20 yıldır Afganistan’da bulunan ABD ve Avrupalı müttefiklerinin Afganistan’ı terk edip çekilmesiyle bölge ülkeleri yeni bir göçmen sorunuyla karşı karşıya kaldı. Taliban ve Batılı devletlerin arkalarında bıraktıkları kaostan kaçan göçmenler gerek Avrupa’da gerek Türk kamuoyunda gerekse komşu ülkelerde yeni bir göç dalgası korkusunu tetikledi.
ABD’nin Afganistan’dan kendi ülkesine kabul edeceği göçmenleri üçüncü ülkelere yönlendirmesi ve İran’ın göçmenlerin Türkiye’ye geçişlere göz yumması özelikle Türk kamuoyunda güvenlik endişelerini de artırdı.
Geçtiğimiz haftalarda Ankara’nın Altındağ ilçesinde yaşanan sosyal gerilim de göç meselesini yeniden, üstelik şimdiye kadar hiç olmadığı bir şekilde gündeme taşıdı. 10 yıldır milyonlarca Suriyeliye ev sahipliği yapan Türkiye’de Türkler ve Suriyeliler arasında münferit hadiseler dışında bir gerginlik yaşanmamıştı. Ancak Altındağ olayları göçmenlere dair toplumsal bir kırılmanın ilk işareti olduğu gibi toplumdaki “sıkışmışlığın” da alarmını verdi. Toplumdaki göçmen karşıtlığı ve ırkçılığın özellikle üst ve orta sınıflarda ideolojik korkularla beraber bir sahtelik taşıdığı açıktır. Diğer yandan büyük şehirlerde Suriyelilerin aşırı yoğunlaştığı semtlerin sosyo-eokonomik açıdan zayıf olmaları dolayısıyla buralarda toplumsal çatışma risklerinin gerçek olduğu da açıktır.
Nitekim toplumdaki -özellikle büyükşehirlerdeki- bu göçmen hassasiyetinin farkında olan muhalefet de göç meselesini somut bir siyaset üretmeksizin 2023 seçimleri öncesi ucuz ve popülist bir malzeme olarak gündemde tutuyor.
Türkiye öteden beri göç alan bir ülke olsa da Suriye savaşı sonrası karşılaştığı göç tecrübesi daha evvel tarihinde yaşadıklarıyla benzerlik göstermiyor. Türkiye kısmen istihdama da kattığı toplam 4 milyon mülteciye ev sahipliği yapıyor. Bunun büyük çoğunluğunu Birleşmiş Milletler rakamlarına göre 3 milyon 696 bin 919 ile Suriyeliler oluşturuyor.
Göçmen Krizine Acil Cevaplar
1951 Cenevre Anlaşması’nda koyduğu coğrafi kısıtlama şartı nedeniyle Türkiye sadece Batı’dan gelen göçmenlere mülteci statüsü verebiliyor. Esasında İkinci Dünya Savaşı sonrası iltica rejimini kuran Batılı devletler, gerek refah düzeyleri gerekse “özgürlükçü ve eşitçi” oldukları algısıyla göçlerin asıl hedefi durumundalar. Türkiye ise Doğu’dan Batı’ya göçlerin “transit” ülkesi konumundaydı. Ancak Suriye savaşıyla birlikte savaştan kaçan milyonlarca kişinin bu ülkelere akını, Batılı ülkeleri yeni bir göç sorunuyla baş başa bıraktı. Bu sorunu komşu ülkelerle iş birliği olmaksızın çözemeyeceğini anlayan Avrupa Birliği (AB) ülkeleri başta Türkiye olmak üzere Ürdün ve Lübnan gibi geçiş ülkeleriyle düzensiz göçleri düzenleyen anlaşmalar imzaladı. Lübnan ve Ürdün’le “Compacts” adıyla bilinen anlaşmalar, Türkiye’yle ise daha geç bir tarihte 18 Mart 2016’da “Türkiye-AB Mutabakatı” olarak bilinen bir anlaşma imzalandı. Esasında Türkiye’nin sınır güvenliği ve göçe dair düzenlemeler Suriye göçünün çok öncesinde üyelik müzakereleri çerçevesinde 2000’lerde başlamıştı. Zira olası bir üyelik sonucu Türkiye sınırlarında yaşanacak güvenlik zaaflarının ve göçlerin Avrupa için doğrudan bir tehdit oluşturacağı biliniyordu.
AB ile Türkiye arasında imzalanan mutabakat, göç mutabakatı olarak bilinse de esasında Türkiye-AB ilişkilerinin farklı yönlerini kapsayan bir anlaşmadır. Ayrıca özellikle Aylan Kurdi bebeğin 2015’te dramatik bir şekilde ölmesiyle birlikte açık kapı siyasetine geçen Avrupa’nın –esasında Almanya- bu siyasetin ağır bedellerini aşırı sağın yükselmesi ve iç karışıklıklar olarak ödemesinden sonra göçü durdurmaya yönelik arayışlarının da bir sonucudur. Tarafların burada farklı perspektiflerle ve farklı amaçlarla bu anlaşmayı imzaladıkları açıktır. AB bu anlaşmayla hedeflediği göç dalgasını transit ülkelerde durdurma amacına ulaşmıştır. Nitekim anlaşmadan kısa bir süre sonra göçmenlerin Avrupa’ya geçişinde yüzde 94 oranında bir azalma sağlanmıştır. Bu anlaşma ile Suriyeli göçmenlere “geçici koruma” statüsü verilmesi o dönemde Türk tarafında göçmenlerin belli bir süre tutulacağı ve yakın zamanda geri dönüşlerin planlandığını göstermektedir.
Nitekim anlaşmanın parçalarından birisi de geri dönüştür. Avrupa Suriye sınırına yakın bölgelerde insani şartların göçmenlerin geri dönüşleri için uygun hale getirilmesi noktasında iş birliği sözü vermiştir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin alacağı göç yükü sorumluluğu bazı siyasi ve ekonomik güvencelere bağlanmıştır. Buna göre kısa sürede Türkiye vatandaşlarına Avrupa için vize serbestisi sağlanacak ve Gümrük Birliği anlaşmasının revizyonu gerçekleştirilecekti. Ancak AB tarafı terör yasası değişikliği ve diğer siyasi şartları sağlamadığı gerekçesiyle uygulanmadığı takdirde Türkiye’nin tek taraflı olarak anlaşmayı askıya alma hakkına rağmen verdiği siyasi sözleri tutmadı. Ne vize serbestisi sağlandı ne de Türkiye’nin zamanla aleyhine işleyen bir mekanizmaya dönen Gümrük Birliği’nde vaat edilen revizyon gerçekleşti.
AB ve Türkiye bu anlaşmayla göçmen krizine hızlı çözümler olarak cevap vermiş olsalar da zaman içinde Suriye’den gelen düzensiz göçün regülasyonu ve yönetiminde anlaşmazlıklar yaşandı ve yaşanmaya devam etmektedir. Nitekim Avrupa’nın Suriyeli göçmenler için yürütülen projelere destek için söz verdiği mali yardımlardaki yavaşlama, AB ülkelerinin gönüllü göçmen kabulündeki aksaklıklar ve Yunanistan’ın anlaşmaya aykırı tavırları nedeniyle Ankara Şubat/Mart 2020’de anlaşmayı askıya aldığını duyurdu.
AB ile yürütülen üyelik müzakereleri kapsamında sınır güvenliği ve göçe yönelik düzenlemeler ve kurumlar oluşturulmaya başlanmış ve 10-15 yıllık süre içerisinde Türkiye göçe dair bürokratik bir kurumsallaşmaya gitmiştir. Göç meselesi esas olarak içişleri bakanlığı ve 2014’te kurulan göç idaresine bağlı olarak koordine edilse de yerel yönetimler, dışişleri, milli eğitim ve sağlık gibi ilgili bakanlıklar ve STK’lar da göç konusunda önemli görevler üstlenmişlerdir.
Göç ve söz konusu mutabakat Türkiye-AB ilişkilerinde hala bir müzakere konusu ve önde gelen etkenlerden birisi olmaya devam etmektedir. Bunun yanı sıra göçe dair kurumsallaşma ve yapılandırma çalışmaları da devam etmektedir.
Gelecek Vizyonu ve Çözümler
Şüphesiz Türkiye Suriyeli göçmenlerin yönetimi noktasında devlet ve halk olarak kısık sesle de olsa dünyanın takdir ettiği bir performans sergilemiştir. Türkiye’nin barındırdığı göçmen sayısı başka ülkelerde olsa toplumsal ve siyasi çalkalanmalara yol açacakken gerek siyasi iradenin meseleyi sahiplenmesi gerekse Türk halkının sağduyusu sayesinde Türkiye’de istenmeyen olaylar yaşanmamıştır. Ancak mevcut ekonomik sorunlar ve biriken sosyal sorunlar nedeniyle Türkiye göçmen siyasetinde kaldırabileceği insani, siyasi ve toplumsal gücün sınırlarına ulaşmıştır.
Göçün geleceğine dair yürütülmesi gereken siyaseti sınır güvenliği ve göçmenlerin kayıt, iskan, istihdam ve uyumunu da içeren aşamalı bir göç yönetimi, iç ve dış kamuoyuna yönelik iletişim ve algı, AB-Türkiye ilişkilerine bakan yönüyle de AB ile ilişkiler kategorilerinde ele almak mümkündür.
Kademeli ve Kategorik Bir Göç Siyaseti
Türkiye’de bulunan 4 milyon Suriyeli göçmenin hepsini kapsayan tek bir göç siyaseti işlevsiz kalacaktır. Bu nedenle kısa-orta ve uzun vadede sınır güvenliği, geri dönüş, entegrasyonu içeren ve göçü kademeli ve seçici olarak ele alan kademelendirilmiş yeni bir göç siyasetine ihtiyaç vardır.
Suriye başta olmak üzere bölgedeki istikrarsız şartların hakim olduğu ülkelerden Türkiye’ye göçler gerek iç siyasetin gerekse Türk dış ve güvenlik siyasetinin ana konularından biri haline gelmiştir.
Halihazırda Türkiye’de bulunan Suriyeli ve Afgan göçmenlerin birbirinden farklı olarak ele alındığı bilinmelidir. Suriye’den gelen düzensiz göç 18 Mart Mutabakatı ile bazı şartlara bağlanmışsa da bu anlaşma Afgan göçmenleri kapsamamaktadır. Ancak Türkiye’nin doğu sınırlarında oluşacak bir güvensizlik algısı hem yeni göçleri tetikleyecek hem de Türk iç kamuoyunda sınır güvenliğinin sağlanmadığı algısını ortaya çıkaracaktır. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan en yetkili ağız olarak mevcut Afgan göçmenlerin rakamlarını açıklamış ve Türkiye’nin Suriye ve İran sınırında aldığı güvenlik önlemlerinin artırıldığına dikkat çekmiştir. Bu noktada Afganistan’daki son gelişmeler sonrası açık kapı siyasetine son verse de İran’da halihazırda 2,5 milyon Afgan göçmenin bulunduğunu hatırlatmak gerekir. Ekonomik ve sosyal istikrarsızlıkla boğuşan İran’dan Türkiye’ye doğru bir göç tehdidinin her zaman mümkün olduğu düşünüldüğünde alınan önlemlerin önemi ve aciliyeti anlaşılacaktır. Buna ek olarak İran’la bir geri kabul ve göç anlaşmasının yapılması da ilerleyen dönemde kaçınılmaz görülmektedir.
Ankara’nın göç siyasetinde yeni bir aşamaya geçmesi gerekmektedir. Bu da kamuoyunda hakim olan Türkiye’nin açık kapı siyasetinin hala devam ettiği yönündeki yanlış algıları kırmak ve bu yeni aşamanın parametrelerini iç kamuoyuna, komşu ülkelere, göçmenlere ve Avrupa’ya açıkça ortaya konulmasıyla mümkündür. Özellikle göçte yeni bir siyasete geçildiği, geri dönüşün gerçekleştiği ve geleceğe yönelik de yapılandırıldığı ve planlandığı mesajı güçlü bir şekilde kamuoyuna ulaştırılmalıdır. Bu noktada bizzat göç siyasetinde bazı revizyonlara ihtiyaç duyulduğu gibi bu siyasetin kamuoyuyla iletişimi de yeniden ele alınmalıdır.
Olası toplumsal çatışmalara imkan verilmemesi açısından göçmenleri yerleştirme politikaları yeniden gözden geçirilmelidir. Altındağ gibi Suriyeli göçmenlerin yoğun olarak Türk nüfusuna yakın olduğu veya onu da aşan bir şekilde merkezileştiği semtlerde yeni düzenlemelere gidilmelidir. Ayrıca Altındağ benzeri semtlerin sayısı tespit edilmeli ve ön alıcı tedbirler yürürlüğe sokularak ikinci bir Altındağ vakası yaşanmasının önüne geçilmelidir.
Yeni ve aşamalı göç siyaseti;
- AB ile imzalanan mutabakatın revizyonu
- Geri dönüşün yeniden ele alınması, güvenli bölgelerin genişletilmesi ve güçlendirilmesi
- AB’nin sadece Türkiye içindeki Suriyeli göçmenlere yoğunlaşan siyasetinin kırılarak mutabakatta vaat edildiği gibi Suriye içinde de Türkiye’yi desteğe zorlanması
- Göçmenlere yönelik kademeli olarak kısa (iskan ve güvenlik), orta (geri dönüş) ve uzun (entegrasyon-vatandaşlık ve istihdam) politikalarının geliştirilmesi gibi noktaları kapsamalıdır.
Buna ek olarak göçe dair sağlıklı bir siyaset için sağlıklı verilere ulaşılması zorunludur. Türkiye’de göçe dair yapılan araştırmaların ve söylemlerin “yerlileşmesi” gerekmektedir. Bu da Avrupa kaynaklı araştırmaların yanı sıra Türk STK, akademisyen ve araştırmacılarının göç çalışmalarının yerli fonlarla finanse edilmesi gerekliliğini beraberinde getirmektedir. Zira Avrupa menşeli araştırmaların Avrupa’nın göç önceliklerine önem vererek, o siyasetleri besleyen veya meşrulaştıran söylemler üretmesi tabiidir.
AB İle İlişkiler ve Göç
AB açısından ise üyelik müzakereleri sonuçlanmasa da Türkiye sınırlarının Avrupa’nın doğu sınırları olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu çerçevede Türkiye sınırlarının güvenliği hem göç hem de terör nedeniyle Avrupa sınırlarının da güvenliği anlamına gelmektedir. Özellikle Türkiye’nin göç kapasitesinin çoktan dolduğu göz önüne alınacak olursa Türkiye’ye girecek her bir yeni göçmenin Avrupa ülkeleri için de bir sorun oluşturacağı Avrupalı muhataplara hatırlatılmalıdır. 18 Mart AB-Türkiye Mutabakatı Afgan göçmenleri kapsamıyor. Bazı AB ülkelerinin anlaşmanın Afgan göçmenleri de kapsaması yönündeki talepleri, Türkiye tarafından reddedildi. Türkiye en yetkin ağızlardan Avrupa’ya bir kez daha “göçmen deposu” olmadığını hatırlatarak Avrupa ülkelerini uluslararası anlaşmalar gereği aldığı hukuki, siyasi ve insani yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırdı.
Avrupa ülkelerinde, iltica hukuku ile “insan hakları”, “eşitlik”, “özgürlük ve demokrasi” gibi kavramları başka ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanırken, gerçekte göç meselesini gelişmekte olan bölge ülkelerine havale etme tutumu hakimdir. Nitekim halihazırda göçmenlerin yüzde 85’i AB dışındaki gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde bulunmaktadır. Son Afgan göçüne dair AB’den yapılan açıklamalar da Batılı ülkelerin göçü dışsallaştırarak belli destekler karşılığında komşu ülkelere havale etme siyasetinden vazgeçmediğini göstermektedir. Ancak AB’ye cüzi ve işlevsiz finansal mekanizmalar yoluyla, proje ve finans desteğiyle göçmenleri geçiş ülkelerinde tutma siyasetinin artık işlemeyeceği mesajı açık bir biçimde verilmelidir.
Bu noktada halen yürütülen 18 Mart Mutabakatı revizyon görüşmelerinde fon ve proje yönetimi ile kontrolünde Türk kurumlarına daha çok haklar verilmesinin üzerinde durulmalıdır. Nitekim Türk sahasını tanımayan AB kurumlarının idari ve operasyonel masraflarının fazlalığı, göçmenlere harcanması gereken fonları işlevsiz hale getirebilmektedir. Ayrıca AB’nin Türkiye ile ilişkileri, sadece Türkiye içindeki göçmenlerin idaresi ve entegrasyonuna indirgemesinin önüne geçilmelidir. Anlaşmanın imzalandığı yıldan bugüne kadar AB sınırlarını adeta bir kaleye çevirmiş olması, Ankara’nın hareket kabiliyetini daraltsa da mutabakatın işlevselliği için geri dönüş, güvenli bölge, gümrük birliğinin revizyonu ve vize serbestisi şartlarının bağlayıcılığı yeniden vurgulanmalıdır.
Göç, Algı ve İletişim
Göç konusunda yeni bir iletişim stratejisinin sac ayaklarından birisi de iletişim ve algı olmalıdır. Zira göçmen konusu muhalefet ve provokatif odaklar tarafından yanlış haberler, yalanlar ve algılarla çerçevelenerek kamuoyu yanlış yönlendirilmektedir.
Tam da bu noktada göç gündemi muhalefet ve belli odaklar onu daha malzeme yapmadan yetkililerce ele alınmalı, veriler eşliğinde doğru ve açık bir şekilde çerçevelenerek kamuoyuna sunulmalıdır. Ancak açık, aktif ve verilere dayalı bir iletişim stratejisiyle göç konusunda algı üstünlüğü ele geçirilebilir.
Muhalefet göç konusunda çözüm üretmemektedir; çözüm olarak kamuoyuna sunulan “Esed’le anlaşacağız ve gidecekler” söylemi, toplumsal fay hatlarını dinamitlediği gibi gerçekçi de değildir. BM rakamlarına göre Esed yönetimiyle anlaşma yolunu tutan Lübnan’dan ve yine pek çok göçmeni kamplarda barındıran Ürdün’den Suriye’ye geri dönüşler beklendiği gibi yüksek değildir. Bu da Suriye içindeki emniyet ve güvenlik sorunu halledilmeden ve Suriyelilerin döneceği güvenli alanlar inşa edilmeden geri dönüş planlarının gerçekçi olmadığını açıkça göstermektedir.