Türkiye Cumhuriyeti bir asrı geride bırakırken, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin geçmişini, bugününü ve geleceğini bu 100 yıllık takvime sığdırmak mümkün değil. Taraflar arasındaki ilişkilerin doğasında; Rus Çarı ve ilk imparatoru Büyük Petro’nun ülkesi adına 18’inci yüzyılın başında kurguladığı ve bugün dahi etkisini sürdüren paradigma hâlâ baskın. Bu sebeple, Türkiye-Rusya ilişkilerinin bugünkü durumunu ve geleceğini anlamlandırmak için 18’inci yüzyıldan başlayan bir yolculuğu göze almak gerekiyor.
Türk-Rus İlişkileri Küresel Jeopolitik Tarihin Önemli Bir Parçası
Çariçe Katerina’nın “Doğu Projesi”, 1770 Çeşme Deniz Muharebesi, 1833 Hünkar İskelesi Anlaşması, 1853-1856 Kırım Savaşı, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Bolşevik Devrimi, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve İkinci Dünya Savaşı, Birinci Soğuk Savaş dönemi, SSCB’nin dağılması ve Suriye İç Savaşı gibi dünya tarihinde yeri olan tüm başlıklar aynı zamanda Türk-Rus ilişkilerinin şekillenmesine doğrudan etki etti.
Türk-Rus ilişkilerinin neden ekseriyetle çatışmalar etrafında şekillendiğini anlamlandırmak için, 18’inci yüzyılın başındaki Büyük Petro döneminin Asya ve Avrupa haritalarına yakından bakmak gerekir. Rus Çarlığını imparatorluğa dönüştürmeyi hedefleyen Çar Birinci Petro bunun yolunun deniz ticaret yollarına hakim olmaktan geçtiğini görmüştü. Tarih derslerimizde Rusya’nın “sıcak denizlere inme hedefi” ifadesiyle tanımlanan politika, yalnızca Akdeniz, Hint Okyanusu ve Kızıldeniz’e inmekten ibaret değildi. 18’inci yüzyıl başında Kuzey Denizi haricinde açık denizlere kıyısı bulunmayan Rus Çarlığının bu şartlarda ticaretini artırma, ekonomisini çeşitlendirme imkanı yoktu. 18’inci yüzyılın denizcilik teknolojileri dikkate alındığında, yılın kısıtlı bir süresinde yelken açmaya izin veren Kuzey Denizi yoluyla küresel bir imparatorluk inşa etmek mümkün değildi. Birinci Petro’nun ilk hedefi Baltık Denizi yolunu açarak İngiltere ile doğrudan ticareti temin etmekti. Bunun için önce İskandinav Yarımadası’nı ve Baltık Denizi’ni tamamıyla domine eden İsveç Krallığı ile savaşa tutuştu.
Büyük Petro hedeflerinin tamamına ulaşamadı ancak Rusya’nın emperyal ihtiraslarının kapısı açılmıştı. Haleflerinin bir süre ilgisiz kaldığı bu süreç, Çariçe Büyük Katerina döneminde 18’inci yüzyılın ikinci yarısında ivme kazandı. Büyük Katerina, Birinci Petro’dan farklı olarak sınırlarını genişletmek için yalnızca ordusunu kullanmadı. Ortodoks Kilisesi ve Slav milliyetçiliğini de harekete geçirdi. 1770 Çeşme Deniz Muharebesi’nde Osmanlı donanmasının savaş sahnesinden silinmesi ile beraber Mora Yarımadası’nda Rum isyanlarının yolu açıldı. Rus Çarlığı artık Osmanlı topraklarında Ortodoks kilisenin, Rumların ve Slavların olduğu her yerde faaliyetteydi. 1792’de Kırım’ı alan Rus Çarlığı, bugünkü Gürcistan’ın da kapılarına dayanarak doğal sınırlarına ulaştı. Aynı tarihlerde Rusya’nın henüz Orta Asya’daki Türk hanlıklarının topraklarına nüfuz edememiş olduklarının altını çizelim. 19’uncu yüzyıldan itibaren Rus Çarlığı Batı’da ve Ortadoğu’da din ve etnisite faktörlerini kullanarak nüfuz alanını genişletme yoluna giderken, Kafkaslar ve Orta Asya’da İngiltere’nin de desteğini alacak sömürgeci temelde bir savaş politikası izleyecekti.
Napolyon Savaşları, Rusya’nın Avrupa’daki Pozisyonunu Değiştirdi
Rus Çarlığının yükselişiyle ilgili aynı dönemde gelişen iki faktörü de dikkate almak gerekiyor. Çarlık hanedanı Avrupa’daki monarşilerle akrabalık kurarak Batı ile yakınlaşıyordu. Bu yakınlaşma 1789 Fransız Devrimi ile ardından gelen Napolyon Savaşları sürecinde Rusya’nın rolünü güçlendirdi. Napolyon Fransa’sının bertaraf edilmesinde Rusya’nın üstlendiği sorumluluk, Moskova’yı dönemin küresel baş aktörlerinden biri haline getirdi. Bu gücünden aldığı rüzgarla Osmanlı topraklarındaki ayrılıkçı hareketleri daha cüretkar bir şekilde desteklemeye başlayan Rus Çarlığı, 1821’de Yunanistan’ın bağımsızlığını temin ederek Akdeniz, Ege Denizi ve Balkanlar’a ayağını sağlam bir şekilde bastı. Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki büyüyen istikrarsızlık da St. Petersburg’da yakından takip edilmekteydi. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasıyla akamete uğrayan Osmanlı askeri gücünün, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından istismarı ile ortaya çıkan kriz, Rus Çarlığına tarihi bir imkan verdi.
Payitahta yönelen Kavalalı isyanının durdurulması için Avrupa devletlerinden yardım istenmek zorunda kalınması, Rusya’nın Türk Boğazları üzerinde imtiyaz temin etmesinin yolunu açtı. 1829 Edirne Anlaşması ile Rusya’ya terk edilmesi kabul edilen Tuna Deltası, Ahıska ve Çerkesya da artık tamamen elden çıkmış oluyordu. Avrupa devletleri, Edirne ve Hünkar İskelesi anlaşmalarının Rus Çarlığına sağladığı avantajları ortadan kaldırmak için 1853-1856 arasındaki Kırım Savaşı’nda Osmanlı devletinin yanında yer alacaklardı. Savaş sonunda Osmanlı devletinin içerisinde bulunduğu ittifak galip gelmiş olsa da 1856’da imzalanan Paris Anlaşması Osmanlı devletine bir avantaj temin etmedi. Bilakis Fransa ve İngiltere’yi Tuna Nehri trafiğinde, Balkanlar’da daha fazla söz sahibi haline getirirken, Karadeniz’de hem Rus hem Osmanlı donanmasını etkisiz kılacak bir statüko oluşturuldu.
Kırım Savaşı’nın ardından Rusya jeopolitik hedeflerinin yönünü farklı bir sahaya çevirdi. 1856’dan 1914’e kadar sürdüğü varsayılan Büyük Oyun (Great Game) ile Rus Çarlığı İran-Hindistan-Orta Asya Türk Devletleri istikametinde İngiltere ile ortak sömürgecilik hedeflerinde buluştu. İngiltere hükümetlerinin, Rus Çarlığının Orta Asya’daki sömürgecilik politikasını desteklemesi, Osmanlı Devleti’nin Kırım Savaşı vesilesiyle İngiltere ile kurduğu ilişkiyi baltalayacak ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın kapısını açacaktı. Bu savaşta Osmanlı devleti tarihindeki en büyük toprak kaybına uğramakla kalmadı. Ülke ekonomisini ve sosyal yapısını alt üst eden bir göç dalgasına maruz kalınırken, Türk toplumundaki Rus aleyhtarlığını yerleşik hale getirerek, 20’inci yüzyıla aktaracak karşıtlığın da tohumları atıldı.
Rus Çarlığının 19’uncu yüzyılda gerek Orta Asya’da gerek 93 Harbi çevresinde Balkanlar ve Anadolu çeperinde yürüttüğü politikalar, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası ve ardından Birinci Soğuk Savaş döneminde Amerika Birleşik Devletleri’nin antikomünist propagandalarına ve istihbarat çalışmalarına da zemin teşkil edecekti. 93 Harbi neticesinde Doğu Anadolu ve Rumeli’ye sokulan Rus Çarlığı bunlarla da yetinmeyerek, Balkan devletlerini Osmanlı İmparatorluğu’ndan tamamen koparacak son hamleyi de destekledi. Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı İmparatorluğu’nun katılımının Karadeniz kıyısındaki Rus limanlarının bombalanmasıyla başlaması bu tarihsel sürecin doğal bir sonucuydu. Savaşın en şiddetli yaşandığı cephelerden biri de Osmanlı ve Rus ordularının karşı karşıya geldiği Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgesiydi. Ancak 1917’deki Ekim Devrimi, yalnızca Büyük Savaş’ın gidişatını ve dünya tarihini değiştirmekle kalmadı, Türk-Rus ilişkilerinin dinamiklerini de bambaşka bir boyuta taşıdı.
Türk-Rus İlişkilerinin Son Yüzyılı
Önce topraklarındaki Batı destekli Çarlık yanlısı güçleri mağlup eden Bolşevikler, 1920’de Polonya’nın başkenti Varşova’ya dayandı. Varşova muharebesinin Kızılordu tarafından kazanılması halinde Rusya’daki devrimin Almanya ve İtalya’ya ulaşması önünde engel kalmayacaktı. Ancak Kızılordu’nun Ağustos 1920’de Varşova kapılarında mağlup edilerek püskürtülmesi, Moskova’daki yeni yönetim için Anadolu’da filizlenen kurtuluş hareketinin varlığını kritik hale getirdi. Sovyet yönetiminin Batıdan gelen emperyalist tehdide karşı bulabileceği her müttefike ihtiyacı vardı ve gerek Karadeniz gerek Kafkaslar istikametinden gelecek tehditlerin önünü kesecek bir Türk devletinin varlığı hayatiyet arz ediyordu. Sovyet devriminin liderleri, Osmanlı sonrasında Türk kurtuluş hareketi içerisindeki dengeleri dikkate alarak, Ankara hükümetini silah ve parayla desteklediler. Konjonktürün doğurduğu bu iş birliği 1920’lerin risklerinin atlatılmasını sağlarken, taraflar birbirine karşı tedbiri de elden bırakmadılar.
Nitekim Mustafa Kemal, 16-17 Ocak 1923’te İzmit Kasrı’nda İstanbul gazetecilerine verdiği mülakatta Rusya ile ilişkilere dair soruya şu yanıtı veriyordu: “Ruslarla resmi ilişkilerimiz iyidir, dostanedir. Fakat bu dostluğu samimiyetten uzaklaştıran çok şeyler vardır. Ruslar, Türklerle dost olmak isterler. Fakat kayıtsız şartsız dost olmak isterler. İcabında kendine karşı vaziyet alabilmek için Türkiye’nin kayıtsız şartsız kendi siyasetine tabi olmasını ve onun sevk edeceği istikamette yürümesini isterler ve ondan başka devlet teşkilatı ve devletin iç örgütlenmesini dahi kendi teşkilatının niteliğine benzer bir şekilde isterler. Rusların bugünkü karakteri bunu icap ettirmektedir”. Görüldüğü üzere popüler tarih anlatısında hakim olan söylemin aksine Türk-Sovyet ilişkilerinin en sıcak olduğu varsayılan dönemde bile Ankara, temelsiz bir iyimserliğe kapılmaktan kaçınmıştı. Yine Atatürk’ün ifadelerinden çıkan bir başka sonuç ise SSCB yönetiminin taktik değişikliğine dairdi. Eski Rusya’nın nüfuz alanını genişletmek için kullandığı Ortodoks Kilisesi ve Slav kimliği söylemi, çoktan komünizm propagandası ile ikame edilmişti. Taktik değişmişti ama strateji sabitti. Yine de tarihin getirdiği tüm olumsuz deneyimlere rağmen, İkinci Dünya Savaşı rüzgarlarının şiddetlendiği yıllara kadar taraflar birbirlerini öncelikli tehdit olarak görmeyecekleri bir karşılıklı dış politika yürüttüler. Türkiye, SSCB tarafından tehdit olarak algılanabilecek şekilde üçüncü ülkelerle ilişkiler geliştirmekten uzak dururken, Sovyet yönetimi de toprak talepleri de dahil olmak üzere eski beklentilerini bir kenara bırakmıştı.
Montrö Sözleşmesi ve İkinci Dünya Savaşı ile Bozulan İlişkiler
Bu konjonktür 1936 Montrö Sözleşmesi’nin imzalanmasına kadar sürdü. Türk Boğazlarının yeni statüsünü belirleyecek müzakereler esnasında Türk ve İngiliz görüşlerinin birbirine yakınlaşması, SSCB tarafında Türkiye’ye yönelik yaklaşımın değişimindeki ilk fitili ateşledi. Atatürk’ün ölümünün ardından, 13 yıl boyunca dışişleri bakanlığı görevini ifa eden Tevfik Rüştü Aras’ın bu görevden alınarak koltuğa Şükrü Saraçoğlu’nun getirilmesi dahi Moskova tarafından kendileri aleyhine pozisyon alınması şeklinde değerlendirilecekti. Ağustos 1939’da SSCB-Almanya Saldırmazlık Paktı’nın imzalanması üzerine, Dışişleri Bakanı Saraçoğlu’nun Eylül’de yaptığı Moskova ziyareti, ilişkilerin geri dönülemez çıkmaza doğru gidişinin sinyallerini verdi. Bu ziyaret sırasında Polonya, Alman ve Sovyet orduları tarafından işgal edilmekteydi. Saraçoğlu’nun Moskova ziyareti sırasında gündeme gelen “Yardımlaşma Paktı” Sovyetlerin taleplerinin içeriği nedeniyle imzalanamadı ve artık Birinci Soğuk Savaş sürecinin ilişkilerindeki standartları belirleyecek süreç de başlamış oldu.
Stalin’in Sovyetleri Türkiye ile İpleri Koparıyor
Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın sonu yaklaşırken, Yalta Konferansı başta olmak üzere Sovyet lideri Stalin, müttefik liderlerle bir araya geldiği her platformda Türkiye’yi Almanya ve Japonya ile aynı kefeye koyacak arayışları gündeme getirdi. Dahası İran petrollerini ele geçirmenin hesaplarını yapan ve Mahabad Cumhuriyeti’nin kurulmasına da destek olacak Stalin yönetimi, Türkiye’nin doğusunda bir Kürt ayaklanması çıkarmanın yollarını araştırmaya başlamıştı. 1945’te savaşın sona ermesiyle yeni dünya düzeni şekillenirken SSCB bünyesindeki azınlıkların Türkiye’ye yönelik toprak taleplerine dair girişimlerin de önü Sovyet liderliğince açılıyordu. Stalin bu girişimleri sahiplenir görünmese de ilk hamlenin kaynağı, Sovyet liderinin kökeniyle de doğrudan ilişkiliydi. 14 Aralık 1945 günü Gürcü akademisyenler S. Canaşia ve N. Berdzenişvili’nin, Türk-Rus ilişkilerini uzun yıllar zehirleyecek makaleleri “Kommunisti” gazetesinde yayımlandı. “Türkiye’den Meşru Taleplerimiz Hakkında” başlığıyla yayımlanan makalede “Batum’dan Trabzon’a kadar (Trabzon dahil olmak üzere) Karadeniz sahil şeridi” talep edilmekteydi. Önce Gürcüce yayımlanan bu makale 20 Aralık’ta Sovyet yönetiminin parti, hükümet ve ordu yayın organları Pravda, İzvestiya ve Krasnaya Zvezda gazetelerinde de yer buldu.
Talepler bununla kalmadı, 6 Nisan 1945’te New York’taki Ermeni Ulusal Komitesi’nin Türkiye’den toprak taleplerini içeren, Stalin’e gönderilmiş mektupları da Sovyet resmi haber ajansı TASS tarafından kamuoyuna duyuruldu. Bu süreçte, SSCB’nin Türkiye’den Boğazlar’da üs istediğine dair taleplerinin olup olmadığına dair somut bir delil ortaya çıkmamış olsa da bu konunun iddia düzeyinde gündeme gelmesi dahi, Birinci Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin safını belirledi. Türk-Sovyet (Rus) ilişkilerini zehirleyen ve Sovyet yönetimi tarafından dolaylı yollardan sahiplenilen toprak taleplerinin son bulması Stalin’in ölümüyle mümkün oldu.
30 Mayıs 1953’te SSCB Dışişleri Bakanı Molotov’un Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Faik Hozar’a sunduğu ve 19 Temmuz 1953’te Pravda gazetesinde de yayımlanan bir mektupla bu taleplerden vazgeçildiği ilan edildi. Ancak Türkiye toprak taleplerinin gündeme getirildiği geçen 8 yıllık süreçte çoktan Batı kampında yerini almış, Birinci Soğuk Savaş’ın ilk sıcak çatışmasında Kore’de komünist kampa karşı savaşmış ve NATO üyesi olmuştu. Takip eden yıllarda Türkiye ile SSCB arasındaki ilişkiler Soğuk Savaş’ın kuralları çevresinde ilerledi. Topraklarına kabul ettiği Amerikan Jüpiter füzeleri nedeniyle 1962’deki “Küba Füze Krizi”nin parçası olsa da SSCB’nin o yıllardaki yaklaşımı, Türkiye’yi en azından NATO’dan ayrılmaya ikna edip, tarafsız bir ülke haline getirmekti. Hatta 1957-1966 arasında SSCB’nin Ankara Büyükelçisi Nikita Semyonoviç Rıjov'un, Türkiye’de petrol arama ve bedelsiz rafine kurmak için Türk hükümetine Genelkurmay Başkanı Sunay vasıtasıyla teklifte bulunduğu E. Tümgeneral Celil Gürkan’ın anılarında da yer bulmuştur. SSCB’nin bu “iyilik” karşısında tek beklentisi Türkiye’nin tarafsızlığıydı.
Soğuk Savaştan Bağımsız Olarak Gelişen Türkiye-SSCB Ekonomik İlişkileri
İlişkilerdeki iniş-çıkışlara rağmen, SSCB’nin 1930’lardan başlayarak 1970’lerin ilk yarısına kadar Türkiye’nin endüstrileşmesi için verdiği destek, Ankara’daki yönetimlerin Batılı müttefiklerinden elde edemediği boyutlarda seyretti. Bu sürecin ilk adımı 1934’te imzalanan “8 Milyon ABD Doları Tutarındaki Kredi Anlaşması” ile atıldı. 1935’te Kayseri Dokuma Fabrikası, 1937’de ise Nazilli Basma Fabrikası bu anlaşma ile hayata geçerken, Sovyet uzmanlar teknik eleman yetiştirmeyi de üstlendi. 1957’de bu defa İş Bankası ile Sovyet kurumu Technoexport arasındaki anlaşma ile 1962’de Çayırova’da bir cam fabrikası hayata geçirildi. İki ülke arasında 1967’de imzalanan iş birliği anlaşmasını takiben ise İskenderun Demir Çelik Fabrikası, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Oymapınar Hidroelektrik Santrali, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Sülfürik Asit Fabrikası ve Artvin Kontrplak Fabrikası Türkiye’ye kazandırıldı. Tüm bu projelerin organizasyonun yürütülmesi için kurulan yapının yöneticisi olan SSCB Sanayi Müşaviri B.Y Nurizade’nin, 1960’lardaki bu sanayi ve ekonomik iş birliğini tarif ederken kullandığı ifadeler, Moskova’nın Türkiye’yi NATO kampının diğer üyelerinden farklı konumlandırdığının da nişanesiydi: “Biz, Türkiye’ye bir bakıma karşılıksız kredi açıyoruz. Başkaları gibi yatırım yapmıyoruz. Yardım yapıyoruz. İşimizi bitirip çıkacağız. Teknik yardım mı? İstediğiniz kadar. Teknik eleman mı? İstediğiniz kadar göndeririz. Biz, Demirel iktidarı ile bu konuda çok iyi anlaşıyoruz”.
Türk-Rus ilişkilerinin bir sonraki kırılma noktası SSCB’nin 1991’de yıkılmasını takiben gündeme geldi. 1994-1996 yıllarındaki Birinci Çeçen Savaşı ile Orta Asya Türk Devletleri nezdindeki nüfuz mücadeleleri taraflar arasındaki dengelerin yeniden belirlendiği süreçlerdi. Ancak bu çatışmalı süreçler dahi iki ülke arasındaki ticaret hacminin gelişmesinin önüne geçemedi. 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı ise ilişkilerde yeni bir sınama dönemini beraberinde getirdi. Eylül 2015’te Rus ordusunun Suriye iç savaşına müdahil olmasını takiben aynı yılın Kasım’da bir Rus Su-24 savaş uçağının Türk hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle düşürülmesi, iki ülke ilişkilerinin 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimine kadar diken üstünde seyretmesine yol açtı. İki ülke ilişkilerini sabote etmeyi amaçlayan çeşitli teşebbüsleri atlatan taraflar, 2017’de S-400 hava savunma sistemlerinin satışı için anlaşma imzaladı. 2010’da varılan anlaşma doğrultusunda Akkuyu Nükleer santralinin 1 numaralı reaktörünün temel kazısına da yine 2017’de başlandı. Türkiye ile Rusya arasındaki ticaret hacmi 2022’de 68,1 milyar doları bulurken, ABD ile Türkiye arasındaki ticaret hacminin neredeyse üç katına ulaştı. Doğal gaz merkezli olarak enerji alanında derinleşen iş birliği SSCB ile Türkiye arasında 1960’larda ekonomik platformda yaşanan yakınlaşma ile bu anlamda ciddi benzerlikler içeriyor.
2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhakının Türkiye tarafından tanınmamasına ve Suriye’deki anlaşmazlık konularına rağmen iş birliği yapılan alanlar, daralmak bir yana çeşitlendi. Şubat 2022’de Rusya-Ukrayna Savaşı’nın ikinci ve daha şiddetli safhası ise Karadeniz bölgesinin güvenliği ve küresel tedarik zincirinin ayakta tutulması bakımından Türkiye’ye yeni sorumluluklar yükledi. Türkiye gerek Rusya gerek Ukrayna ile görüşmeye devam edebilen yegane ülke olarak iki tarafı masaya oturtmayı başardı. 22 Temmuz 2022’de imzalanan “Tahıl Koridoru Anlaşması”, 17 Temmuz 2023’te akamete uğrayana kadar küresel gıda güvenliğinin sağlanması ve yeni bir enflasyon krizinin tetiklenmesinin önüne geçilmesinde hatırı sayılır bir rol oynadı.
Rusya’nın Nüfuzu Aşınırken Türkiye’nin Rolü
Rus ordusunun cephedeki kayıpları, yıldırım savaşı taktiğinin sonuçsuz kalması, ekonomik yaptırımların uzun yıllar sürecek kaçınılmaz etkileri, Rusya’nın doğal nüfuz alanı olarak gördüğü bölgelerde gücünün aşınmasını da beraberinde getirdi. Ortadoğu ve Körfez bölgesinde Rusya’nın boşalttığı nüfuz alanlarının büyük bir hızla Çin Halk Cumhuriyeti tarafından doldurulduğunu görüyoruz. Türk Devletleri Teşkilatı, SSCB’nin dağılmasından 30 yıl sonra Orta Asya devletlerinin özerk siyasi kimlikleriyle küresel sahneye çıkışı için etkili bir platforma dönüştü. 11 Eylül 2023 günü ABD ordusu, Ermenistan ordusu ile Kafkasya topraklarında Eagle Partner Tatbikatında bir araya geldi. Rusya bir nükleer güç olarak iddiasını sürdürse dahi ekonomik ve diplomatik kuşatılmışlık içerisinde nüfuz alanı olarak gördüğü coğrafyalarda etkisinin azalmaya devam etmesi kaçınılmaz olacak. Her ne kadar Afrika kıtasında Fransa’nın dengesini bozan hamlelerin arkasında Rusya’nın olduğu öne sürülse de buradaki mücadelenin Rusya tarafından sürdürülebilir düzeyde tutulması gerçekçi bir beklenti değil.
Bu şartlar altında çok kutuplu dünya düzeni istikametindeki gidişata da uygun olarak, ABD-İngiltere ikilisinin Birinci Soğuk Savaş sonrasında olduğu gibi dengeleri bozacak türden bir hegemonya inşa etmelerine engel olmak da gerekiyor. Küresel dengeyi bir kez daha alt üst edecek, tek kutuplu dünya inşa etme planları olan odaklara karşı imkanı olan ülkelerin harekete geçmeleri şart. Doğa nasıl boşluk affetmiyorsa, jeopolitik mücadelenin doğası da stratejik alanların başıboş kalmasına müsaade etmiyor. Bu noktada, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Körfez bölgesi ve Ortadoğu’da devreye girmesi gibi, Türkiye’nin de bir denge unsuru olarak Rusya’nın boşalttığı alanları dolduracak hamleleri yapmasının elzem olacağı günler yaklaşıyor. Bugünün Rusya’sı, Çar Büyük Petro’nun Rusya’sından daha etkili bir kuşatma ile karşı karşıya.
İskandinav Yarımadası’nın tamamının NATO’ya dahil olmasıyla Rusya değil Baltık Denizi’ne çıkmak, nükleer denizaltılarını Kuzey Denizi’nden Atlantik Okyanusu’na dahi çıkaramayacak hale gelecek. ABD eski Dışişleri Bakanı Kissinger’ın Eylül’ün son haftasında yaptığı Kiev ziyaretinden anlaşıldığı üzere NATO’nun Rusya sınırına dayanması, doğuya bir adım daha ilerlemesi konusu da finale yaklaşıyor. Rusya, iki asır önce yaptığı gibi küresel ticarette söz sahibi olmak için Türklerle savaşmak yerine bu defa iş birliği yapmayı seçerse, tarihin akışı farklı bir şekilde işleyecektir.