Cumhurbaşkanlığı sistemi değişimi ana hatlarıyla siyasi ve stratejik bir meseledir. Sistem değişikliğinin hükümet etme biçimine etkisi olduğu kadar devlete ve devletin siyaset ve stratejisine de etkisi olacaktır. Bu yüzden Cumhurbaşkanlığı sistemi değişimini hukuki tartışmalara sıkıştırmak büyük bir hata olur. Meselenin tabii ki hukuki boyutları var. Fakat bu konu hiçbir zaman hukuki bir mesele olmadı, olmayacak.
Bu bakımdan Cumhurbaşkanlığı sistemi değişimi, politik bir gereklilikten kaynaklandığı ve ülkedeki politik gerçekliği yeniden şekillendireceği gibi, stratejik bir gereklilikten de doğmaktadır ve stratejik gerçekliği de yeniden kurgulayacaktır.
Sistem değişimi ülkedeki hükümet etme biçiminin tıkanmasıyla gündeme geldi. Bu nedenle doğuşunu daha ziyade siyasi bir gerekçeye bağlamak yanlış olmaz. Hükümetin de, cumhurbaşkanının da doğrudan halk oylamasıyla göreve geldiği bir düzende iki farklı ve güçlü aktörün doğması kaçınılmazdır. 367 zırvalığından sonra zaten topal olan parlamenter sistemimiz iyice felç olmuştu. Esasen ülke tarihinde çoğunlukla iyi işlemeyen koalisyonlar doğuran bir sistem vardı. Fakat 367 kararı sonrasında tam bir iki başlı sistem ortaya çıktı. Halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı hem güç hem de meşruiyet anlamında çok önemli bir konum edindi. Şimdilik bu çift başlılık meselesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyaset üzerindeki kişisel karizmasıyla aşılıyor gibi olsa da onun olmadığı bir durumda bu sistemin yürüyemeyeceğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu nedenle de değişim bir siyasal zorunluk halini aldı.
Bu değişimin siyasal sebepleri olduğu gibi siyasal sonuçları da olacak. Ülkedeki siyasal partilerin doğasını bile değiştireceği şimdiden belli olan bu yeni sistem Türkiye’de çoğunluk iktidarını sağladığı gibi yaratacağı istikrar ve güvenlik ortamıyla azınlık haklarının da garantisi ve kolaylaştırıcısı olacaktır.
Beka Meselesi
Gözden kaçırılıyor ama bu değişim aslında bir noktada stratejik bir zorunluluğun da gereği. Türkiye’nin beka sorununu çözmek için siyasal iktidar sorununu halletmeniz gerekir. Beş yıllık planlamalar yapmadan içinden geçtiğimiz tarihi süreci yönetmek çok mümkün görünmüyor.
Türkiye üç terör örgütüyle aynı anda savaşan tek ülke. Avrupalı devletlerle yaşanan gerginliğe hep beraber şahit olduk. Yükselen bir Müslüman ve Türk düşmanlığı Avrupa’yı teslim alıyorken Türkiye’nin icra sistemini güçlendirmekten başka çaresi yok.Türkiye’ye yönelik bu tehditler devam ettiği müddetçe ülkenin zayıf ve istikrarsız koalisyon hükümetleri tarafından yönetilemeyeceği gün gibi aşikar. Kim her ne de derse desin; ülkedeki demokratik değerler, özgürlük tartışmaları ve diğerleri nereye varırsa varsın; eğer hükümet sorunu giderilmezse Türkiye’nin önümüzdeki onlarca yılı hasarsız atlatması imkansıza yakın bir durum olarak karşımızda durmakta.
Bugünlerde ağzını açan herkes uluslararası sistemde bir kırılmadan bahseder hale geldi. Büyük değişimler yaşanıyormuş. Dünyanın sınırları yeniden çiziliyormuş. Yeni güçler doğuyormuş. Yeni aktörler çıkıyormuş. Uluslararası güç dengesi değişiyormuş. Yeni dönem bambaşka olacakmış. Bu fikirlere katılırsınız, katılmazsınız bilemem. Benim de katılmadığım birçok yönü var. Ama şunu bilmek lazım; en azından Türkiye’nin yakın coğrafyasında kaos, karmaşa ve istikrarsızlık en az yirmi yıl daha sürecek ve bu süre içinde verilecek mücadele en azından önümüzdeki yüzyılın gidişatını belirleyecek. Eğer Türkiye bu karmaşadan zararlı çıkacak olursa bir yüzyıl daha bunu düzeltecek imkan bulamayabilir. Örneğin Suriye’de kurulabilecek irili ufaklı terör devletleri Türkiye’ye doğrudan terör ihraç eden kaynaklar haline dönüşecektir. Böylesi bir durumda Türkiye’nin gelecek hedeflerine odaklanmak yerine kronik terörle ilgilenmesi mecburi hale gelir.
Türkiye on yıllardır terörle mücadele eden bir ülke. Fakat bu terörün kaynağı genelde istikrarsız Irak ve Suriye olmuştu. Doğası da ona göre değişiyordu. Komşularındaki istikrarsızlıktan değil de dibindeki terör devletinden kaynaklanan terörün doğası da farklı olacaktır. PKK Kandil’den gelirken veya ülke içindeyken ulaşabileceği silah sistemleri de, elde edeceği diplomatik destek de sınırlıydı. Ama meşru bir devlet veya otonom bir bölgeyle hem PKK’nın silahlanması hem de uluslararası arenada elde edeceği destek daha farklı olacaktır.
Böyle bir durumda maalesef Türkiye terörle boğuşan bir tampon ülkeye dönüştürülebilir. Verilecek kısır mücadele uzun vadede ülkeyi zayıf bırakır ve umut edilen büyüme kırılır. O zaman Türkiye kendisini Avrupa’nın çeperinde Bulgaristan ölçeğinde bir ülke olarak bulur. İşte buna teslim olmak istemeyen bir Türkiye’nin hem iç hem de dış sorunlarıyla boğuşabilecek düzgün bir siyasi otoriteye ihtiyacı var. Koalisyon hükümetlerine teslim olan bir ülke uzun vadeli hesaplarının hiçbirini gerçekleştiremez. Ne terörle mücadelede ilerleme kaydedebilir ne de rakipleriyle baş edebilir.
Eş Zamanlı İki Türbülanstan Çıkmak
Dolayısıyla hükümet sistemi değişimini sadece iç siyasetin gereklerine indirgememeli, bu tür stratejik boyutlarıyla da değerlendirmemiz gerekli. Charles Tilly’nin klasik iddiası bunu en güzel haliyle ifade eder. Tilly’ye göre devletler ne sadece içeride kurulur ne de sadece dışarıda. Aksine ikisi beraber ortaya çıkar ve birbirlerini besler. Tilly’nin dediği gibi devletler savaştıkça var olur, var oldukça savaşır. Yani dışarıdaki mücadele içeriyi tahkim eder, içerideki tahkimat da dışarıda devleti var eder.
İşte Türkiye böylesi bir sancılı sürecin içerisinden geçiyor. İç sorunlar da, dış sorunlar da tek başlarına gelmiyor. Aksine Türkiye eş zamanlı iki türbülansa yakalanmış bir ülke gibi. Son 15 yılda devrim niteliğinde bir siyasal dönüşüm yaşıyor. Ülkenin bütün sosyoekonomik temelleri sarsıldı, eski derin devlet yıkıldı, bürokratik vesayet kaldırıldı. Bütün bunlar belli bir sosyoekonomik grubun siyasal iktidara ulaşmasıyla mümkün oldu. Ülkenin ana akım siyasetini temsil eden bu grup şimdi yeni bir devlet kuruyor. Yeni hükümet biçimini, sonrasında yeni tür bürokrasi ve devlet kurumları kaçınılmaz bir şekilde takip edecektir.
Fakat aynı zamanda uluslararası mücadele de devam etmek zorunda. Aslında dışarıdaki mücadeleyi bu anlamda iç yapılanmaya engel olarak değil bir ateşleyici ve bütünleştirici olarak görmek gerekir. Yine içerideki dönüşüm ve sıkıntıları da dışarıya yönelik bir enerjinin kaynağı olarak değerlendirmek gerekir. Zira dışarıda stratejik anlamda güçlü adımlar atmak içeride bu dinamizmi gerektirir. ,
Bütün bunların ilk adımı hükümet sistemindeki aksaklıkların giderilmesidir. Bu aksaklıkları giderebilen bir Türkiye stratejik planlamalarını ona göre kurgulayabilecek bir hale gelir. Ancak ondan sonra Türkiye stratejik doktrinler üretebilir bir konuma ulaşır. Koalisyonlar döneminde üretilen stratejik planlamalar ise genelde bürokratik körlüğü yansıtan bir stratejik zihniyete sahip olur. Örneğin 1990’lı yıllarda hazırlanan bir ulusal güvenlik strateji belgesi kafa açıcı ve zekice kurgulanmış bir stratejik belge olmaktan ziyade Türkiye’nin bildiğimiz ne kadar basmakalıp ideolojik kavramsallaştırması varsa hepsinin içine boca edildiği bir bürokratik manifestoya dönüşmüştü.
Ulusal güvenlik strateji belgesi gibi önemli planlamaların hükümetlerce yapılması ve hükümetlerin siyasi vizyonunu yansıtması gerekir. Çünkü hükümetler halktan bunun için oy alırlar, iktidara gelirler ve uyguladıkları stratejinin hesabını yine halka verirler. Bunun en iyi örneğini ABD’de görüyoruz. Her ABD Başkanı Reagan döneminden bu yana yazılı stratejik vizyonlar ortaya koymuştur. Dört yıllığına iktidara gelen bu hükümetler belli bir vizyonu da beraberinde taşırlar ve uzun vadeli hesaplamalar yaparlar. Ama Türkiye’de 1990’lı yıllarda bir yılını bile dolduramayan koalisyon hükümetleri bu tür stratejik vizyonlarla gelebilecek şansa sahip değildi. Aksine gündelik siyasetin içinde boğuşurken ülkenin stratejik hedefleri kolayca kurban edilecek hale geliyordu. Artık bunun tekrar etmesine izin verilemez.
Bu tür dar görüşlü ve kısa vadeli eğilimlerden kurtulmak isteyen Türkiye kendini inşa ederken böylesi uzun vadeli ve geniş stratejik planlamalar yapabilecek olmayı da hep akılda tutmalıdır. Ülkedeki hükümet sistemini değiştirmek işte tam bu anlamda bir gereklilik arz ediyor. Cumhurbaşkanlığı sistemi sadece siyasi değil aynı zamanda stratejik nedeniyle de tercih edilir hale geliyor. Bunun elbette stratejik sonuçları da olacaktır.