar üzerinden bir söylem geliştirmeye çalışıyor.

Belediyelere kayyum atanması üzerine gerçekleştirdiği Diyarbakır ziyaretinden dolayı yoğunca eleştirildiği bir dönemde israf olduğunu iddia ettiği belediye hizmet araçlarını Yenikapı’da sergileyerek hem gündemi değiştirdi hem de kendine yönelik eleştirileri kırmaya çalıştı. Göreve geldiği günden beri nerdeyse hiçbir somut program ya da proje açıklamazken bugünlerde de bütün mesaisini Kanal İstanbul tartışmalarına ayırarak bu siyasetini devam ettiriyor. Ekrem İmamoğlu’nun PR’a dayalı, iktisadi hoşnutsuzluklardan da fazlasıyla istifade eden kentli orta sınıfa dönük popülizminin Türkiye genelinde de geçerli olabilecek bir siyaset olup olmadığını zaman gösterecek. İmamoğlu tüm hareketleriyle Cumhurbaşkanlığı için aday olmayı düşündüğünü belli ettiğinden bu siyasetin sonuçlarını çok da uzun olmayan bir gelecekte test etme imkanı bulacağız.

 

AK Parti Çizgisi

Son olarak da AK Parti’nin popülizmle münasebetine dair bir şeyler söylemek isterim. AK Parti’yi var eden sosyolojik taban için biri tarihsel biri de dönemsel iki dinamikten söz edilebilir. Bunlardan tarihsel olanı, AK Parti’nin Kemalist müesses nizamın dışladığı İslami/muhafazakar taban üzerinden bir konsolidasyon sağlamasıdır. AK Parti gerek geleneksel seçkinci sınıfları teşkil eden Kemalist bürokrat kadrolarla ve vesayet odaklarıyla mücadele edip bunları gerileterek ve “sıradan” insana ülkesi hakkında söz söyleme yetkisi olduğunu vurgulayarak gerekse de alt sınıfların refah seviyesini yükseltip orta sınıflaşmayı teşvik ederek İslami/muhafazakar tabanla bir ünsiyet ilişkisi oluşturabilmiştir. AK Parti’yi var eden, konjonktürel sebep ise 2002 krizi sonrasında halkın siyaset kurumuna ve siyasilere olan güveninin sıfırlanması ve kendisini hayal kırıklığına uğrattığını düşündüğü tüm siyasal aktörleri adeta cezalandırmasıdır. AK Parti de eline geçen bu fırsatı 2010’ların ortasına kadar değerlendirmesini bilmiştir. Ancak büyük oranda AK Parti eliyle inşa olan kentli, eğitimli, muhafazakar sınıf ile AK Parti arasına mesafe girdiğine dönük işaretlerin belediye seçimlerinde ortaya çıkması ve yine İmamoğlu’nun kentli popülizmine ikna için bu kesimlerin en cazip kitleyi oluşturduğunu tespit etmek gerekir.

Fakat AK Parti başta gençler ve eğitimli kesimler olmak üzere, kendi döneminde inşa ettiği orta sınıf için, büyük şehirlerdeki imaj ve itibarını tekrar konsolide ettiği müddetçe Türkiye siyasetinde bu türden popülizmin uzun vadede neşvünema bulması, en azından Türkiye adına mümbit bir politik kültür vaat etmesi, pek olası değildir.

Dolayısıyla şunu söylemek mümkün; her ülkenin popülist hareket ve partilerini o ülkenin tarihi ve sosyolojik dinamikleri çerçevesinde analiz etmek en isabetli yöntem gibi durmaktadır. Türkiye için de, önümüzdeki dönemde daha şehirli diyebileceğimiz, İmamoğlu öncülüğündeki popülizmle daha devletçi ve merkezi tutan AK Parti çizgisi arasında bir siyasal mücadeleye tanık olunacağı söylenebilir. Ancak tüm bu analiz çerçevelerinin sağlıklı bir zemine oturabilmesi için, popülizmi salt olumlayan ya da zemmeden genelleyici tavırdan kaçınılmalı ve uluslararası literatürden devşirilen bağlam da Türkiye’nin tarihsel ve reel siyasal tecrübesi ve gerçekleriyle birlikte değerlendirilmelidir.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası