Suriye’nin farklı kentlerinde insanların üzerine varil bombaları atılırken ya da pazar yerleri savaş uçaklarıyla bombalanırken herhangi bir stratejik öngörüye sahip olmayanlar, günümüzde bölgemizdeki göçmenlerin toplumsal etkileri konusunda manipülatif tespitlerde bulunuyorlar. Bu sahte kahramanlar, hemen gerçekleşecek bir politika olmadığını bilmelerine rağmen “Suriyeliler ülkelerine geri dönsün” şarkısını söylemeye devam ediyorlar.
Sebepler ve Sorumlular
Kriz dönemlerinde bir sorumlu aranması olağandır. Sorumlunun kim olduğunu bulmak için yürüttüğünüz soruşturma süreci, çoğunlukla toplanan bilgilere ve ipuçlarına dayanmaktadır. Bu bilgiyi ve ipuçlarını kimin ürettiği önemlidir, zira bilgiyi üreten aynı zamanda hikaye üzerinde de kontrole sahiptir. Son dönemde popüler olan bir tartışmanın öne sürdüğü üzere, geri dönüşüm yöntemlerini hayatının parçası haline getirmiş bir birey, çevrenin korunması ve iklim değişikliğiyle mücadele konusunda üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdiğini düşünerek kendini rahatlatırken, daha fazla tüketim döngüsüne girerek aslında dünyamızı kirleten kapitalist sistemin gönüllü bir elçisi haline geliyor olabilir mi? Küresel iklim değişikliği ve bunun bir sonucu olan göçün gerçek sorumluları arasında, geri dönüşüm sistemlerini kullanarak daha fazla tüketmekten çekinmeyen bilinçli bireyler olduğu varsayılabilir mi? Bu soruların gerçek cevabını ve sorumlularını bulabilmek için daha fazla bilgiye ve ipucuna ihtiyaç var.
BM açılış haftasında Genel Kurul’da konuşan Orta Afrika Cumhuriyeti Faustin Archange Touadera, binlerce Afrikalı göçmenin İtalya’nın Lampedusa adasına varışına atıfta bulunarak, "Kıtamız Afrika'nın bugününü ve geleceğini temsil eden bu genç insanlar, El Dorado'yu aramak için umutsuzca Avrupa kıtasındaki ülkelere gitmeye çalışıyorlar" şeklinde konuştu. Touadera, Batı'yı Afrika'nın doğal kaynaklarını sömürerek, kölelik ve sömürgecilik yoluyla ekonomik sıkıntılara yol açarak bir göç krizine sebep olmakla suçladı: “Göçmen krizinin bu şekilde tırmanması, kölelik, sömürgecilik, Batı emperyalizmi, terörizm ve iç silahlı çatışmalarla yoksullaştırılan ülkelerin doğal kaynaklarının yağmalanmasının dehşet verici sonuçlarından biridir."
Yapılan araştırmalar, Afrika’nın, küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 10'undan daha azından sorumlu olmasına rağmen iklim değişikliğinden orantısız bir şekilde etkilendiğini ortaya koymaktadır. Dünya Meteoroloji Örgütü'nün (WMO) yeni raporuna göre, bu durum gıda güvenliğine, ekosistemlere ve ekonomilere zarar veriyor, yerinden edilmeleri ve göçü körüklüyor ve azalan kaynaklar nedeniyle çatışma tehdidini arttırıyor. 2022’de Afrika kıtasında 7,5 milyondan fazla kişi afet nedeniyle yerlerinden edildi. 2021’de yayınlanan Dünya Bankası raporuna göre etkili ve sürdürülebilir bir iklim eylemi uygulanmadığında, 2023 sonuna kadar sadece Afrika'da 105 milyon insan iç göçmen haline gelebilir.
Eylül 2023’te Kenya’da düzenlenen Afrika İklim Zirvesi’nde de iklim değişikliğinin gerçek sorumluları ve çözüm yöntemleri masaya yatırıldı. Bu zirvede liderler, birçok Afrika ülkesinin iklim değişikliğinden kaynaklanan ve gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında eşitsiz ve orantısız risklerle karşı karşıya kalmasından duydukları endişeyi dile getirdiler ve daha adil bir düzen çağrısında bulundular.
Göç hikayesinin Afrika tarafında üretilen bilgi ve ipuçları bize, küresel anlamda eşitsiz bir düzenin doğurduğu sorunların ve çatışmaların milyonlarca insanı, zorunlu biçimde yer değiştirmek zorunda bıraktığı gerçeğine götürmektedir. Hikayenin Batı tarafı ise tamamen farklı. BM açılış haftasında Genel Kurul’da konuşan İtalya Başbakanı Giorgia Meloni Afrika kıtasından Avrupa’ya yoğun göç hareketi konusunda bütün sorumluluğu insan kaçakçılarına yükleyerek onları uyuşturucu kaçakçıları kadar kazanan bir "mafya" olarak nitelendirdi. Afrika’nın fakir bir kıta olmadığını, aksine stratejik kaynaklar bakımından zengin olduğunu vurgulayan Meloni, Afrika uluslarının "büyümesine ve refahına" yardımcı olmak için çalışacağını da söyledi.
İngiltere İçişleri Bakanı Suella Braverman ise kritik ve ortak bir küresel sorun olarak tanımladığı kontrolsüz ve yasa dışı göçün “Batı'nın siyasi ve kültürel kurumları için varoluşsal bir meydan okuma” olduğunu dile getirdi ve BM Mülteci Sözleşmesinin yenilenmesi gerektiğini ancak yetkililerin “ırkçı” olarak yaftalanmaktan korktukları için bunu yapamadıklarını söyledi. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da seçim kampanyası sırasında yaptığı göç karşıtı konuşmasında, "Dış sınırlarımızı nasıl koruyacağımızı ve kimlerin girdiğini nasıl izleyeceğimizi bilemezsek, Avrupa'daki pasaportsuz bölgemiz tehdit altında olacaktır." ifadelerini kullandı.
Genel olarak Batı ülkelerinin yanı sıra özel olarak Fransa’nın da Afrika’dan Avrupa’ya gerçekleşen göç konusundaki sorumluluğu tartışılmaktadır. İtalya Başbakanı Meloni 2019’daki bir konuşmasında Fransa'yı Afrika ülkelerinin, özellikle de Burkina Faso'nun kaynaklarını "sömürge para birimi" olan CFA Frangı'nı kullanarak sömürmekle suçlamıştı. Meloni daha sonra Avrupa'nın Afrikalı göçü ile karşı karşıya kalmasının nedeninin, Fransa'nın faaliyetleri ve sömürüsü olduğunu söylemişti. Afrika ile Avrupa arasında göç üzerine yapılan görüşmeler ve iş birliği denemelerinin çoğunlukla bu ilişkinin, tıpkı kolonyal dönemde olduğu gibi eşitsiz bir zemin üzerine kurulan ve Batı’nın jeopolitik çıkarlarının öncelendiği bir ilişki biçimine dönüştüğü tartışılmaktadır.
Dolayısıyla günümüzde Afrika ve Ortadoğu gibi bölgelerden Batı’ya doğru gerçekleşen göç hareketlerini engellemek için alınan tedbirler arasında başta gelen sınırlara yüksek duvarlar örme politikası, tek başına göç olgusunun getirdiği insani krizi çözmek için yeterli olmamaktadır.
Suriyeli Sığınmacılar: Gerçek Dinamikleri Tartışmak
2011’de Suriye’de başlayan toplumsal olaylar, baskı ve sindirme politikaları sonucunda silahlı çatışmalara ve iç savaşa doğru evrildi. Bu süre zarfında toplamda 22 milyon nüfusa sahip Suriye’de 12 milyondan fazla kişi zorla yerinden edildi. Günümüzde yaklaşık 6,8 milyon kişi Suriye içinde yerinden edilmiş durumda ve 5,4 milyon kişi de komşu ülkelerde mülteci olarak yaşıyor. Suriye’ye komşu ülkeler arasında sayı olarak en fazla sığınmacıya Türkiye ev sahipliği yapsa da nüfusa orantılandığında Lübnan ilk sırada yer alırken, Ürdün ikinci, Türkiye ise üçüncü sırada bulunuyor. Türkiye’de bulunan Suriyelilerin sayısının Türkiye nüfusuna oranı yüzde 4.50 civarındadır.
Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların yıllara göre değişimine bakıldığında, zorunlu göç hareketinin hangi gelişmeler nedeniyle hız kazandığı da görülebilmektedir. 2012’de 14 bin civarında olan sığınmacı sayısı 2013’te 224 bine, 2014’te 1 milyon 520 bine, 2015’te ise 2 milyon 503 bine yükselmiştir. Daha sonra artış hızı yavaşlayarak, 2023’te 3 milyon 381 bine ulaşmıştır. Dolayısıyla sadece 2014 ve 2015’te iki milyondan fazla Suriyeli Türkiye’ye göç etmiştir. Bu dönem Suriye ve Irak’ta DEAŞ terör örgütünün ortaya çıktığı ve silahlı gücüyle yeni yerler elde ederek geniş bir toprak parçasını kontrol altına aldığı bir süreç olarak dikkat çekmektedir.
DEAŞ terör örgütünün nüveleri daha önce bölgede varlığını sürdürse de örgüt 2013’te adını Irak ve Suriye İslam Devleti olarak değiştirdi. Haziran 2014'te Musul ve Tikrit'e yönelik bir saldırı başlattı. Bu bölgeleri ele geçirdikten sonra DEAŞ lideri Ebu Bekir el Bağdadi, Suriye'de Halep'ten Irak'ta Diyala'ya uzanan bir halifelik kurduğunu ilan etti ve grubun adını İslam Devleti olarak değiştirdi. Örgüt en güçlü olduğu dönemde Suriye'nin yaklaşık üçte birini ve Irak'ın yüzde 40'ını elinde tutuyordu. Aralık 2017 itibariyle, Irak'ın ikinci büyük kenti Musul ve Suriye'nin kuzeyinde yer alan ve sözde başkenti olan Rakka da dahil olmak üzere topraklarının yüzde 95'ini kaybetti. Bu süre zarfında DEAŞ dünya çapında bir terör dalgası meydana getirdi. Suriye ve Irak’ta milyonlarca kişinin yerinden edilmesine neden oldu. Yine bu dönemde Türkiye’de DEAŞ terör örgütünce14 terör saldırısı gerçekleştirildi. Bu saldırılarda 10’u polis ve 1’i asker olmak üzere toplam 304 kişi hayatını kaybetti ve bin 338 kişi yaralandı.
DEAŞ terör örgütünün eylemleri ve sahada oluşturduğu demografik hareketlilik, bölgedeki diğer terör örgütlerinin de daha etkin mobilize olmasına alan açtı. 2016’da PKK’nın Suriye’deki silahlı kolu olan YPG, DEAŞ’ın elinde bulunan ve Suriye’nin kuzeyi açısında stratejik öneme sahip Menbiç’i ele geçirerek kendi terör koridorunu Batı yönünde genişletti. Türkiye’nin güney sınırlarında yaşanan bu ve benzeri gelişmeler, Türkiye’yi terör örgütlerine karşı sınır ötesi operasyonlar yapmaya mecbur bıraktı. Türkiye, Suriye’yle olan sınırını DEAŞ mevcudiyetinden temizlemek amacıyla 24 Ağustos 2016’da “Fırat Kalkanı Harekatı”nı başlattı. Toplam 2 bin 15 kilometrelik alan terörden temizlendi ve 2 bin 647 DEAŞ üyesi etkisiz hale getirildi. Bu operasyonları Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekatları takip etti. Bu harekatlar sonrasında bölgede oluşturulmak istenen terör koridoru kırılmış ve bölgede yaşayan halk ve geri dönmek isteyen sığınmacılar için güvenli bir bölge oluşturulmuştur.
2014-2015’te Türkiye’ye yönelik göçün hızlanmasının bir diğer sebebi ise Suriye hükümeti ve destekçilerinin Suriyeli sivil halk üzerine uyguladıkları saldırılar olmuştur. Özellikle yoğun yerleşim yerlerinde yaşanan çatışmalar ve varil bombası gibi kontrolsüz ve ölümcül yöntemler, Suriyelilerin yerleşim yerlerini ivedi biçimde terk etmelerine neden oldu. Bir yandan terör örgütlerinin saldırıları, diğer yandan kent çatışmaları, varil bombaları ve kimyasal silah saldırıları, Suriyeliler arasında daha fazla ölüme, korkuya ve endişeye sebebiyet verdi. Dolayısıyla bu dönem, Suriyelilerin komşu ülkelere göçünü de hızlandırdı.
Suriye’deki iç savaş ortamı sadece Suriyelilerin yerlerinden edilmesiyle sonuçlanmadı, aynı zamanda bazı bölgelerde ciddi demografik değişimleri, mülklere el koymayı, baskı ve sindirme yoluyla insanları mobilize etmeyi ve daha birçok toplumsal, ekonomik ve politik sorunu beraberinde getirdi. Dolayısıyla bu koşullar altında Suriye’ye geri dönen bir kişinin hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi ihtimali de oldukça azaldı. Bu nedenle günümüzde göçmen karşıtlarının kullandığı temel argüman olan Suriye’nin artık güvenli bir ülke olduğu ve sığınmacıların kendi ülkelerine rahatlıkla dönebilecekleri iddiası da geçerliliğini yitirmektedir.
Uluslararası tepki ve baskıların da bir sonucu olarak Suriye hükümeti, Suriyeli muhaliflerin ülkelerine güvenli şekilde geri dönüşlerini temin için af kanunu çıkardı. Ancak bir insan hakları raporuna göre Mart 2011'den bu yana Suriye rejimi tarafından toplam 21 af kararnamesi çıkarılmasına rağmen bunların etkisi sınırlı oldu. Bu aflar sayesinde 7 binden fazla tutuklu Suriye hükümeti tarafından serbest bırakıldı ancak halen 100 binden fazla kişinin tutuklu olduğu ya da ortadan kaybolduğu iddia ediliyor. 2021’de Uluslararası Af Örgütü tarafından yayınlanan bir raporda, Suriyeli istihbarat görevlilerinin Suriye'ye dönen kadın, çocuk ve erkekleri hukuka aykırı veya keyfi gözaltılara, işkence ve diğer kötü muamelelere maruz bıraktığını, bu nedenle “Suriye'nin hiçbir bölgesinin geri dönenler için güvenli olmadığı ve çatışmanın başlangıcından bu yana Suriye'yi terk eden kişilerin geri döndüklerinde zulme uğrama riski altında oldukları” vurgulanmaktadır.
Zorunlu Göç ve “İstila”
Zorunlu göç insanların savaş, doğal afet ve çevre felaketi gibi olağanüstü olaylar nedeniyle yerlerini terk etmek zorunda kaldıkları durumları ifade etmek için kullanılıyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (Madde 14), herkesin başka ülkelerdeki zulümden kaçarak sığınma talep etme ve sığınma hakkından yararlanma hakkına sahip olduğunu belirtir. 1951 BM Mülteci Sözleşmesi de mültecileri zulüm görme riskleri olan ülkelere geri gönderilmekten korur. Türkiye de Geçici Koruma Yönetmeliği bağlamında “ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel veya bu kitlesel akın döneminde bireysel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılardan haklarında bireysel olarak uluslararası koruma statüsü belirleme işlemi yapılamayan yabancılara” ev sahipliği yapmaktadır.
Türkiye’nin komşu bölgesindeki gelişmeler değerlendirildiğinde geçtiğimiz on yıl içerisinde içinden geçtiği zorlu süreç daha anlaşılır hale gelmektedir. Çok kısa bir süre içerisinde ülkeye giren göçmen sayısındaki hızlı artış, Türkiye’yi acil ve hızlı tedbirler almaya itti ve buna yönelik politikalar geliştirdi. Tüm zorluklara rağmen göçmenlere sağlık, eğitim ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarını sağlayabilecekleri bir sistem tesis etti. Ancak küresel pandemi krizi ve onu takip eden ekonomik dalgalanmalar, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yabancı karşıtı söylemin yükselişe geçişini tetikledi. Çoğu ülkede toplumsal tabanı güçlü olmayan ama nefret söyleminden beslenen siyasi figürler öne çıkarak, yabancı karşıtı söylemin taşıyıcıları oldular. Bu söylemlerin üretildiği ve yaygınlaştırıldığı yerler, çoğunlukla sosyal medya mecraları oldu. Ancak ne var ki geleneksel medya kuruluşları da hak temelli, eşitlikçi ve toplumsal ahengi öne çıkaran bir dil benimsemeyi başaramadı. Bu da çatışmacı öfke dilinin daha fazla yaygınlaşmasını destekledi.
Günümüzde dünya genelinde zorunlu göç hareketlerini kendi ülkelerine yönelik bir “istila” girişimi olarak tanımlayan söylem, Türkiye dahil olmak üzere birçok ülkede gözlemlenmektedir. Türkiye’de dolaşıma giren “elini kolunu sallayarak sınırları geçen erkek grupları” görüntülerinin benzerleri ABD’de, Fransa’da, İtalya’da ya da İngiltere’de de görülebilmektedir. Farklı ülkelerde benzer anlatıların ve söylemlerin kullanılması ve bu argümanların hedef toplulukta duygusal tepkileri harekete geçirmede başarılı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu tür bilgi kampanyalarının dış etki müdahale operasyonu olarak da değerlendirilmesi gerektiğini düşündürmektedir. Nitekim, insanları zorunlu göçe mahkum eden koşulları ve mesul aktörleri tartışmak yerine göçmenleri hedef almak ve bu görüntüler üzerinden sonucu olmayan tartışmalar ve linçler oluşturmak, bu ülkelerdeki toplumsal direncin zayıflamasına ve siyasi belirsizliklerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu nedenle göç politikalarının sistematik uygulaması kadar göç karşıtı/yabancı karşıtı nefret kampanyalarına karşı da direnç geliştirmek üzere söylem ve argüman çalışmalarının yapılması önem arz etmektedir. Sonuç olarak insanların dünya adı verilen yer kürede yer değiştirmesi tarihsel bir olgudur ve inşa edilen bütün duvarlara rağmen bundan sonra da var olmaya devam edecektir.