Kudüs’te yolu King David Oteli’ne düşen bir kişi, İsrail devletinin kurulmadan önceki 50 yılının hikayesini okur. Aslında bu bir hikaye olmaktan öte, bir devletin kurgulanması ya da inşasını öngörür.
Duvardaki yazıda önce 1897 Dünya Siyonizm Kongresi işaret edilir. Bu kongrenin düzenlenmesinde adı öne çıkan kişi Theodor Herzl, hem İsrail devletinin, kendisi göremese de kurucu babasıdır, hem de modern anlamda Siyonizm’in kurucusu sayılmaktadır. Burada iç içe geçen, Rusya, Doğu Avrupa ve Almanya’da dışlanan Yahudilerin, “Yahudiler Filistin’e” sloganıyla yağmalanması, göçe zorlanmasıdır. Ve göçe yollandıkları yer de bir boş alan değil Osmanlı Devleti’nin toprağı, Filistinli Arapların yanı sıra, yoğunluğu az olsa da Hristiyan ve Yahudi nüfusun da yaşadığı bir coğrafyadır.
Kimin Vaat Ettiği Topraklar!
“Vaat edilmiş topraklar” sözünün temelinde, bu vaadin sahibi, ulu bir varlıktan ziyade İngiltere olarak gözüküyor! Zira bu vaat, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un Siyonizm’in küresel destekçisi Rothschilds’a yazdığı, Balfour Deklarasyonu olarak anılan, İngilizler Kudüs’ü ele geçirdikten sonra kaleme alınan ve “Yahudilere anavatan vaat edilen” mektupta yer alıyor. Herzl’ın “Yahudi devleti” kitabında da, Kudüs ve çevresinde bir devlet kurma gerekçesi, yerküre üzerinde Yahudi nüfusun ya ikinci sınıf vatandaş ya da göçmen statüsünde olduğu, mutlaka bir devlete sahip olmaları gereksinimi öne çıkartılmaktadır. Daha önce söz konusu devlet, Güney Amerika’da Patagonya, Doğu Akdeniz’de Kıbrıs, Afrika’da Tanzanya seçenekleri ile gündeme gelmiştir. Ancak bu konunun, kendi içinde meşrulaştırılması, dinsel-etnik bir ütopya ile dile getirilmiştir. Ütopyanın biçimlenmesinde, Kudüs’teki Siyon dağına yapılan referans, İsrail’in başkenti Tel Aviv’e isminin verilmesi (Herzl’ın ütopik romanı Altneuland’dan [Eski Yeni Vatan] esinlenilerek, Bahar Tepesi-Spring Hill anlamındaki yerleşke), 1882’deki ilk göçten beri (Aliyah) adım adım kurgulanan yerleşim aşamaları önemlidir. İsrail kurulmadan önce bestelenen milli marşı Hatikva da kurulacak devletin “umut”unu ima etmektedir. İşte bu hedefe yürümeden önce, kongredeki kararların kaba taslak özeti şöyle öne çıkmaktadır:
1-Devlet için toprak satın alma kampanyasının gerçekleştirilmesi. Bu sayede o zamana kadar bulundukları ülkelerde ticaret ya da finansla uğraşan Yahudi nüfus, toprak ve tarımla buluşturulacak, hatta bu toprak satın almalar kolektif mülkiyet ile gerçekleşecek, “kibbutz” yani ortak üretim çiftlikleri kurulacaktır. Şimdiden söyleyelim, propagandalarda olduğu üzere, toprak satın almalar küçük bir zemindedir, katliamlarla Filistinliler zorla yerlerinden edilmiştir. Bu katliamları gerçekleştiren Hagana ve İrgun çeteleri, Netanyahu’nun şimdi genel başkanı ve mensubu olduğu Likud Partisi’ni, İsrail’in kuruluşundan sonra oluşturmuşlardır. Likud, birlik demektir.
2-Kolektif mülkiyet finansmanı için kooperatif kurma kararı alınmıştır.
3-Finansman için banka kurulmuştur.
Aslında temelde hedef ve strateji bu kongrede ifade edilmiş, Osmanlı sultanı Sultan Abdülhamid’e “İsrail devleti kurulmasına” belli bir finansal karşılıkla izin vermesi teklif edilmiş, ama Sultan tarafından reddedilmiştir. Bununla birlikte henüz Osmanlı dönemi sürerken, Tel Aviv-Yafa arasında ilk göç ve yerleşimlerin kurulduğu da İsrail kaynakları tarafından iddia edilmektedir.
Kudüs Düştü ve Yahudilerin Göçü Başladı
Ancak konunun sistematiğe bağlanması, King David’teki ikinci başlıktadır. 1917’de İngiliz General Allenby, Kudüs’ü ele geçirdikten sonra, düzenli Yahudi göçünün sağlanması, nüfus değişiminin zorlanması, 1933-1945 arasında Almanya merkezli Holokost sürecinde göçün artması, nihayetinde 29 Kasım 1947’de 181 sayılı BM Genel Kurul kararını (İngiliz manda rejiminin sona ermesiyle birlikte Filistin toprakları üzerinde birisi Arap diğeri Yahudi olmak üzere iki bağımsız devletin kurulması kararı) getirmiştir. Bu karar, İkinci Dünya Savaşı sonrası, Holokost utancı yaşayan Avrupa’nın, bu işin tazminini Doğu Akdeniz’de Filistin’den çıkarmaya çalışmasını akıllara getirmektedir.
İngiltere, 1916 Sykes Picot ve 1920 San Remo Konferansı zemininde, Akdeniz’den Irak’a uzanan bir Filistin mandası kurmuştur. Bu mandayı, 1922’de idari bir kararla ikiye bölmüş, Ürdün nehrinin ötesi, “Ürdün ötesi” mandası olmuş, doğu Filistinli halka Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Abdullah kral yapılmıştır. Bu aslında Filistin’in ilk bölünmesidir. İkinci bölünme ise işaret ettiğimiz 1947 tarihli, 181 sayılı, BM Genel Kurul kararıdır. Bu karara göre, daraltılmış Filistin mandasında, nüfusun üçte birine yaklaşan Yahudilere, toprakların yüzde 56’sı, çoğunlukta olan Filistinlilere ise yüzde 44’ü verilmiştir. İşte İsrail, 181 sayılı karara dayanarak, İngiltere’nin çekilmesinin 24 saat ardından, 14 Mayıs 1948’de devlet olarak kendisini ilan etmiştir. ABD ve SSCB de ilk tanıyan ülkeler arasında yer almışlardır. Araplar bugüne “el Nekbe” (kıyamet günü) adını vermişlerdir. İngiltere’nin dekolonizasyon sürecinde, Hindistan ve Kıbrıs’taki siyaseti de hep ihtilafları güçlendirme üzerinedir. Bu noktada, İsrail’in kuruluşunu kabul etmeyen Arap devletleri ile yaşanan 1948-1949 savaşında Batı Şeria (Ürdün nehrinin Batı yakası) Ürdün’ün, Gazze şeridi ise Mısır’ın kontrolünde kalmıştır. 181 sayılı kararın haritasına bakıldığında, Batı Şeria ve Gazze bir hayli küçülmüştür. 1949-1967 arasında, bu bölgelerde Ürdün ve Mısır, özerk de olsa bir Filistin idaresi tahkim etmemiştir.
1967 savaşında, İsrail Ürdün’den Batı Şeria’yı, Mısır’dan Gazze Şeridi’ni, Suriye’den Golan Tepeleri’ni işgal etmiş, BM Güvenlik Konseyi 242 sayılı kararıyla bu işgallerin işgal olduğunu tescil etmiştir. 1973 Yom Kippur Savaşı’nda bu işgaller devam etmiş ve bugüne gelinmiştir. İsrail, 1948’de Batı Kudüs’ü, 1967’de işgal ettiği Doğu Kudüs’le birlikte, tüm Kudüs’ü 1980’de tek taraflı başkent olarak ilan etmiştir.
Tanklara Taş Atan Çocuklardan HAMAS’a
ABD’nin 2017’den itibaren Trump yönetiminde, Kudüs’ü İsrail’in başkenti kabul etmesi, Golan’daki işgali ilhak olarak tanıması, bizzat kendisinin de daimi üyesi olduğu BM Güvenlik Konseyi kararlarına aykırıdır.
Filistin’e yönelik mücadele tarihinde, 1958’de Yaser Arafat’ın önderliğinde kurulan El Fetih ve en büyük bileşeni olduğu Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), konunun sadece dini ya da Araplarla ilgili değil, vatan davası olduğunu dünyaya duyurmuştur. Filistin direnişinde, önceleri uçak kaçırma ya da çeşitli militan eylemler ön planda iken, 1987’de Birinci İntifada ile Gazze Şeridi’nde tanklara taş atan çocuklarla kitlesel bir hareket doğmuş, HAMAS bu ortamda kurulmuştur. 1993 Oslo sürecine giden bu direniş, İsrail-FKÖ’yü masaya oturtmuştur. Bu tarihten önce 1988’de, 1982’deki Birinci Lübnan Savaşı’nın ardından, Cezayir’de konumlanan FKÖ, Filistin Ulusal Konseyi aracılığı ile Filistin Devleti’ni sürgünde ilan etmiştir. Türkiye de Filistin Devleti’ni tanıyanlar arasında yer almıştır. Oslo’da kabul edilen Filistin Otoritesi, İsrail işgalinde bir varlık göstermeye çalışmış, ilan edilen Filistin Devleti ile bütünleşmiş, FKÖ-El Fetih ağırlığı ön plana çıkmıştır. 1996’da sürgünden önce Gazze’ye dönen Arafat, FKÖ-El Fetih-Filistin devleti-Filistin Otoritesi başkanlıklarını birlikte sürdürürken, beklediği çözüme kavuşamamıştır. Beyrut kasabı lakaplı Ariel Şaron, o dönem muhalefet lideri olarak, postallı askerlerle 2000’de Mescid-i Aksa’yı basmış, İkinci İntifada bunun üzerine başlamış, İsrail ordusu Arafat’ın Ramallah’daki evini abluka altına almıştır. 2004’teki ölümünün ardından, 2005’te halefi Mahmut Abbas devlet başkanlığına seçilmiş, Ağustos 2005’te bu sefer başbakan olan Şaron’un “tek taraflı barış süreci” adı altında İsrail Gazze’den çekilmiş, Batı Şeria’da ise A, B, C bölgelerinde, artık kırıntı haline getirilmiş haritalarda, Filistin konusu buharlaştırılmaya çalışılmıştır. 2006’da Hamas’ın seçimleri kazanması, İkinci Lübnan Savaşı’nda Gazze’den atılan roketler nedeniyle Hamas milletvekillerinin tutuklanması, hükümetin düşmesi, 2007’nin ilk ayında El Fetih-Hamas hükümeti anlaşmazlıklardan sonra, Gazze’nin Filistin Otoritesi ile siyaseten bağlarını kesmesi, Gazze’ye yönelik İsrail-Mısır ablukasını başlatmıştır. 2010’da Gazze’ye gitmeye çalışan Mavi Marmara’daki inisiyatif, daha önce bu bölgedeki ablukayı aşmaya çalışan sivil girişimlerin de bir uzantısıdır.
Trump Dönemi, İsrail–ABD İlişkilerinin Altın Çağı
2009’dan beri İsrail başbakanlığını sürdüren Netanyahu’nun, Ocak 2017’ye kadar, Obama yönetimindeki ABD ile yıldızı pek barışık değildi. Hatta, ABD’de Kongre’yi oluşturan Cumhuriyetçi çoğunluğun çağrısıyla yaptığı Kongre konuşmasında, Obama’yı yerden yere vurmuştu. 2017-2021’de ise Trump ile deyim yerindeyse “altın çağı”nı yaşadı. ABD’nin Kudüs’ü başkent olarak tanıması, Golan’ın işgal değil ilhak edildiğini kabul etmesi hep bu dönemdedir. Trump’ın, damadı Jared Kushner aracılığıyla “yüzyılın anlaşması” adı altında 50 milyar dolarlık bütçe ile Filistin’i satın alıp bitirme planı, 1897 Dünya Siyonizm Kongresi’ndeki “kolektif toprak satın alma” kararına benziyor. Mısır ve Ürdün’ün dışında Arap ülkeleri tarafından tanınmayan İsrail’in, İbrahim Anlaşması ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn, Umman tarafından da tanınması, Arap rejimleri ile ekonomik-siyasal iş birliklerinin kurumsallaşması, bugünlere neden oldu.
7 Mayıs 2021’den itibaren Mescid-i Aksa’ya ve ibadet eden halka yapılan saldırılar, 10 Mayıs’ta “Birleşik Kudüs Günü” başlığında, Aksa’daki dumanlar eşliğinde, çılgınca dans eden fanatik sözde yerleşimciler, aynı gün Gazze’ye yönelik başlayan İsrail saldırıları, bir bilançoyu gözlerimizin önüne sermektedir. Bu bilanço karşımıza şöyle bir tablo çıkarmaktadır:
1-Aksa daha önce de 1969’da yakılmaya çalışılmış, bunun üzerine İslam İşbirliği Teşkilatı kurulmuştu. İkinci hadise de Şaron’un 2000’deki Aksa baskını üzerine, İkinci İntifada başlamıştı. 2021’de Üçüncü İntifada’nın başlatılmaya çalışılması, 1987 ve 2000’dekinden daha geniş bir zemini kapsıyor. İç meselelerinden bunalan, beşinci seçime gitmek istemeyen Netanyahu, fanatik partilerle yeni bir koalisyon düşünürken, İsrail devlet politikasının devamını yansıtmıştır. 10 Mayıs’ta Mescid-i Aksa’da direniş olmasaydı, 1994’te El Halil baskını ve İbrahim Cami’nin kısmen sinagoga dönüştürülmesi örneğinde olduğu gibi, sözde yerleşimciler aracılığıyla bir oldu bitti meydana getirilecek ve hep canlı tutulan Süleyman mabedinin ortaya çıkartılması ütopyası, Aksa’nın yıkımıyla gündeme gelecekti, bu hedefe ulaşamadılar, o yüzden şiddeti arttırdı.
Avrupa’nın Holokost Utancının Yolaçtığı Devlet
2-Filistin konusunda geriye kalanı da halletme peşinde olan Netanyahu, kitlesel imha planlarını uygulamaya sokmaya çalıştıysa da ülke içinde kuzeye yansıyan kitlesel olaylarla başa çıkabilme kapasitesini gösterememiştir. İsrail güvenlik politikası, siyaset sosyolojisine hakim olamayan bir savaş makinesini andırmaktadır.
3-İsrail, Avrupa’da yaşanan Holokost utancının psikolojisinden faydalanarak, İsrail’e yönelik her tür tenkiti, anti-semitizm başlığında değerlendirmekte, başta ABD olmak üzere, Yahudi lobisi bunun üzerinden bir savunma-var olma denklemi ortaya koymaktadır. Halbuki Holokost Avrupa’da yaşanmıştır. İsrail’e para vererek, geçmişini unutturacağını sanan Avrupa, İsrail’in katliamlara yol açan güvenlik politikalarına ses çıkarmamakta ve desteklenmesini de kamuoyları nezdinde dile getirmektedir. Holokost ayrı, İsrail ayrıdır. Holokost Avrupa’da yaşanmış, mağduriyetler orada gerçekleşmiştir. Günümüzde İslamofobi ve Türkofobi de bu coğrafyada işlenmektedir. Bu da kitlesel imhalara neden olan “nefret söylemi” zeminindedir. Irkçı eğilimlerin gölgesindeki Avusturya’da, bu süreci destekleyecek biçimde İsrail bayrağının asılması, geçmişteki Holokost utancının bir hezeyanıdır.
4-İslam dünyası ise şu anda bir başıboşluk, dağınıklık içindedir. Türkiye, geçmişte Bosna konusunda olduğu gibi bugün de Filistin’de yaşananları dünyaya duyurmaktadır. Türkiye 1974 müdahalesiyle Kıbrıs’ın Gazze olmasını engellemiştir, ancak elbette gerçekçi bir politik zeminde Filistin coğrafyasına asker gönderme seçeneğinin koşulları farklılık içermektedir. Bununla birlikte, uygulanmayan 181 sayılı kararda, Kudüs’ün “uluslararası statüsü” hatırlatılarak, Kudüs’teki “eski şehre” bir uluslararası gücün konuşlandırılması için seferberlik arttırılmalıdır. Üç büyük dinin kutsal şehrinde, Müslümanlar’ın “ilk kıblesi”nin el değiştirmesi, bir oldu bitti meydana getirilmesi, dünyayı ayağa kaldıracak bir durumdur.
5-Bir an önce, “iki devletli çözüm” başlığında, başkenti Doğu Kudüs olacak, zaten hukuken var olan Filistin Devleti’nin fiilen de kurulması, kendi topraklarında, kamusal düzenini sağlayacak müzakerelerin başlatılması gerekmektedir. Söz konusu sonuca ulaşılmazsa akan kan durmayacaktır. Türkiye kadar diğer bölge ülkelerinin de müzakere masasını zorlaması gerekmektedir.
6-Doğu Akdeniz’den Kafkasya’ya uzanan zemindeki politikalarımızda, Kıbrıs’ta “iki devletli çözüm”, Azerbaycan’ın kendi topraklarını kurtarmasındaki dayanışma düşünüldüğünde, Filistin konusunda da “karşılıklı beka stratejisi” akla gelmektedir. Doğu Akdeniz’de İsrail dahil bölge ülkeleri, münhasır ekonomik alanlarda çizgimize gelecektir, Arap ülkelerinin Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi ve İsrail ile iş birlikleri düşündürücüdür ve bu iş birliği “Dostluk Forumu” ile Basra’ya kadar uzanmıştır.
Engel Olunmazsa Yeni Düzen Gelecek
7-Şeyh Cerrah mahallesi örneğinde olduğu gibi Filistinliler hem devlet hem de devlet destekli fanatik sözde yerleşimcilerden baskı görmekte, İsrail, bu gaspa dayanan iskan politikası, nüfus ve yer değişimi ile sözde yeni bir düzen inşa etmektedir. Mülkiyet haklarının yok sayıldığı, Filistin halkının kendi ülkesinde mülteci haline getirildiği bir durum kabul edilemez. Kudüs’te de Batı Şeria’da da bu sözde yerleşimci baskıları, işgalci bir hukuksuzluğu, Batı dünyası ve uluslararası sistemce normalleştiren bir yabancılaşmayı içermektedir. Bu bir devlet politikası olamaz. Bugün gelinen noktada çok önemli soru işaretleri vardır. Öncelikle İsrail parlamentosu Knesset'te kabul edilen "ulus-devlet yasası" Fransız devriminden itibaren yurttaşlık temelli, sosyolojik ulus tabanına dayanan liberal milliyetçilik kuramından tamamen farklıdır. Zira bu yasa, etnik-din temelinde ayrımcı bir yurttaş tanımı yapmakta, resmi dil konusunda bile geriye giderek Arapçayı yok saymaktadır. Peki İsrail bu yasayla "din devleti" mi olmaktadır? Yanıtı karmaşıktır çünkü İsrail zaten laik bir devlet değildir, ancak etnik-dinsel kimliğin beraber sayılması, yurttaşlığı bir ayrıcalık haline getirmektedir. Arapların 2 milyona yaklaşan varlığı, hukuksal statünün dışına çıkartılmaktadır. İsrail’in, müzakerelerde bile her bir konuyu Tevrat'a dayandırarak, sözgelimi "Kudüs'ün statüsü" masaya bile getirilemez tavrı, iç ve dış politikasının çerçevesini ortaya koymaktadır. Burada klasik ulus-devlet kuramındaki "kendi kaderini tayin hakkı" bile alt üst edilerek, ülkenin sadece belli yurttaşlarına "irade hakkı" verilmektedir. İlgili madde şöyle aktarılmaktadır. "Ülkede kendi kaderini tayin etme hakkı sadece Yahudilere aittir, İsrail bir Yahudi devletidir, İsrail dünyadaki tüm Yahudilerin tarihi anavatanıdır, hukukta bir boşluk olduğunda Yahudi şeriatı referans alınacaktır, dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail'e dönme hayali vardır, Yahudilerin dini günleri resmi tatil sayılacaktır ve İsrail'in başkenti Kudüs'tür."
Son Söz
Batı dünyasının 1916 Sykes Picot, 1919 Paris Barış Antlaşması, 1920 San Remo konferansıyla dayattığı politikalar ve yapılar, 21. yüzyılda bir başka kaosu beslemektedir. İsrail, iskan ve zorla yer değiştirme siyasetine, “Yahudi ulus devlet yasası” garabetini de ekleyerek, “apartheid” rejimini zorlamaktadır. 19. yüzyılda Avrupa’nın ortasında, İsviçre’nin Basel kentindeki Siyonizm Kongresi ile başlayan devlet kurma hedefi, 20. yüzyılın ortasında, 1948’de gerçekleşmiştir. Gelinen noktada, hakkaniyete dayalı “iki devletli çözüm” esas gözükmektedir. 100 yıl sonra, bölgedeki yeni harita arayışlarında, bu sefer kimse kanmasın. Bölgenin barışı, Batı vesayetinin dışında kaldığı müddetçe, dünyanın gerçek barışı olacaktır.