Rus işgali sonrası Ukrayna, eli silah tutan 18-60 yaş arası erkeklerin ülkeden çıkışını yasakladı. İşgalin savaşa dönüşmesi nedeniyle ülkeyi terk eden ekseriyetle kadınlar, çocuklar ve vatandaş olmayanlar; Polonya, Moldova, Slovakya ve Macaristan gibi yakın ülkelere sığındılar. Ukrayna devlet başkanı Volodimir Zelenski Avrupa liderlerine, “yeni özel bir prosedür”le ülkesinin AB’ye alınması çağrısını yaptı. Ukrayna’nın ve halkının bunu hak ettiğini söyleyen Zelenski, AB üyeliğindeki uzun süreçten muaf tutulmalarını ve bu hususta kendilerine bir ayrıcalık tanınmasını talep etti. AB liderleri Versay’da yaptıkları toplantıda Ukrayna’ya üyelik için ayrıcalık tanımayacaklarını ancak hatırı sayılır (500 milyon avro) bir askeri yardım yapacakları taahhüdünde bulundular. Ayrıca Birlik, 3 Mart’ta Konsey Uygulama Kararı (2022/382) ile sayıları 2 milyonu geçen Ukraynalı için 90 güne kadar AB içinde serbest dolaşım, mültecilik başvurusu yapana kadar çalışma, eğitim ve barınma hakkı tanıyan Geçici Koruma Yönergesini (2001/55/ECAB) faal hale getirdi. Öte yandan AB’den yakın zamanda ayrılan İngiltere dahil pek çok Avrupa devleti, vatandaşlarının Ukraynalı aileleri evlerinde misafir etmelerini destekleyeceklerini ilan etti. Avrupa devletlerinin bu hızlı ve yerinde tepkisi takdire şayan bir durumken, bazı Batılı siyasetçiler ve medya ajanslarının muhabirleri ise Rusya tarafından bombalanan Ukrayna şehirlerini ve yerlerinden edilen Ukraynalı mültecileri, “diğerleri” ile mukayese ederek, büyük bir hezeyana imza attılar.
Elbette Batılı ülkelerin tamamının meseleye aynı pencereden baktığını iddia etmek safdillik olur. Ancak ırkçılığın usta örneklerini taşıyan bazı demeçlerde ve haberlerde, Ukrayna şehirlerinin “Irak ve Afganistan’daki şehirler gibi” olmadıkları, iltica edenlerin “Batılılar gibi, Hristiyan ve mavi gözlü” oldukları vurgulandı. Bir anlamda Batılı siyasetçilerin ve medya organlarının nüfuzlu bir kısmı, Ukraynalı mültecileri “gerçek mülteciler” olarak gördüklerini ilan ederken, yakın zamanlarda Avrupa’ya sığınmak üzere yollara düşen Suriyelilerin, Iraklıların, Afganların ve tüm doğuluların “ekonomik, yani sahte mülteciler” olduklarını ya da en azından kendilerinin bu ikinci gruba öyle baktıklarını hatırlattı. Doğu’da olduğu gibi Batı’da da pek çok vicdan sahibi akademisyen ve medya mensubu, bu çifte standartlı tutumu eleştirdi. Pekala Batı’nın, hassaten Avrupa’nın Ukrayna ile ilgili çifte standardını nasıl açıklayabiliriz?
Mülteci Olabilme Kriterleri
İlk olarak ve elbette, ırkçılık önemli bir saik. Bu kendisini medya temsillerinde açıkça belli ediyor. BBC’nin bir muhabiri “Mavi gözlü sarışın Avrupalıların öldürüldüklerini görüyorum” derken, NBC muhabiri “bunlar Suriye’den gelen mülteciler değil… bunlar Hristiyan, beyaz ve [bize] çok benzerler” diyerek müteessir oluyor. Bu aksülameller, tüm çıplaklığıyla söyleyenlerin ırkçılığını haykırıyor. Ortaya çıkışı itibariyle Yahudilikteki seçilmişliğe ve Hristiyanlıktaki varlık zincirine bağlı bu üstünlük anlayışı zaman içerisinde Batı medeniyetine ve kültürüne özgü olmakla kalmayıp Fransız devrimi ile birlikte tüm dünyaya teşmil edildi. Vestfalyan sistemi ile kendi içindeki savaşı sonlandıran ancak ikinci dünya harbinde tekrar hortlayan bu canavar, Batı merkezli dünyanın aşil tendonunu koparacak yönüdür. Irkçılığı ve ırka dayalı üstünlüğü ayaklar altına alan İslam dini ve peygamberi Hz. Muhammed (a.s.)’dır.
İkincisi, çifte standardı ortaya çıkaran ve Batı medyasının Ukraynalı temsillerinde dikkati çeken diğer önemli bir unsur, Ukraynalıların göç ettikleri Avrupa ülkelerine olan siyasi ve ekonomik uygunlukları. Bu bakış açısı hem Rus tehdidine direnen Ukraynalıların ülkece hızlı bir şekilde AB’ye alınmasını kolaylaştırıyor hem de münferit olarak Ukraynalıların “nitelikli iç güç” olarak yapacakları katkıyı vurguluyor. Bu durumda Ukraynalıların Avrupa ülkelerine kabul edilmeleri oldukça rasyonel bir karar haline geliyor. Sayıları şu anda 2 milyonu geçen Ukraynalı mültecilerin ilk vardıkları Avrupa ülkesinde 90 günlük ikamet ve çalışma hakkına sahip olmaları, oldukça makul bir hale geliyor. Avrupa hükümetleri, hatta AB ile yollarını ayıran İngiltere, vatandaşlarının evlerini Ukraynalı mültecilere açmasını tavsiye ediyor ve evlerini Ukraynalı mültecilerle paylaşanlara ekonomik destek veriyor. Rusya, Batı içtimai psikolojisindeki geleneksel yerine geri dönerken, kültürlü düşman, onun mağdur ettikleri de kültürlü göçmen olarak temsil ediliyor.
Üçüncü olarak, Ukraynalı mültecilere uygulanan çifte standart bir kez daha uluslararası iltica sistemindeki arızaları, Batı yanlılığını gündeme getiriyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan uluslararası iltica hukukunda ve kurumlarında, bunları fonlayan Batılı ülkelerin daha fazla temsil edildiklerini biliyoruz. Bu nedenle kimin mülteci olup olamayacağına da bu ülkeler karar veriyor. Batılı devletlerin uluslararası hukuktaki hegemonyası, özellikle 1980’lerde ve 1990’larda, göçmenlerin ekonomik olanlar ve gerçek mülteciler, sadece beyaz anti komünistler olarak ikiye ayrılmasına neden olmuştu. Daha öncesinde ise 1960’larda Amerika’da Kübalı mülteciler, benzer bir saikle normalleştirilmişti. Uluslararası hukuk bu politik bağlamlarda ve Batı’nın çıkarlarıyla yeniden şekillendiği için mültecileri koruyan bir sistem olmaktan çok Batılı ülkelerin insan hareketliliğini kontrol etmelerini sağlayan bir araç haline dönüştü. Böylelikle gelişmemiş ülkelerden, ekseriyetle Güney’den ve Doğu’dan gelenler “kaçak” ve “düzensiz” göçün nesneleri oluyor. Afrika’dan Libya’ya ve oradan Avrupa’ya geçmeye çalışan siyah tenliler, kendilerine gösterilen bazı sol grupların ve şahısların merhametlerinin ötesinde bir insanlık bulamıyorlar. Afganistan’dan, Pakistan’dan, İran’dan, Irak’tan ve Suriye’den Avrupa’ya ulaşmak üzere yola çıkanların ancak güzergahlarını kaydıran ve onları kaçakçıların insafına teslim eden bir işlevi var uluslararası hukukun. AB’nin sınır politikalarının somut hali olan Frontex, sınırlarda kıyafetleri gasp edilip donarak ölüme terkedilen mültecilerin sebebidir.
Son olarak, Ukraynalı mültecilere uygulanan çifte standart bizlere Batı’nın ve temsilcisi olduğu liberal insancıllığın normatif gücünün marazlarına işaret ediyor. Kant’ın temellerini attığı kozmopolitan hakların (dünya vatandaşlığı hakları, Almanca: Weltbürgerrecht) Batılı insanlarla sınırlı olduğu, en azından Batı tarafından böyle algılandığı, acı bir gerçek olarak bir kez daha karşımızda beliriyor. Bunu itiraf eden Batılı entelektüellerin sesi kısılıyor. Acı gerçeği dillendiren eleştirel sol düşünürler müstehzi biçimde suçlanırken, liberal düşünürler problemi nihai olarak Batılı, liberal değerlerden uzaklaşmakla bir tutuyor.
Cüretkar Rusya Artık Durdurulabilir mi?
“Hegemonya’dan Çıkış” başlıklı kitaplarında Amerikalı siyaset bilim profesörleri Alexander Cooley ve Daniel H. Nexon, Amerikan merkezli uluslararası sistemin bariz bir şekilde dönüştüğünü, Amerikalı politikacıların yüzüne çarpıyor. Dönüşümün temelinde büyük güçlerin kavgasını gören yazarlar, diğer belirleyici unsurları, zayıf devletlerin bu sistemden çıkma eğilimlerine ve liberal olmayan birliklerin tekamül etmesiyle açıklıyorlar. Öte yandan siyasi iktisatçı Danny Quah, global yer çekim merkezinin 2050’lerde tam olarak Hindistan’a ve Çin’e geçeceğini tahmin ederken, 20. yüzyılın zengin ülkelerinin dünya siyasetine Doğu’yu dahil etme zorunluluklarını hatırlatıyor. Batı’dan sonraki dünyaya dair senaryolar yazılıyor. Ulus devletlerin Covid-19 salgını karşısındaki acziyetleri, bilime ve dünya sistemine olan güven ihtiyacını tazelemiş gibi görünse de evine kapanan ve açlıkla korkutulan insanların şirketlere olan bağımlılıkları artmış durumda.
İklim ısınması ve artan kuraklıkla birlikte dünya genelinde insanların daha fazla yer değiştireceği, bilhassa güneyden kuzeye doğru göçlerin artacağı tahmin ediliyor. Yaklaşmakta olan yaklaşırken Batı meselelere bakış açısında ciddi değişiklik yapmıyor, yapmak istemiyor. Aksine Batı her fırsatta üstünlüğünü ikame edecek politikaları makulleştirirken bir süredir görmezden geldikleri o kültürlü düşman tekrar karşılarına çıkıyor. Glastnost ve Perestroika’yı Rus tarihi açısından hata olarak değerlendiren Putin, Batı’ya açıkça meydan okuyor. Oysa Putin Suriye’ye müdahale kararı alarak, paralı askerleri ve savaş jetleri marifetiyle milyonlarca insanın yerlerinden olmasına ve yüz binlercesinin ölmesine, Libya’da Hafter’i destekleyerek siyasi iktidarsızlığın müzminleşmesine ve Libya’nın yaşanılmaz hale getirilmesine sebep olduğunda Batı tarafından sahih bir tepki verilmeli ve durdurulmalıydı. Şimdi Rusya’nın, Batı’nın hemen kenarından Batı’ya bu kadar cüretkar bir şekilde meydan okuması hiç şaşırtıcı değil.
Rusya’nın arkasında gibi görünen Hindistan’ın ve Çin’in de kendilerine yakınlaşan iktisadi yer çekim merkezini normatif bir güce dönüştürememeleri şaşırtıcı değil. Bu kısır döngü Spivak’ın o yakıcı sorusunu akla getiriyor: Madun konuşabilir mi? Belki de Batı üstünlüğünü kafadan kabul etmiş medeniyetler, Fineks’in (anka kuşunun) küllerinden doğacağını düşünüyor, belki de kendilerinin Sisifos’un lanetine çarptırıldıklarına inanıyorlar. Üçüncü ihtimal ise tarihi olarak bize bağlantısızlar hareketini ve onun başarısızlığını hatırlatsa da “Batı’ya rağmen” yaklaşımıyla bu gücün yeniden Asya’dan, Türkiye’nin öncülüğünde Müslüman ülkelerin siyasi ve ekonomik iş birlikleri etrafında teşekkül ettirilmesi ve ardından Afrika’yı ve Güney Amerika’yı da içine alarak genişlemesi gerekiyor. Yol uzun ve meşakkatli ancak imkansız değil!