16 Nisan referandumuna günler kaldı. Referandumun Türkiye için anlamı çok büyük. 16 Nisan 2017 yıllar sonra 1908 devrimi, çok partili hayata geçişle beraber 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişi ve 2002’de AK Parti’nin tek başına iktidar olması gibi tarihi dönemeçlerle birlikte anılacak. Referandumda oylanacak değişikliklerin detaylarına ulaşmak oldukça kolay. Ancak muhalif çevreler Anayasa değişikliğinin içeriğiyle ilgili olmayan veya halihazırdaki yönetim sisteminde imkanlar dahilinde bulunan meseleleri gündeme getirmeye devam ediyor. Bu noktada yaklaşan referandumla ilgili çevremde duyduğum en yaygın soru şu: “Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan devletin başında ve ona güvenimiz tam. Peki, ileriki dönemlerde nelerle karşılaşacağız?”
16 Nisan referandumundan “evet” çıkması durumunda Türkiye bir daha koalisyonlarla yönetilmeyecek ve cumhurbaşkanı ile başbakan arasında –değişecek maddeleri iyi okuyunuz başbakanlık kalkıyor– bir çatışma ihtimali olmayacak. Ve aslında yukarıdaki sorunun cevabı Türkiye’nin yakın tarihinde yatıyor. Peki, Türkiye için çok ağır maliyetler üretmiş 1970’lerdeki ve 1990’lardaki koalisyonlarda neler yaşandı?
Ecevit Muhalefet Ettiği Bütçeyi Savunmak Zorunda Kaldı
17 Ocak 1978 günü güvenoyu alan Bülent Ecevit’in kabinesi 28 Şubat gecesine kadar bütçeyi Meclislerden geçirmek zorunda kalmıştır. (…) Yeni iktidar, eski hükümetin satırı satırına hazırladığı 1978 Mali Yılı Bütçesini Meclislerde savunmak zorunda kalmıştır ve iktidar bu bütçeye kabul oyu verirken, ilginçtir, ana muhalefet partisi, kendi hükümetince hazırlanmış olan bu bütçeye ret oyu kullanmıştır. Böylesine tezatlarla dolu bu davranış Türk Parlamento Tarihinde daha önceden örneği görülmemiş bir olay olarak yer almıştır. Çünkü başbakan daha iki ay önce “yasal dayanağı yok” dediği bu bütçeyi şimdi savunmak durumunda kalmıştır.
Cumhurbaşkanı Özal Havalimanında Karşılanmıyor
Hükümet, Cumhurbaşkanı Özal’ın dış gezilerine büyükelçi ve bakan göndermeyerek ve dönüşünde karşılamaya gitmeyerek yalnız bırakmıştır. Bu tavır, bir yönüyle dış politika konusunda yetkinin Cumhurbaşkanında değil hükümette olduğunun vurgulanmasıydı. Bu yetki çekişmesi daha sonra hükümeti, bypass yasaları ile Cumhurbaşkanının etkisini, vetosunu aşmaya yöneltmiştir.
Demirel: “Ben Çankaya’nın Memuru Değilim”
2 Ocak 1992’de Cumhurbaşkanlığından yapılan açıklamada Cumhurbaşkanına sunulmadan yapılan kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin veya Bakanlar Kurulu kararlarının imzalanmayabileceği yetki ve sorumluluk kavramlarına referansla vurgulanmıştır: “Cumhurbaşkanının yetkileri sarihtir. Cumhurbaşkanının devletin başı olarak sorumluluğu vardır. Anayasa’nın kendisine verdiği yetkilerde, Cumhurbaşkanının bazı kararnamelerde kendi görüşleri olabilir, tereddütleri olabilir. Burada şahsın kendi ismi değil, makam önemlidir. Cumhurbaşkanı ancak diyalogla sorunların çözülebileceği kanısındadır.” Bu açıklamaya Demirel’in cevabı da Başbakan ve hükümetin yetkilerinin altını çizmiştir. Demirel, Cumhurbaşkanı bilgi istediğinde Çankaya’ya çıkabileceğini ancak “gel bana bir izahat ver” tavrına razı olamayacağını söylemiş ve eklemiştir: “Ben Çankaya’nın memuru değilim.”
Cumhurbaşkanı Özal-Başbakan Demirel Kavgası
Özal, GAP televizyonunda Kürtçe yayınının Anayasa’ya aykırı olmadığını açıklarken Demirel, Türkiye’nin buna hazır olmadığını söylemiştir. III. İktisat Kongresi’nde Özal, hükümetin ekonomi politikasını eleştirmiş, Demirel de Çankaya’yı “sorumsuz” olmakla, “felaket tellallığı” yapmakla suçlamıştır: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Çankaya’nın bir devlet dairesi değildir. Müfettiş vaziyeti de yoktur. Kaldı ki Çankaya’nın kendisi de tartışmalıdır. Bunları her gün söylemiyorsam sırf ülkede saç saça baş başa bir kavga cereyan ediyor denmesin diyedir.”
Cumhurbaşkanı Demirel-Başbakan Çiller Kavgası
Başbakan Çiller ile Cumhurbaşkanı Demirel arasında yetki paylaşımı ile ilgili gerilimin yansımalarından birisi Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ve Kuvvet (Hava ve Deniz) Komutanlarının görev sürelerinin uzatılması konusunda olmuştur. (…) Konunun kamuoyunda tartışılması üzerine Cumhurbaşkanı bu yetkinin kendisinde olduğunu açıklayarak bu uzatmaya karşı olduğunu ima etmiştir. Genelkurmay Başkanını tayin yetkisi Bakanlar Kurulunda ise de bu karar Cumhurbaşkanının onayına gidiyordu. Demirel açıklamasında son sözü söyleyecek kişinin kendisi olduğunu söylemiş ve eklemiştir: “Benim dışımda tartışmaların yapılmasının anlamı yoktur. Devlet Başkanı olarak Genelkurmay Başkanının tayini bana aittir.” Cumhurbaşkanının bu açıklamasının hemen ardından Başbakan Tansu Çiller bu konudaki yetkinin tamamıyla “siyasi otorite”ye ait olduğunu söyleyerek kendisinin hükümet başkanı olarak bu konuda alternatif düzenlemeler üzerinde düşünmesinin “doğal” olduğunu ifade etmiştir: “Görevde bulunan başarılı komuta heyetinin bugünkü şekliyle bozulmadan muhafazasını ülke çıkarları açısından gerekli ve yararlı görebiliriz.”
Cumhurbaşkanı Demirel ikinci bir açıklama ile Anayasa’nın 104 ve 117. maddelerinin Genelkurmay Başkanını atama yetkisini cumhurbaşkanına verdiğini hatırlatarak mevcut Genelkurmay Başkanının hizmet süresinin dolmasına dört ay varken, süre uzatma tartışmasının yersiz olduğunu belirtmiştir: “Bu tartışmalar başkomutanlığını temsil ettiğim Türk Silahlı Kuvvetleri'ni de rencide eder. Bu sebeple tartışmalara son verilmelidir. Hükümetin teklifini kabul edip etmeme yetkisi cumhurbaşkanına aittir."
Örneklerden de anlaşılacağı üzere koalisyonlar ve çift başlılık Türkiye’nin ağır krizlerle karşılaşmasına neden olmuştur. Benzer siyasi gelenekten gelmek ya da aynı partiden olmak bu problemleri aşmak için yetersiz kalmıştır.
16 Nisan’a kadar tarih kitaplarını inceleme imkanınız yok. Ama TBMM’nin detaylı ve titiz araştırma ürünü olan Türkiye Parlamento Tarihi kitaplarına Meclisin web sitesinin yayınlar bölümünden erişmek mümkün. Bu çalışmaları hazırlayanlara ve vesile olanlara şükranlarımı sunuyorum. Umuyorum ki 16 Nisan sonrası yukarıda alıntıladığımız olayların benzeri koalisyon ve çift başlılık krizleri tekerrür etmeyecek.