Çeşitli yönleri ve farklı nedenleri ile insanlığın ilk dönemlerinden bu yana nüfus artışı veya azalışı konusu gündem olmaktadır. Devletler, çeşitli nedenlerle bazen nüfusu artırıcı bazen de yavaşlatıcı politikalar uygulamaktadır.
Türkiye’nin Nüfus Politikasını Hatırlamak
Türkiye, farklı dönemlerde nüfus artış hızı ile ilgili farklı politikalar uygulayan bir ülkedir; Cumhuriyet’in ilanından 1965’e kadar nüfusun artırılmasına yönelik politikalar takip edilmiştir. Bu dönemde, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında görülen oldukça düşük nüfus, yeni kurulan ülkenin kalkınması ve güçlü olması için nüfusun artırılmasını gerektirmiştir. Öyle ki nüfusu artırıcı politikalar, “milli politika” olarak Atatürk tarafından açıkça dile getirilmiştir. Mesele, söylemlerde kalmamış ve nüfus artışını sağlamak için sosyal, ekonomik ve hukuki çerçevede bazı uygulamalar devreye sokulmuştur.
Birincisi, evlilik yaşı ile ilgili düzenlemeler yapılarak evlenmeyi artırmak hedeflenmiştir. 1938 tarihli düzenleme ile Medeni Kanun’da evlenme yaş sınırı erkeklerde 17’ye ve kadınlarda 15’e indirilmiştir; olağanüstü hallerde ise sınır erkeklerde 15, kadınlarda 14 yaştır.
İkincisi, gebeliği önleyen yöntemlerin ve ilaçların kullanımı yasaklanmıştır. 1926 tarihli Ceza Kanunu’nda çocuk düşür(t)mek ağır cezai yaptırımlarla yasaklanmış, 1936’daki yeni düzenlemeyle bu yaptırımlar daha da ağırlaştırılmıştır.
Üçüncüsü, çocuk sayısının artışıyla aile destekleri de artırılmıştır. Bu çerçevede çocuk parası yanında vergi indirimleri/muafiyetleri devreye sokulmuştur. 1929’da çok çocuklu olanlar bazı devlet hizmetlerinden (yol yapımında çalışmak gibi) muaf kılınmıştır. 1931 ve 1932’deki vergi düzenlemelerinde, çok çocuklu aileler, vergiden muaf olmuştur. Ayrıca 1931’de memurların yol harcırahlarında ailelerindeki büyüklük dikkate alınmaya başlamıştır. Ek olarak, devlet hizmetlerinden yararlanmada, ailedeki nüfusa göre önceliklendirme yapılmıştır.
Dördüncü bir yöntem, çok çocuklu ailelerin ödüllendirilmesidir. Madalya verilmesi örneği böyledir. 1930 tarihinde çıkarılan Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nda “doğumları artıracak, kolaylaştıracak ve çocuk ölümlerini azaltacak önlemler almak, annelerin doğumdan önce ve sonra bakımlarını yapmak” gibi hükümler yanında, 6 ve daha fazla çocuğu olan annelere para veya madalya ödülü öngörülmektedir. Ayrıca 1931 tarihli düzenlemeyle de hazineye ait arazilerin dağıtımında ailelerin nüfusu göz önünde bulundurulmuştur.
Beşinci olarak, belediyelerin de nüfus artış politikasına dahil edildikleri görülmektedir. 1930 tarihli Belediye Kanunu’yla belediyelere nüfus artışı politikasına yardımcı olmaları noktasında kamu sağlığı önlemleri alma, ücretsiz doğum destekleri sunma, yoksullara ücretsiz ilaç dağıtma zorunluluğu getirilmiştir.
Son olarak, yurt dışından gelen göçmenler de nüfus artırıcı politikalar içindedir. Göçmenlerin ülkenin değişik yerlerine yerleştirilmesi, onlara çocuk sayısına göre değişen miktarlarda arazi verilmesi ve ilgi alanlarına göre çok düşük faizli ve uzun vadeli krediler sunulması söz konusudur.
Tüm bu teşviklerin neticesinde, İkinci Dünya Savaşı yıllarında kısmen istenen neticeler olmasa da nüfus artış hızı sürekli ve yüksek oranlarda gerçekleşmiş; artış hızı 1960’ların başında binde 28,5 ile Cumhuriyet tarihinin zirvesini görmüştür.
1960’ların başı itibarıyla Türkiye’de nüfus politikalarında, Batılı ülkelerin ve kurumların da etkisiyle ekonomik, sosyal ve tıbbi gerekçelere dayalı olarak değişim belirtileri söz konusu olmaya başlamıştır.
1960’larda dünyadaki eğilimler, Türkiye’yi de etkilemiştir; bunun sonucunda nüfus artış hızını yavaşlatıcı politikalar gündeme gelmiştir. Örneğin, 30 Eylül 1960’ta kurulan Devlet Planlama Teşkilatı da doğum ve nüfus konusunu yakından takibe başlamıştır. Konu, uluslararası kurumlar ve dış ülke temsilcileri tarafından da ısrarla gündeme getirilmiştir. Birleşmiş Milletler Temsilcisi, Amerika Nüfus Konseyi, Fransa Sağlık Bakanı gibi uluslararası misyona sahip kurumların ve ülkelerin temsilcileri, bizzat Türkiye’de nüfusu yavaşlatıcı önlemlerin devreye sokulması gerektiğine dair önerilerini sıralamışlardır. Hatta bazıları, nüfus meselesinin Türkiye için dönemin Kıbrıs meselesinden daha önemli olduğunu iddia etmiştir.
Mesele, Türkiye’nin içinde de yoğun gündem olmuştur. Dönemin etkili birimleri Ankara Doğumevi, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı gibi ilgili kurumlar, nüfus artışını yavaşlatıcı politika önerilerinin gerekçeleri için adeta çırpınma derecesinde gayret sarf etmişlerdir. Meselenin dini dayanakları da Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından alınan “kadının rızası alınmak kaydıyla doğum kontrolünün yapılabileceği” fetvası ile desteklenmiştir.
Nihayetinde konu, 17 Aralık 1964’te Nüfus Planlaması Hakkında Kanun Tasarısı olarak Meclis’in gündemine girmiştir. Tasarı hem Millet Meclisi’nde hem de Senato’da bazı eleştirilere rağmen oylanarak kabul edilmiştir. Neticede, 557 sayılı ve toplam 11 maddeden oluşan Nüfus Planlaması Hakkında Kanun, 10 Nisan 1965 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Böylece “aile planlaması” yolu ile nüfus artışını ve dolayısıyla doğurganlığı azaltıcı politikalar çerçevesinde evlenme yaşının erkeklerde 18, kadınlarda ise 17’ye yükseltilmesi yanında birçok uygulama devreye sokulmuştur. Doğum kontrolünün (gebeliği önleme yöntemlerinin ve desteklerinin) yaygınlık kazanması dışında, daha sonraki dönemlerde de 10 haftaya kadar kürtaj yapılmasına izin verilmiştir.
Türkiye’nin Nüfus Artış Hızında Ciddi Gerilemeler
Sonuçta, tüm kamu kurumlarının etkinliği ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu, UNICEF, Dünya Sağlık Örgütü, Japon Uluslararası İşbirliği Kuruluşu, UNESCO, Uluslararası Gönüllü Cerrahi Sterilizasyon Kuruluşu, Johns Hopkins Üniversitesi, Alman Teknik İşbirliği ve İtalya Teknik İşbirliği Kuruluşları ile yapılan iş birliklerinin de etkisi ile Türkiye’de 1965 sonrasında nüfus artış hızı yavaşlatılmıştır.
1960’ta binde 28,5 ile en yüksek nüfus artış hızı, o tarihten sonra uygulanan nüfus artışını yavaşlatıcı politikaların da etkisiyle sürekli düşmüş; 1990’da binde 21,7, 2000’de binde 18,3, 2010’da binde 15,9, 2020’de binde 5,5 ve nihayetinde 2023’te binde 1,1 gibi çok düşündürücü seviyelere gerilemiştir.
Öte yandan, bu dramatik tablonun oluşmasında, 1965’ten beri uygulanan nüfus artışını azaltıcı politikaların etkisi olmakla birlikte, paralel bir şekilde kentleşme, sanayileşme, eğitim ve refahın artmasının yanında, kadınların sosyal ve ekonomik hayatta var olmayı öncelemelerinin de yansımaları olduğu not edilmelidir.
Böylece örneğin ilk evlenme yaşları yükselmiştir. İlk evlenme yaşı hem erkeklerde hem de kadınlarda sürekli bir artış eğilimindedir. İlk evlenme yaşı erkeklerde 1985’te 25,5, 2001’de 26,0 ve 2022’de 28,2 olmuştur; kadınlarda 1975’te 20,8, 2021’de 22,7 ve 2022’de 25,6’e ulaşmıştır. İlk evlilik yaşının yükselmesi, beraberinde çocuk sahibi olma sayısının da düşmesine yardımcı olmaktadır. Bu nedenle doğurganlık hızında da sürekli bir azalma söz konusudur. Bir kadının doğurgan olduğu dönem olan 15-49 yaş grubunda doğurabileceği ortalama çocuk sayısını ifade eden toplam doğurganlık hızı Türkiye’de 2001’de 2,38 iken 2022’de 1,62’e kadar düşmüştür. Bu durum, doğurganlığın nüfusun yenilenme düzeyi olan 2,10’un altında kaldığı anlamına gelmektedir. Nüfus bilimine göre bu durum “hayati olaylar” kapsamındadır.
Bu tablonun yanına, TÜİK’in 2019’da yapmış olduğu nüfus projeksiyonları da eklenince meselenin ciddiyeti daha net anlaşılabilmektedir. Projeksiyona göre, ancak 2060’ta binde 1,4 olacağı varsayılan nüfus artış hızı 2023’te zaten 1,1 olarak 37 yıl öncesinden gerçekleşmiş durumdadır. Hal böyle olunca, 2070 ile öngörülen eksi nüfus artış hızının, Türkiye’deki nüfus gelişiminin bu haliyle devam etmesi durumunda, çok daha önceki yıllarda gerçekleşmesi büyük ihtimal dahilindedir.
Nüfus Politikasında Karar Ne Olacak?
Bu nedenlerle, 1965’te devreye sokulan nüfus artış hızını azaltıcı politikalarda değişiklik yapılmak durumundadır. Ancak bu değişikliğin böyle bir “hayati olay” sonrasında hangi şekillerde olacağı önemli bir meseledir.
Esasında belli bir tercih yapılmış durumdadır. İlk olarak 2008’de bir yandan 5. Aile Şurası’nda dile getirilen “üç çocuk” söylemi vardır, bir yandan da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından o dönemde başbakanlığı sırasında hemen her platformda altı çizilerek ortaya konan açıklamalar söz konusudur. Erdoğan açıkça “İş işten geçmeden her ailede en az 3 çocuk olmalı” vurgusunu yapmakta ve gerekçe olarak “Lafla ‘nüfusumuz gençtir’ demenin bir anlamı yok. Şu anki hesaplarla, bizim artış oranımız şu anki artış hızıyla giderse, 2037’de yaşlanan bir nüfus dönemine giriyoruz. Ondan sonra bunun bedeli çok ağır olacaktır ülkemize” şeklinde ifade etmektedir. Ancak Erdoğan’ın halihazırda da zaman zaman dillendirdiği bu söylemi “kişisel tavsiyemi yapıyorum” şeklindeki kendi ifadesinden anlaşıldığı üzere devlet politikasına bürünmüş değildir.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in de “büyümek, gelişmek ve Rus kimliğini korumak için en az üç çocuk yapmalıyız” şeklindeki açıklamaları da bu konuda önemli bir örnektir. Bir ülkenin nüfusunu yenileyebilmesi için toplam doğurganlık hızının en az 2,1 olması gerçeğinden dolayı tercih edilmesi gereken politika, her ailenin 3 çocuk sahibi olmasıdır.
Eğer bu politika tercih edilmeyecekse, geriye kalan “nüfus hareketliliği” kapsamında dışardan göçmen ithal etmektir. Mevcut nüfus artış hızı ve projeksiyonlarına göre, ekonomik işleyişteki gerekli iş gücü eğer ülke içinden sağlanamayacaksa, zamanında Batı Avrupa ülkelerinin yaptığı ve yer yer hâlâ devam ettirdikleri gibi göçmen (işçi) ithal edilmek zorunluluğu görülmektedir.
Hal böyle olunca; Türkiye bir seçim yapmak durumundadır. Ya en az 3 çocuk sahibi olmaya dönük teşvik edici politikaları devreye sokmak zorundadır ya da göçmenler ile ihtiyaç duyulan nüfusu tedarik etmek mecburiyetinde kalacaktır. 1965’ten önce bu iki yöntem uygulanmıştı, ancak çocuk sayısını artırıcı politikalar ağırlıklı, göçmenlerin ülkeye kabulü düşük idi çünkü bir yandan çok çocuk sahibi olmanın gerekli olduğuna dair bireysel, psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve idari-siyasi kabulleniş vardı, gelen göçmenlerin çoğunluğu da soydaşlık bağı ileydi.
Şimdi çocuk sayısını artırmaya yönelik politikalar idari-siyasi anlamda mümkün kılınıp büyük teşvikler olsa bile, bireysel, psikolojik, sosyolojik ve ekonomik “algılar” ve “beklentiler” değiştiği için çocuk sayısını artırarak nüfusun azalmasını engellemek veya nüfus artış hızını istenen seviyede tutmak pek kolay olmayacaktır. Bu nedenle nüfus hızını artırıcı çok yönlü adımların atılması gerekecektir.