“Nasıl bir sistemle yönetilmek istiyorsun? Parlamenter sistemle mi yoksa Cumhurbaşkanlığı/ başkanlık sistemi ile mi?” Türkiye’nin demokrasi tarihinde ilk kez halka böyle bir soru yöneltiliyor. 16 Nisan referandumu bir ilk olacak. Bu özelliğiyle Cumhurbaşkanlığı sistemi referandumu Türk jakobenizmi ya da Türkiye’de jakobenizmin çöküşünü temsil ediyor; jakobenizm out. Çünkü yakın tarihimizde devlet elitlerinin 1876 (Meşrutiyet), 1908 (İkinci Meşrutiyet) 1923 (Cumhuriyet), 1946 (parlamenter sistem) denemelerinde halk hesaba katılmamış ve fikri sorulmamıştı. Tümü halkla birlikte değil “halka rağmen” yönetim sistemi değişmeleriydi.
Daha yerinde bir söyleyişle halkın bir kısmını veya tümünü dışarda bırakan yönetim sistemi değişikliği denemeleriydi. Yönetim sistemi değişikliklerinde “dışarda bırakmak” devlet eliyle ötekileştirmeydi ve ötekileştirilenlerin “sorun” ya da “çözüm” olarak bir gün geri gelmeleri mukadderdi. Bu geri dönüşün adı “evet”tir.
Bir kişiye, bir gruba, bir halka kendisiyle ilgili bir meselede fikrini sormak -cevabı ister “evet” ister “hayır” olsun- onu dikkate almak, hesaba katmak, “adem/adam” yerine koymak, “dışlamamak, içermek, içeriye buyur etmek” anlamlarına gelir. Kimseyi dışlamadan “evet” veya “hayır”a davettir. Bu referandumun “demokratik” aurasıdır.
Politik sahnemizdeki “Cumhurbaşkanlığı sistemi” tartışmalarının gözden kaçırdığı temel bir şey var: Cumhuriyet’imiz yeniden kuruluyor. 1923’ün bugüne kadar kör-topal devam eden politik sistemini askerlerimiz kurmuştu, Cumhurbaşkanlığı sistemi referandumunun vadettiği müstakbel Cumhuriyet’imizi “sivillerimiz” kuracak. Önceki Cumhuriyet “militer”di, yenisi “sivil” olacak. Önceki militer “tek parti” sistemi, “militer” parlamentarizmdi; “evet” kazanırsa şimdiki “sivil” Cumhurbaşkanlığı sistemi olacak; “sivil” ve “demokratik”.
Demokrasi: Şimdi ve Burada
Türkiye’nin bugünkü devasa sorunlarının kaynağında Cumhuriyet’imizin 1920-23’teki “kurucu hamle” girişimi vardır. Bu kurucu hamle 1924 Anayasası ile toplumumuzun geniş kesimlerini (Türk ya da Kürt fark etmez “mütedeyyin milyonları”) inşa ettiği sistemin dışına itmiştir. Sebebi Lozan ve kurucu militer hamlenin faillerinin ideolojisidir. Bu “yönetici” ideoloji, hedeflediği “ideal ulus”u yaratamamış, kendi bekasını “darbeler” ile sağlayabilmiştir. Cumhuriyet’imizin kurucu hamlesi “dışlayıcı”dır. Politik ideolojisi “jakoben”dir. Jakobenler “şimdi ve burada” demokrasiyi reddeder ve onu muhtemelen hiç gelmeyecek bir geleceğe erteler. Cumhuriyet’imizin kurucu militer elitleri de ertelemiş fakat bu “gelecek” hiç gelmemiştir.
Kurucu hamle ve failleri önemlidir. Oyun kurucu hamledir, bu sebeple istikamet tayin edicidir. Başlangıçtır. Başlangıç sonucu içerir. Başlamak bir biçimde, bir istikamette durmaktır. Kurucu hamle temel politik duruştur; içeriye (halka) ve dışarıya (uluslararası sahneye) karşı duruş. Modern devletler bunu görünen, fenomenal devletin gerisine bir “derin devlet” (establishment; ABD’de CIA, FBI, Pentagon vb.) inşa ederek gerçekleştiriyorlar. İktidar partileri değişebilir, sağ ve sol partiler iktidara gelebilir, toplum değişebilir fakat devletin yani “derin devlet”in temel duruşu değişmez.
Peki ya Tayyip Erdoğan’dan sonra? Bu sorunun cevabı “derin devlet”tir. Cumhuriyet’imizin militer elitlerinin, kurucularının tesis ettiği “derin devlet” neredeyse yerle yeksan olmuştur; Türkiye “derin devlet” (“devlet baba”) parça parça olduğu için (15 Temmuz bunun en radikal ispatıdır) “devletsiz”dir ve “sahipsiz”dir. Osmanlı devleti bekasının teminatını “imparatorluk sistemi”nde, Tanzimatçılar “meşruti monarşi”de, Mustafa Kemal ve militer elitleri “tek partili/ halksız cumhuriyet”te, varisleri ise “parlamenter demokrasi”de aradı. Fakat bulamadılar. 2000’li yıllarda bıçak kemiğe dayandı, Türkiye’nin “beka”sı sorunu yeniden hortladı ve yeni bir “kurucu hamle”, yeni bir “sistem değişikliği hamlesi” kaçınılmaz hale geldi.
MHP-AK Parti İttifakı
MHP 1960’lı yılların sonunda askerler tarafından kurulmuştur; kurucu failler sivil değil askerdir (Türkeş ve Dündar Taşer). Bu iki isim aynı zamanda 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni yapan cuntanın etkili üyeleridir. Kurucu hamlesiyle MHP’nin politik projesi CHP’nin Altı Ok’una karşı veya alternatif Dokuz Işık’tır. MHP’lilik, kurucu motifiyle vatanı Altı Ok’la değil Dokuz Işık’la kurtarmak girişimidir; antiliberal değildir, antikomünisttir. Dokuz Işık “üçüncü yol”dur: Sosyalizme de, kapitalizme de hayır! Naziler de “üçüncü yola” inanmış ama kapitalizm ve sosyalizmin tank paletleri altında ezilmişlerdi. Nazizm’in aksine MHP’nin ideolojik duruşunu belirleyen şey İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip sahneye çıkan Soğuk Savaş’tı. MHP’nin antikomünizmi NATO’ya henüz girmiş bir devleti (Türkiye Cumhuriyeti) Komünist Blok’a karşı sivil platformda savunmaktı. MHP’liler yıllarca kapitalizm ile sosyalizm arasında “araf”ta bekledi. 1980 Darbesi MHP’li zihinlerde şok etkisi yaptı. Bu ideolojik bunalımı 1989’da, cennet ile cehennemi birbirinden ayıran duvara (Berlin Duvarı) inen çekiç darbelerinin yarattığı büyük ideolojik sarsıntı izledi. Antikomünist ideolojiler duvarın çöküşüyle birlikte buharlaştı. Sosyalist Çarlığın yıkılışıyla birlikte MHP’liliği anlamlı kılan “Turancılık” tedavisi imkansız bir yara aldı.
Yine de her şey bitmiş değildi. MHP’liliği anlamlı kılan başka şeyler de vardı. Bunlardan biri “devlet”ti; Türklüğün son kalesi “devlet ve devletin bekası”. İdeolojik rengi ne olursa olsun “devlet”in bekası. Liberal, cumhuriyetçi, sosyalist vb. devletin değil ontolojik devletin; varoluşun doğal ürünü ontolojik varlığın, bir ontolojik entite ya da varlık olarak son Türk devletinin bekası. MHP’lilerin vatanseverlikleri tartışma götürmezdir. Fakat onlar için devlet vatandan önce gelir çünkü devlet yoksa vatan da olamaz. Nisan referandumuna “evet” demeye hazırlanan MHP’lileri motive eden faktör bu ontolojik unsurdur. Devleti Tayyip Erdoğan’ın temsil ediyor olması “sorun” değildir. Kaldı ki onlar için “Kasımpaşalı” Erdoğan, hissiyatlarına NATO Albayı Türkeş’ten daha yakındır.
Bu “referandumda evet” tavrının fitilini MHP’de 15 Temmuz darbesinden önce başlayan Bahçeli ile muhalifleri arasındaki kavga ateşledi. MHP “beka” sorunuyla karşı karşıya kaldı. Fetullahçılar işbaşındaydı. Takiye mekanizması işledi. Cumhuriyet’in derin devleti çökmüştü. MHP’liler 15 Temmuz akşamı tankların önünde kurulan sivil barikatlara koştular ve Erdoğan’ı hem MHP hem son Türk devleti hem de Türkiye’nin bekası için desteklediler.
Ötekileştirilenlerin İttifakı
Dünya değişirken CHP hariç Türkiye’nin partileri ve parti ideolojileri de değişti. MHP’lilerin amentü gibi Dokuz Işık ve Bozkurtların Ölümü’nü ezberlediği yıllar gerilerde kaldı. Türk- İslam Sentezi formülü zaman içinde değişmeye maruz kaldı. 1978’de Ankara’da Ülkü Ocakları’nın yaptığı büyük mitingde binlerce ülkücü, partinin kurucu Türkçü hamlesine rağmen Ankara sokaklarını tek bir sloganla inletmişti: “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” Bu slogan tarihçi Ziya Nur’un rahle-i tedrisinden geçmiş Binbaşı Dündar Taşer’in, Muhsin Yazıcıoğlu ve benzeri ülkücü elitlerin gençlik üzerindeki etkisini gösteriyordu. Doğru formül Türk-İslam Sentezi değil İslam-Türk Sentezi’ydi. Elest bezminden beri Müslümandık; Türklük daha sonraki bir meseleydi. Bu, MHP ile Erbakan geleneği arasındaki sınırı buharlaştıran bir gelişmeydi.
Bu aynı zamanda “Müslüman” MHP tabanı ile İttihat-Terakki Türkçülüğünün CHP dışındaki varisi MHP elitleri arasında gedik açan bir gelişmeydi. Türklük biyolojik bir kurguydu; CHP zaten biyolojik Türkçülüğün partisiydi. Oysa Müslümanlık Türkiye’nin kırlarında, şehirlerinde, sokak aralarında, evde ve dışarda fiilen “yaşanan” bir şeydi ve bu yüzden daha “gerçek” ya da daha reeldi. Ayet-el Kürsi Dokuz Işık’tan daha ontolojik ve reeldi. Günümüzün Devlet Bahçeli muhalifleri ve onları destekleyen MHP’liler farklı bir istikamete evrildiler; CHP’lileştiler, Perinçekçileştiler; “hayır” demeye hazırlanıyorlar. Fakat unutuyorlar; Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi ile Tayyip Erdoğan’ın inşa etmek isteği Türkiye aynı Türkiye’dir ve bu tartışma götürmezdir.
Dünya değişirken, sekülerist/laisist ağızların “İslamcılar” diye yaftaladığı, benim Türkiye’nin İhvan-ı Müslimin’i demeyi tercih ettiğim kesim de değişti. İçinde “radikal” gruplar vardı fakat Erbakan geleneği aslında hiçbir zaman “radikal” olmadı. Erbakan geleneği ve hitap ettiği kitle, Cumhuriyet’imizin kurucu hamlesinin dışlayarak ötekileştirdiği yegane kitleydi. Sosyalistler yanılıyorlar! Türkiye’de egemen devlet elitleri karşısındaki yegane “muhalefet” Erbakan hareketiydi. Bu hareketin devamı olan Tayyip Erdoğan hareketi, iktidara geldikten sonra muhalif tutumunun çerçevesini genişletti ve bunu uluslararası arenaya, emperyal güçlere muhalefet düzeyine taşıdı ve AK Parti Türkiye’nin yegane “muhalif” partisi olmaya devam ediyor.
Erbakan geleneği içindeki “İslamcı” radikaller “üniversalizm”e vurguyu yumuşattı. İsmet Özel, Abdülkadir Sufi’nin rahlesini terk ederek sadede/ memlekete döndü ve İstiklal Marşı Derneği’ni kurdu. Nerede düşersen orada ayağa kalkarsın. Orası Türkiye’dir. Bir kez daha Erbakan geleneği ile MHP arasındaki sınır yumuşayarak buharlaştı. Kaldı ki ideolojik ve politik sınırları elitler çizer; bu sınırlar elitleri ayıran sınırlardır, halkı bölen sınırlar değil. Her iki geleneğin tabanı da aynı malzemeden yoğrulmuştur.
Nisan referandumunda Cumhuriyet’imizin kurucu hamlesinin ötekileştirerek dışladığı insanların “evet” diyeceklerinden kuşkum yok.