Türk siyaseti uzun yıllardan beri, neredeyse Türkiye’nin demokrasiye geçişinden bu yana CHP olgusunu tartışıyor. Bu tartışmanın temel sorusunu ise CHP’nin demokratik bir düzende neden iktidar olamadığı sorusu oluşturuyor. Bu soru nedensiz değil. Çünkü Adnan Menderes’in liderliğindeki Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950’de “Beyaz İhtilal”i gerçekleştirmesinden sonra CHP, milli iradeyi yansıtan seçim/sandık yoluyla hiçbir zaman iktidara ulaşamadı. Kazandığı son seçim, Demokrat Parti’nin kurulmasının ardından 21 Temmuz 1946’da ivedilikle yapılan milletvekili genel seçimidir. “Açık oy gizli tasnif” esasına dayalı bu seçim, sandıkların çalınıp oyların yakılıp yok edilmesi ve demokratlara destek veren seçmene baskı ve gözdağı verilmesiyle ancak kazanılabilmiştir. CHP ise demokrasiye geçiş ile beraber çareyi genetik kodlarıyla da uyumlu yeni bir strateji ortaya koymakta aramıştır. O strateji nedir? “Askeri ve bürokratik vesayetten medet ummak”. Nitekim son döneme kadar bu strateji CHP’nin siyaset biçimine hakim olmuş ve ideoloji merkezli bir politika benimsenmiştir.
CHP 2010’da Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlık koltuğuna oturması ile beraber birtakım değişikliklere gitti. Asker ve bürokratik vesayetin çözülmesi üzerine yeni güç odaklarının desteğine talip oldu. Tabii ki bu politika eski stratejinin yeni koşullara göre güncellenmesinden başka bir anlama gelmiyordu. Güncellenmiş politikanın ana hedefi Erdoğan’ı iktidardan uzaklaştırmaktı. Bu amaca ulaşmak için adeta her yol mübah görüldü. 7 Şubat 2012’de MİT kriziyle gizli yürütülen CHP-FETÖ dirsek teması Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’yle kısmen gün yüzüne çıkacak, 17-25 Aralık yargı merkezli darbe girişimiyle inkar edilemeyecek kadar belirgin hale gelecekti.
Kılıçdaroğlu’nun son dönemde yapmış olduğu marjinal açıklama ve çıkışlar aslında söz konusu politik zeminin artık CHP’yi taşıyamadığının itirafından başka bir anlama gelmiyor. İşaret edilmesi gereken diğer bir nokta ise Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamalarla yaşadığı savrulmadır. Anlamsızlık, iktidar hedefine hiçbir zaman ulaşamayacağı gerçeğini içinde tutan çaresizliğin tezahürüdür. Seçmen nezdinde bir karşılığının olmadığı ve olmayacağı da 24 Haziran’da onuncu kez teyit edilmiş oldu.
Bir gerçeğin altını kalın harflerle çizerek tekrar tekrar ortaya koymalıyız: 24 Haziran seçimleri CHP ve tabanı için büyük bir hayal kırıklığı olmuştur. Tayyip Erdoğan’ın yüzde 52,6 oy oranıyla ezici çoğunluğun desteğini aldığı seçimde CHP’nin adayı Muharrem İnce yüzde 31 oy oranında kalmış, CHP ise TBMM seçiminde yüzde 22 oy oranıyla yetinmiştir. Bu rakamların bize anlattığı şey Erdoğan’ın liderliğinin ve AK Parti iktidarının pekişmesinin yanı sıra CHP’nin hala iktidar hedefinin çok uzağında bulunduğudur. Peki, CHP ne yapmalı, hangi stratejiyi benimsemeli? Siyasi liderlik ile zamanın ruhuna uygun bir vizyon üretememek arasında savrulan CHP’nin temel sorunu nedir? CHP’nin sorunu sadece liderlik mi? Daha doğrudan ifade etmek gerekirse seçim yenilgisini “demokraside yapılmış bir hile” bahanesiyle örtmeye çalışan Kılıçdaroğlu CHP’yi iktidara taşıyabilir mi?
Sahici politika üretmeyen, toplumun farklı kesimlerine kucak açmayan, toplumun kılcal damarlarına kadar ulaşmayan, değişim şenliğine katılmayan ve toplumun sosyolojisini okumayı beceremeyen bir parti başarılı olamaz.
Kılıçdaroğlu Neden Başaramaz?
Öncelikle Türk siyasetinin yapı taşlarından birinin güçlü siyasi liderlik olduğunu vurgulamalıyız. Bir siyasi hareketin başarısı siyasi liderinin kapasitesine, seçmeni ve toplumu etkileme gücüne ve kendine destek veren seçmeni belli hedeflere doğru yöneltmesine bağlıdır. Siyaset de zaten liderlik etme sanatıdır. Politik liderler dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde seçmenler üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. Bu olgu Türkiye’de fazlasıyla geçerlidir. Seçmenlerin ekseriyeti hangi partiye oy vereceği sorulduğunda parti yerine liderin adını dile getirir. Lider merkezli siyasetin hakim olduğu ülkemizde de siyasetin temel aktörü partiler değil siyasi liderlerdir. Formül basit; güçlü, toplumun farklılıklarını, hassasiyetlerini ve beklentilerini karşılayan, sosyal ve ekonomik sorunları doğru analiz eden bir lider partisini iktidara taşıyabilir. Çünkü Fransız siyasal iletişimci Jacques Seguela’nın vurguladığı üzere seçimleri ideoloji değil lider kazanmaktadır.
Kılıçdaroğlu, CHP’yi iktidara taşıyabilir mi diye sormuştuk. Buraya kadar anlattıklarımızdan hareketle bu soruyu “Kılıçdaroğlu neden CHP’yi iktidara taşıyamaz?” şeklinde formüle etmek yanlış olmayacaktır.
24 Haziran seçim sonuçlarını değerlendirmek üzere kameraların karşısına geçen Kılıçdaroğlu’nun “Biz değil AK Parti kaybetti” veya “Sandıkta değil demokraside hile var” söylemi milletin mesajını pek de doğru okuyamadığını gösteriyor. Öte taraftan Kılıçdaroğlu’nun başarısızlığını hile bahanesiyle örtme gayreti tarihi hafızanın dışa vurumu olarak da okunabilir. Çünkü 21 Temmuz 1946’da yapılan ve sonuçlarından ziyade CHP’nin hilelerinin damga vurduğu bir seçim var. Milli Şef İnönü yıllar sonra hileyi itiraf edecek, suçu da dönemin içişleri bakanına yüklemekten kaçınmayacaktır: “Bu seçimde yapılan hilelerden haberim olmamıştır. Başbakan ve içişleri bakanını çağırdım. Kim yaptı, kim yaptırdı diye sordum. Haberleri olmadığını söyleyip reddettiler. Sonra içişleri bakanı istifa etti ve seçim hilelerinin vebali partinin üzerine kaldı. Seçim hileleri bizde eski bir hastalıktır. Tek Parti zamanında bile bu hastalığı önleyememişizdir. Hatırlarım, bir defasında İstanbul valisi bir seçimden sonra gelip anlatmıştı; sandıklar açılmış, oylar sayılmış ve Kazım Karabekir’e iki oy çıkmış. Durumu Ankara’ya bildirmiş. Ankara ‘Bu iki oyu imha et’ diye emir vermiş. O da imha etmiş. (Milliyet, 1 Ocak 1975)” Özetle CHP’nin sandıklarda veya demokraside hile söyleminin kaynağında kendi tarihsel hafızası bulunmaktadır.
Lider bahsine dönelim. Lider doğru işleri yapan kimse olmaktan öte işleri doğru yaparak kendine inananları iktidara taşıyan aktördür. Bundan dolayı Kılıçdaroğlu’nun “sadece” Erdoğan karşıtlığı üzerinden kendi seçmen kitlesini konsolide etmeye çalışması onun liderliğine olan güveni zedelemenin yanı sıra işleri de doğru yapmayarak kendi seçmenini, yalanının baştan çıkarıcılığına mahkum ettiğini gösteriyor. Denebilir ki koltuğunu bile korumakta artık güçlük çeken Kılıçdaroğlu yalanın siyasetine müracaat ediyor. Ancak bu politik tercih ne CHP’yi iktidara yaklaştırır ne de AK Parti’yi iktidardan eder. Olsa olsa CHP’yi marjinalleştirir, Kılıçdaroğlu’nu ise itibarsızlaştırır. Oysa yapılması gereken iyice steril bir parti ve siyaset biçimine bürünmüş olan CHP’yi daha fazla toplumsal katmanla buluşturarak organikleştirmeye çalışmak olmalıdır.
24 Haziran seçim sonuçlarını parti genel merkezinde takip eden bir grup partili yönetim aleyhine sloganlar atıp parti yöneticilerinin istifa etmesini istedi.
Küçük Olsun Benim Olsun Siyaseti
İkinci olarak Cumhurbaşkanlığı sistemine adım atan Türkiye’de siyasi partiler için başarının yolu toplumun farklı kesimlerine açılmaktan, ideolojik yelpazeyi genişletmekten, siyasal kimlik ile ideolojik keskinliği uzlaştırmaktan geçiyor. Bunun yanı sıra artık bu ülke tıpkı ABD’de olduğu gibi iki buçukluk bir parti sistemine doğru gidiyor. İdeolojik ve marjinal söylemlerle sadece kendi seçmen kitlesini konsolide etmeye dönük bir stratejiyi benimsemek “Küçük olsun benim olsun” demektir. Oysa yeni sisteme uygun politikalar belirlenerek, FETÖ gibi karanlık terör örgütlerinin desteğinden medet ummak yerine milleti ikna etmek iktidar yolunda en kritik virajlardır.
Bunun en güzel örneği 1959’da büyük bir değişim geçirerek toplumun farklı kesimlerine açılan Almanya’daki Sosyal Demokrat Parti’dir. Marksist bir hüviyete sahip olan Sosyal Demokrat Parti liberallere yaklaşmış ve bu değişimi de parti programında ortaya koymuştu. Partinin liderlerinden Willy Brandt, Sosyal Demokrat Parti’nin başına geçtikten sonra Sosyalist Enternasyonal’in İstanbul’daki kongresine katılır. O toplantıya katılanlardan birisi de CHP’nin eski genel başkanı Altan Öymen’dir. Öymen, Brandt’ın “Neden liberal tarafa yaklaştınız?” sorusuna verdiği cevabı şöyle anlatır: “Bundan korkmamak, gocunmamak gerekir. Çünkü zaman içinde, dünyanın her tarafındaki tüm partiler tecrübe geçiriyorlar. Biz Sosyal Demokratlar olarak muhafazakarlara işçi hakları başta olmak üzere birçok şeyi öğretmiş olduk. Onlardan da piyasa ekonomisinin gerçeklerini öğrendik. İki taraf da daha rasyonel ve insanların yararına olacak şekilde hedefe yürüyor. Bizim prensiplerimize aykırı bir taraf yok, emeğin en yüce değer olması gene en temel ilkemizdir. Önemli olan işçilerle birlikte tüm insanların refahı ve mutluluğudur.” Kısacası sahici politika üretmeyen, toplumun farklı kesimlerine kucak açmayan, toplumun kılcal damarlarına kadar ulaşmayan, değişim şenliğine katılmayan ve toplumun sosyolojisini okumayı beceremeyen bir parti başarılı olamaz.
Yeni dönem siyasetinin önemli bir özelliği de toplumsal sınıflar ve farklılıklar arasındaki geçirgenliğin mümkün hale gelmesidir. Türk siyaseti geleneksel ayrışmalardan artık uzaklaşmıştır; sağ-sol, seküler-dindar, laik-şeriatçı ayrışması keskinliğini kaybetmiştir. Özellikle Demokrat Parti, Özal dönemi Anavatan Partisi ve AK Parti dönemlerinde toplumun farklı ideolojik kesimleri aynı partinin çatısı altında siyaset için buluşmuştur. Liberal sağın, demokratik solun, muhafazakarların ve milliyetçilerin ittifakı iktidara giden yolu açmıştır.
Bu çerçevede CHP toplumun farklı kesimlerine yani muhafazakarlara, liberallere, milliyetçilere açılmaya dönük uzun soluklu bir strateji geliştirmelidir. Politik alanını genişletmeye çalışırken derinleşmeyi de başarmalıdır. Karanlık yapılarla dirsek teması veya günübirlik taktiksel hamlelerin CHP’yi iktidara taşımayacağının en büyük kanıtı 24 Haziran seçimleri olmuştur. Körlük derecesinde bir ideolojik saplantıyla politika belirleyen CHP halkın çoğunun gerçeklerine dokunamıyor ve milletin önemli bir kısmını parlamentoda temsil edemiyor. Değişen sosyolojiyi iyi okuyamıyor. Toplumun gerçeklerine dokunduğu kesim zaten kendi “seçkin” tabanı ile sınırlı. Yeni dönemin siyasetinde ise toplumun her kesimini kuşatmayan, kucaklamayan partilerin ve aktörlerin siyaseten var olması pek mümkün değil. Bu yargıya CHP de dahil...