Günümüzde bir iki istisnai isimle sınırlı kalışının aksine 1950’ler ve 1960’ların Türkiye’sinde eğitim, nüansları, süregiden anlamı, çağdaş politika ve kültüre dair eleştirel çözümlemeler yapan yasa koyucu aydınların doğrudan ele aldığı meseleler arasındaydı. Çok kapsamlı olmasa da değişik fikri cereyanlara mensup aydınların her birinin “güncel bir durum çerçevesi”nde eğitime dair düzenli yazılarının bir risale hacmine ulaşacak miktarda olduğu hemen fark edilebilir. Eğer Türkiye’de eğitim hakkındaki yaklaşımlar ve buradan elde edilen çıkarımlar tam manasıyla değerlendirilecek olursa, öncelikle memleketin “tüm mümkünlerin kıyısı”nda olduğu kritik dönemlerde aydınların yazdıklarına daha dikkatli, geleceğe yönelik perspektif ve literatür zemini gözüyle bakılması gerekir.
Eğitim güzergahına yapısal hatta Türkiye’nin geleceği çerçevesiyle bakıldığında Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Kemal Tahir, Erol Güngör, Peyami Safa, Tarık Buğra, Cemil Meriç, Sezai Karakoç gibi isimlerin yazdıklarının ilk elde mutlaka göz önüne alınması gerekir. Elbette buna başka isimlerin ve akademisyenlerin de eklenmesi neticesinde daha farklı bir liste de oluşturulabilir. Gelin görün ki günümüzdeki durum oldukça farklı. Aydınların çoğu eğitim meselesine yabancı, bakış açıları ise tam bir felaket. Üstelik karşı karşıya kalınan içler acısı hal sadece aydınlarla da sınırlı değil. Yöneticiler açık yüreklilikle eğitim konusunda öz eleştiri yapsa da onlara destek verecek teorik ve pratik teklifler yapılmıyor. Milli Eğitim Bakanlığının strateji belgesinde kurumsal bir yaklaşımla gündeme getirilen öğretmen akademileri gibi teklifler ise sıradan bir panel yahut serbest zamanlar faaliyeti kapsamında icra ediliyor. Öte yandan herkes kendi kampından meseleye sadece dini eğitim zemininde siyasi veçhesiyle tartışıyor. Oysa düzenin yabancılaşmasından normalleşmeye doğru yol alınırken eğitimin bütünlüklü bir şekilde ele alınması gerekirdi. Hal böyle olunca her eğitim ve öğretim yılı başlamadan önce Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) beş kıtada yapılan basın toplantılarıyla ülkelerin genel eğitim durumunu açıklayan raporu yahut Finlandiya eğitim sistemini göklere çıkarmaya matuf kitaplar gibi materyaller de olmasa okuryazarların çoğu eğitim hakkında neredeyse tek bir cümle bile kuramayacak durumda.
“Maarif Davası” Şemsiyesi
Eğitime dair sistematik ve metotlu bir tartışmayı sürdüren merhum Nurettin Topçu’nun 27 Mayıs 1960 Darbesi’nden önce yayımlanan Türkiye’nin Maarif Davası adlı kitabı o yıllarda olmasa da 2000’lerde eğitimle ilgili konuşmalarda kayda değer bir yer edindi. Evvela kitabın eğitime dair kıymetli bir bakış açısı sunduğu söylenmeli. Hemfikir olalım ya da olmayalım bildik öğrenme kalıplarımızı, verili kabul ettiğimiz algılarımızı yerinden etmeye niyet eden sorular soruyor. Sadece ezberlerimize saldıran sorularıyla bile zihinlerimizin nefes alabileceği bir metinle karşı karşıyayız.
Bilindiği üzere Topçu çağdaş Türk düşüncesinin önemli isimlerinden biri olmasının yanında sahici, keskin, son derece geniş kültürlü ve tecrübeyi kelimelerde vücuda getirmeyi bilen bir müellif. Fransa’da felsefe alanında yaptığı doktoradan sonra Türkiye’ye dönmüş, eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu arada meselesi olan bir düşünür vasfıyla dönemin süreli yayınlarında eğitim odaklı yazılar kaleme almış, felsefe, ahlak, sosyoloji, psikoloji ve mantık ders kitapları hazırlamıştır. Eğitim yazılarının merkezinde ise Türkiye’nin eğitim ve kültür sorunları vardır. Hiç şüphesiz eğitim onun için sadece üzerine düşünülebilecek entelektüel bir uğraş alanı değil Türkiye’nin geleceğini kuracak unsurların başında gelir.
Milli Eğitim Bakanlığının öğretmenlerin okuması için tavsiye ettiği kitaplar arasında bulunan kitabıyla Topçu, sadece Türk düşüncesine ilgi duyanlarca değil eğitimcilerce de bilinir oldu. Şurası açık ki kitabın adı bile Türkiye’deki eğitim tartışmalarına Topçu’nun bakış açısı hakkında fikir vermeye yeter. Topçu, Türk eğitim sistemi, ilkokul, ortaokul, lise, mesleki ve teknik eğitim, üniversiteler, din eğitimi, tarih şuuru, öğretmen, sanat, kültür, hürmet, vicdan, merhamet, irade, zeka, huy, mizaç ahlak ve hakikat gibi pek çok meseleyi “maarif davası” şemsiyesi altında toplamıştır. Böylece hem Türk eğitim sisteminin Fransız, Alman, İngiliz ardından da Amerikan kültür ve maarifine sığınmasının yol açtığı olumsuzluklara dikkat çekmiş hem de kendimiz için yepyeni bir eğitim sistemi kurarak işe başlamanın gerekliliğini vurgulamıştır. Topçu, eğitimin sorunlarını anlamaya çalışırken belirli bir özgünlüğe sahip olan kültür ve irade temelli bir bakış açısıyla hareket eder. Varoluşu ihmal etmeyen bu yaklaşım tarzına göre eğitimin maksadı kişilik terbiyesidir. Bu yüzden Topçu, gerek “milli mektep” gerek “millet maarifi”, gerek “kültür dersleri” gerekse de “din ve ahlak eğitimi” derken öncelikle kişiliğin eğitimini hedefler. Zira bilim, teknoloji, meslek eğitimi gibi eğitimin bütün tarzları ancak şahsiyetin üzerinde değer kazanacak, bir değer haline gelebilecektir.
Ne var ki takip eden yıllar boyunca Türkiye’deki eğitim tartışmalarına taze ve yepyeni bir ses getiren Topçu’nun yerleşik eğitsel kategorileri yeniden düşünmeye yönelik çağrısı yüzeysel yaklaşımların ötesinde geniş bir kitlenin ilgisini çekmemiştir. Topçu, eğitim kuramında din eğitimi sahası da dahil olmak üzere hakim paradigmaların birçoğuna yönelttiği kapsamlı eleştirisi çerçevesinde genellikle göz ardı edilen esaslara ve sorunlara dikkat çeker. Bunlardan en önemlisi eğitim faaliyetlerinin merkezinde yer alan öğretmene yüklediği misyondur. Öyle ki onun eğitime bakışında kilit kavramların başında öğretmen yer alır dense abartılmış olmaz: “Ademoğlunu, beşikten alarak mezara kadar götürüp teslim eden, dünyanın en büyük mesuliyetine sahip insan muallimdir.” Aslında her vazifeşinas eğitim bilimci eğitimde başarıyı belirleyen temel girdinin öğretmen kalitesi olduğunu bilir. Topçu’nun öğretmene yüklediği anlam, çeşitli biçimlerde eğitimle ilgilenen tüm düşünürlerde karşımıza çıkar. Mesela eğitim hakkındaki görüşleri pek bilinmeyen Antonio Gramsci, baldızına yazdığı 9 Nisan 1928’deki bir mektubunda çocukken fen bilimleri ve matematiğe olan ilgisini yitirmesinin sebebini açıklarken, sözü lisede işinin hakkını vermekten uzak olan acemi öğretmenlere getirir. Bu ise sorunun kaynağının öğretmenler başka bir deyişle pedagojik otorite olduğunu gösterir. Hem zaten Jacques Ranciere’nin Fransa’daki eğitim tartışmalarına müdahale etmek için kaleme aldığı Cahil Hoca kitabında da dikkat çektiği gibi öğretmek, “bilgileri aktarırken zihinleri şekillendirmek, o zihinleri planlı bir ilerleyişle basitten karmaşığa doğru götürmek” demek değil midir?
Topçu, Türkiye’nin eğitim meselelerini ele alırken pek çok ayrıntıya temas etse de temel yaklaşımında büyük bir değişikliğe gitmemiştir. Peki, Topçu için modern zamanlarda eğitim niçin bu kadar önemlidir? Teknik ve ticaret üstüne kurulu eğitim anlayışının kendimizle bağdaşmadığını hatırlatan Topçu’ya göre sorunlarımızı çözebilmek için eğitim, tali değil asli meselelerdendir. Eğitime dair analizinin temeline de bu düşüncesini yerleştirmiştir. Çağrısının ontolojik temeli “Kendimiz için yepyeni bir maarif sistemi kurarak işe başlamak zorundayız. Bu maarifin ilkokulundan üniversitesine kadar bütün basamaklarında bin yıllık millet iradesiyle bin dört yüz yıllık millet karakteri yaşatılırsa bizim olacaktır” şeklinde özetlenebilir.
Maarif meselesinden bahsediyorsak Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan, Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Kemal Tahir, Erol Güngör, Peyami Safa, Tarık Buğra, Cemil Meriç ve Sezai Karakoç gibi isimlerin konuya dair yazdıkları mutlaka göz önüne alınması gerekir.
Kültürel Zemini Kuvvetlendirmek
Günümüzün karmaşık şartlarını anlamak için eğitim kurumları ve onlarla bağlantılı süreçler ve sonuçlar hakkında farklı bir şekilde düşünmemiz gerekir. Eğitim, ana işlevi itibarıyla öğrencinin gerek mesleki çizgisinde gerek entelektüel serüveninde üzerine inşa edeceği zemini hazırlama görevini yerine getirmelidir. Başka bir ifadeyle eğitim süreci öğrenciye bir perspektif kazandırmakla mükelleftir. Bunun ise temelinde işlevsel okuryazarlık yer alır. Gelgelelim Türkiye’de en yalın biçimde, bireylerin okuma eylemiyle ilgili olarak edindikleri becerilerin, toplumda bir yaşama biçimine dönüşmesi şeklinde tanımlanan okuma kültürüne dair henüz esaslı bir farkındalık oluşturulmuş değil. Tatilde yaşanan öğrenme kaybının yüksekliğinin altında da bu noksanlık var. 1939 Neşriyat Kongresi ve Maarif Şurası’nda gündeme gelen ve öğrencilerin yazma becerilerinin geliştirilmesi bakımından önemli olan okul dergilerinin büyük çoğunluğu ise bülten hüviyetinde. Çocuk ve ilk gençlik edebiyatı arasındaki ayrımlar ise belirginleşmiş durumda olmadığı için ilk gençlik çağındaki öğrencilerin okuma faaliyetleri belli bir plan ve program doğrultusunda yürütülemiyor. Dahası öğretmen yetiştiren kurumların çoğunda çocuk ve ilk gençlik edebiyatı dersi ya hiç okutulmuyor ya da niteliği oldukça düşük. Durum böyle olunca, kültürü ansiklopedik bilgi olarak kabul eden, buradan hareketle öğrenciyi içine ham ve birbirinden kopuk bilgiler yerleştirilen bir kap olarak gören düşünce tarzı bir türlü kırılamıyor.
Hemen herkes OECD’nin üç yıllık aralarla düzenlemekte olduğu Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA, Programme for International Student Assessment) sonuçlarından üzüntü duyduğunu açıklasa da netice maalesef değişmiyor. Okuma kültürünün temel okuryazarlıkla kazanılan yazılı ve görsel okuma kültürünün toplamı olduğu düşüncesinden hareketle sivil toplum kurumlarının bu kültürün geliştirilmesine yönelik politikalar ve faaliyet alanları oluşturma çabaları ise ne kadar iyi niyetli olursa olsun, okullara sponsorlu paralel faaliyetler dizgesi sunduklarından sorunlu. Ayrıca ticarileşmiş çocukluk kültürünü güçlendirmeleri dolayısıyla da çocuklarda yol açtıkları materyalist yönelim de göz ardı edilemez.
Yenilenen öğretim programları doğrultusunda hazırlanan ders kitaplarının laiklikle ilgili kısımları ise Ali Fuat Başgil’in Din ve Laiklik kitabındaki perspektiften uzak olduğu için hala “eski Türkiye”nin yaklaşımlarıyla biçimleniyor. Eski tür Cumhuriyetçi ekolün simgesel tercihlerine uygun bu anlatı ise pozitivist bir diskurla deizmi daimi kılıyor aslında. Gene okullarda aktarılan kültür, medya başta olmak üzere pek çok alana dair öncelediği simgesel tercihler nedeniyle, sol liberal ufka uygun, Türkiye’ye tümel olarak önerilen yerlilikten ise alabildiğine uzaktır. Cari eğitim mantığı öğrenci merkezlilik derken öğrencinin eğitim ve öğretimini değil sadece keyfini konu ediniyor. Yapı taşları bu şekilde döşenen kültürün buyruklarının oluşturduğu simgesel şiddet düşünülürse, ortaya çıkan sonuçlar “belli bir Türkiye” fikri zemininden hareketle daha net bir şekilde kavranabilir.
İstatiksel yanılsamaların yarattığı sahte süreklilik izlenimi konusunda dikkatli olanların çoğu, eğitim konusunda hakikat, sınırlar, özgürlük, ahlak, değerler ve özgürlük nosyonlarına dair giderek artan bir gerileme yaşıyor. 1960’ların sonundan itibaren yaygınlık kazanan yaklaşımların büyük etkisinin farkında değildir. Hayret verici riyakarlıklarından ötürü de eğitim süresi uzadıkça, öğrencilerin niçin çocuk kaldıklarını da kavramaktan uzaklar. Klasiklerle ortaöğretim kurumları arasındaki güçlü bağı keşfetmeye ise bir türlü sıra gelmiyor. Bu çerçevede aile, ana dil eğitimi ve öğretimi, temel okuryazarlık, çocuğun-bireyin sosyal ve kültürel çevre ilişkisi, okuyucu kitap/metin ve yazarı arasındaki iş birliği ve çocukluktan itibaren okul ve eğitimin işlevini yeniden düşünmek gibi meselelere dair kapsamlı politikalar geliştirilemiyor. Daha da önemlisi eğitimin temelinde yatan “Nasıl bir insan?” sorusuna Türkiye’nin tümeli doğrultusunda ikna edici bir cevap verilemediği için, eğitim tartışmaları, dünyayı ikiye bölen pedagoji mitini hatırlatırcasına Köy Enstitüleri nostaljisi ile İmam Hatipler arasında mekik dokumanın ötesine geçemiyor. Pek çok çalışmadan biliyoruz ki eğitim konusunda yapılan onca araştırmaya rağmen bütünlüklü bir Türk eğitim tarihinin yazılamamasının temelinde de bu yatıyor.
Şimdiki zaman için eğitimi yeniden icat etmek için öncelikle hakikat fikrini tahakküm fikriyle ikame eden eğitsel perspektifin yaygınlık kazanmasının nasıl aşılabileceği üzerinde durulmalı. Bu haletiruhiye bilhassa Goethe’nin Faust’taki Mephistopheles kişisinde çok iyi biçimde tecessüm ettirdiği negatifliktir. Şöyle der: “Hep inkar eden ruhum ben.” Eğitimle ilgili yapılan meta-analizlere bakarak bunun ancak yeterince ihtimam ve sabırla aşılabileceği ise açık. Türkiye’de şu ya da bu verilerle gerçekliği mutlaklaştırmaya meyilli olan eğitim analizlerini eleştirip olmayanı yani mümkün ama (belki) gerçekleşmemişi ve hatta imkansızı sahneye çıkarma arzusunun peşinde olmak gerekiyor.