Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanlığı Genel Kurulu 15 Haziran 2023 doçentlik başvuru şartlarını yeniden belirleyen bir karar aldı. Vahim denebilecek bazı hususların dahil edilmesiyle birlikte özelde doçentlik başvuru şartları, genelde ise akademik atama ve yükseltmelerdeki sorunlar, bir kez daha ülke gündemine taşındı. Gelen tepkiler üzerine YÖK Genel Kurulu 17 Ağustos 2023 tarihinde bir kez daha toplanarak bazı eleştirileri dikkate aldı ve doçentlik başvuru şartlarında düzeltmeler yaptı.
Mevcut doçentlik başvuru sistemi, oldukça kapsamlı bir şekilde tasarlanmıştır. 13 farklı başlık altında toplanan şartların bazılarında belirli sayıda yayın yapmak ön şart olarak talep edilmektedir. Örneğin, Sosyal, Beşeri ve İdari Bilimler Temel Alanı’ndaki doçentlik başvurularında, bu 13 başlığın 7’sinde mutlaka yayın yapmış olma şartı aranmaktadır. Dolayısıyla, adayın, yayın yapmanın yanında atıf almak, ders vermek ve akademik toplantılara katılmak gibi başlıklarda da aktif olmasını beklemektedir. Ancak, bütün bu geliştirmelere rağmen hâlâ doçentlik başvuru sisteminde önemli sorunların olduğu da aşikardır.
Doçentlik başvuru şartları neden bu kadar kısa aralıklarla değiştirilmektedir? Neden bir türlü gerçek manada bir kurumsallaşma sağlanamıyor? Değişiklikler ne yönde gerçekleşmektedir? Hem geçmişte doçentlik sürecinden geçen bir akademisyen hem de bir süre Üniversitelerarası Kurul’da (ÜAK) Genel Sekreterlik yapmış bir idareci olarak akademik atama ve yükseltmelerde kullanılan yayınlarda yaşanan bazı sorunları tahlil etmeye çalışacağım.
Mülakatın Kaldırılması
İlk olarak, doçentlik başvuru şartları giderek nicelleştirildi. Eskiden nitel boyutu çok daha ön plandaydı, ancak özellikle mülakatın kaldırılmasından sonra “doçent olmak” büyük ölçüde belirli bir puanın alınmasına bağlandı. Belirli indekslerin ön şart olarak öne sürülmesi bir nebze kaliteyi getirse de belirli indekslerde yayın yapmanın tek başına yeterli olmadığı da unutulmamalıdır. Mesela, indekslerin de daha çok şekilsel davrandıkları akıldan çıkarılmamalıdır. Yani belirli şekilsel usullerin yerine getirilmesi, derginin akademik kalitesini yansıtmayabiliyor, ancak indeksler için yeterli olabiliyor. Diğer taraftan, gerekli puanı aldıktan sonra eser incelemesinden geç(e)meyen bazı doçent adayları, konuyu mahkemeye götürerek, doçent ünvanı almaya çalışmaktadırlar.
Nicelleştirmeden kurtulmanın en önemli yollarından biri mülakat sistemidir. Doçentlik başvuru sisteminde mülakatın kaldırılması, menfi bir kırılmaya tekabül etmektedir. Mülakat daha çok doçent adaylarının “dosyalarında bulunan yayınlara” ve “bilim alanındaki gelişmelere” vâkıf olup olmadığının bir ölçümünü sağlıyordu. Mülakatın kaldırılmasından sonra adayların dosyalarında bulunan yayınlardaki katkısı bile ölçülememektedir. Örneğin, mülakat olmadan, dosyasındaki yayınların kendisi tarafından yapılıp yapılmadığı test edilememektedir.
Geçmiş dönemde mülakat aşamasında, adaylar farklı sorunlar yaşıyordu, ancak son dönemde bu sorunların giderilmesi için bazı tedbirler alınmıştı. Mesela, mülakatlarda aday isterse mülakat ortamına bir kamera düzeneği kurdurabilirdi. Böylece, kendisine yöneltilen alan sorularında veya kendisine yönelik genel muamelede bir sorun olup olmadığı, başka bir merci tarafından kontrol edilebiliyordu. Doçentlik başvuru sistemlerinde ciddi bir rol oynayan mülakatın kaldırılmasıyla önemli bir eksiklik ortaya çıktı. Mülakat, sadece doçent adayları için değil, alandaki kıdemli profesörler için de önemli bir akademik platformdu. Kendi bilim alanlarında temayüz etmiş akademisyenlerin huzurunda yapılan akademik tartışmalar, ayrıca eğitici ve geliştirici oluyordu.
İkinci olarak, doçentlik başvuru şartlarının değişmesi, yükseköğretim sistemimizde yaşanan bazı temel sorunların, özellikle kurumsallaşma eksikliğinin bir tezahürüdür. Başvuru şartlarının değişim yönüne bakıldığında ÜAK’ın ve YÖK’ün, kendilerince haklı olarak, akademik camiaya yönelik ciddi bir güvensizlik içerisinde olduğu görülür. Akademisyenler şartları kötüye kullandıkça, ÜAK ve YÖK de bu istismarları engellemek için, bazıları tuhaf kaçan ve hatta sorunlu olan yeni şartlar getirmek zorunda kaldı.
Uygulamalar göstermektedir ki, bazı akademisyenlerin başvuru şartlarını istismar etmesi üzerine, ÜAK ve YÖK genellikle bir zorlaştırma yoluna gitmektedir. Güvensizlik dolayısıyla alınan tedbirler, şartların sıkılaştırılmasını beraberinde getirmektedir. Mesela, daha önceleri “yayına kabul edilmiş olma” yazısı başvurularda kabul edilirdi, ancak yapılan bir değişiklikle “yayınlanmış olma” şartı getirildi. Çünkü, bazı akademisyenlerin, dergi veya editörlerinden, daha çok tanıdıklarından, ilgili yazıyı alıp doçentlik başvuru sisteminde kullandıktan sonra beklenen yayının hiç yapılmadığı görüldü.
Haziran’da yapılan değişiklikle ulusal makalelerin, bazılarının tek yazarlı ve farklı dergilerde yayınlanmış olma şartı getirilmesi de aynı amaca matuftur. Yapılan değişiklikle, alanlara göre değişiklik olsa da genel olarak adayların farklı dergilerde ve tek yazarlı belirli sayıda makale yayınlama şartı getirildi. Pek çok üniversitemiz bünyesinde çıkarılan akademik dergilerin bazılarının bırakın yurt dışına açılmasını, gerçek manada üniversite dışına bile çıkamadığı görülmektedir. Bundan dolayı, tüm yayınların tek bir akademik platformda yapılmış olması sorgulanır hale gelmiştir.
Üçüncü olarak, Ağustos’ta yapılan olumlu değişikliklere rağmen, derleme kitaplarla ilgili önemli sorunlar görülmektedir. Bir kere, BKCI kapsamındaki kitapların dışındaki derleme kitapların editörlerinin YÖKSİS’e kayıtlı olması gerekmektedir. Bu durumda, yabancı akademisyenlerin emek vererek derlediği kitaplarda yayın yapmanın, pek bir anlamı kalmamış oluyor.
Ayrıca, yeni durumda “yayınlanan kitabın tüm bölümleri, başvurulan doçentlik alanı ile ilgili olmak zorundadır” denilmektedir. Ancak, burada da ciddi bir sıkıntı var. Diyelim ki “Balkan bölgesi” hakkında bir derleme kitap yazıldı. Bu durumda, mesela “Uluslararası İlişkiler” alanında doçentlik başvurusunda bulunan bir aday için bu kitaptaki bütün makaleler “Uluslararası İlişkiler” alanı ile ilgili olmak zorundadır. Ancak takdir edilir ki bir ülke veya bir bölgeyi inceleyen “bölge/alan çalışmaları hakkında yazılan bu tür kitaplarda bölgenin farklı yönlerinin incelenmesi beklenir. Önümüzdeki dönemde bu konuda gösterilecek gerekli veya gereksiz hassasiyet dolayısıyla, doçent adaylarının hak kaybına uğraması kuvvetle muhtemeldir.
Dördüncü olarak, akademisyenlerin yaşadığı pek çok sorunun kaynağında, aslında ülkemizde akademisyenlerin özlük haklarının yeterince korunmaması bulunmamaktadır. Akademisyenlerin önemli bir kısmı rahat geçinebilmek amacıyla en kısa sürede daha üst bir ünvan almak peşinde koşmaya mahkum edilmektedir. Geçim sıkıntısı çekmek hem akademisyenlerde ciddi bir motivasyon eksikliğine hem de akademik çalışmalara kaynak ayıramamasına neden olmaktadır.
Özlük haklarının iyileştirilmesi konusu, maalesef ülkemizde akademisyenlerimizin en önemli motivasyon kaynaklarının başında gelmektedir. Yayınlarla ilgili yaşanan pek çok sorunun, yakın zamanda getirilen akademik teşvik yasası sonrasında ortaya çıkması bunu göstermektedir. Akademisyenler, şekil şartları peşinde koşarken doğal olarak nitelikten uzaklaşmak durumunda kalmaktadırlar. Bugün itibarıyla, gerekli şekil şartlarını, ki sağlamak çok kolaydır, yerine getiren yayınevleri, “uluslararası yayınevi veya uluslararası kitap” olarak kabul görmektedirler. Bu kategoriye girmek daha anlamlı hale getirildiğinden, yayınevleri de akademisyenlerin ilgisini çekmek için usulleri yerine getirerek bu kategoriye girme çabası içinde oluyorlar.
Beşinci olarak, yükseköğretim kurumlarının zaman zaman doçentlik başvuru şartlarını beklenmedik şekilde değiştirmeleri de önemli sorunlara yol açmaktadır. Mesela, doçentlik başvuru sisteminde kabul edilen yabancı dil puanı zamanla aşağı çekildi. Ancak, bu değişiklik (ulusal kurumların yaptığı yabancı dil sınavından 65 yerine, 55 puan almak) akademik bir gerekçeye dayandırılamadı. Pek çok üniversitenin, lisansüstü programların girişinde bile kabul etmediği bir puanla doçentlik başvurusu yapılabilmesi, Türk yükseköğretimi için tam anlamıyla bir talihsizliktir. Yabancı dil sınavlarının kolaylaştırılması da ilave edilince pek çok örnekte yabancı dillerden birisinde literatür takibi yapamayan akademisyenlerin doçentlik ünvanı aldığı görülmektedir.
Sonuç olarak, akademisyenlerin ve akademik kurumların karşılaştığı sorunların temelinde pek çok iş ve işlemin “usulen” yerine getirilmesi bulunuyor. Bir konunun “usule uygun olması” bir ön şarttır, yeter şart değildir. Mesela, bir doçent adayının başvuru şartlarını sağlaması, doçent olması için yeterli olmayabilir. Bunun yeterliliği, jüri üyeleri tarafından takdir edilmektedir, edilmelidir. Ancak, uygulamada şartları sağlayan her adayın doçent olma beklentisi bir “hak” olarak algılanmaktadır. Son dönemde artan nicelleştirmeler de daha çok usule uymaya ve/veya teknikleştirmeye hizmet etmektedir. Akademik ünvan almanın, “teknik” bir konuya indirgenmiş olması, ülkemizin yükseköğretiminin geleceğini sorgular hale getirmektedir.
Bazı Tavsiyeler
Yukarıda açıklanan sorunların üstesinde gelebilmek için öncelikle atılması gereken bazı önemli adımlar şunlardır:
- Akademide niteliğin ön plana alınması gerekir. Sadece indekse bakmak, yayınevine bakmak yeterli değildir, doçent adayının bütün yayınlarının, bir bütün olarak uzmanlar tarafından incelendikten sonra adayla ilgili bir takdirde bulunmalıdır.
- Akademisyenlerin özlük haklarının iyileştirilmesi gerekmektedir. Akademisyenler uzun süredir ek ders ve/veya akademik teşvik peşinde koşmaya mahkum ediliyor. Ayrıca, bundan dolayı da suçlanıyorlar. Akademisyenler ünvan almayı geçim sıkıntısına bir çare olarak değil, akademiye yaptığı katkıların bir sonucu olarak görmelidir.
- Üretken ile üretken olmayan akademisyenlerin aynı muameleye tabi tutulması ve aynı özlük haklarına sahip olması sorunludur. Akademik performans, genel olarak pek takdire şayan bir husus olarak görülmemekte ve yeterince/gereğince ödüllendirilmemektedir. Akademisyenlerin performansı sadece “akademik teşvik” uygulamasında dikkate alınmaktadır. Ancak, yapılan değişikliklerle, her geçen yıl akademik performansın daha az dikkate alınması söz konusudur. Akademisyenlerin bu ilave imkanı noktasında bir zorlaştırma operasyonu yapılıyor. İkinci olarak, ülkemizde “kalkınmada öncelikli yöre” (KÖY) statüsünde bulunan akademisyenlerin özlük hakları, İstanbul ve Ankara gibi yaşam şartlarının görece daha ağır olduğu şehirlerde çalışan akademisyenlerin özlük haklarından daha iyi durumdadır. Büyük şehirlerde yaşayan akademisyenlerin şartları da görece iyileştirilmelidir.
- Her şeyden önemlisi, ülkemizdeki akademik camianın karşılaştığı pek çok sorunun çözümü için dönüp kendine bakması lazım. Akademisyenlerin yayın yapma ve ders verme faaliyetlerinde önemli yanlışlar yapması, hem karar mercileri hem de toplum nezdindeki saygınlıklarını azaltmaktadır. Özellikle, yaptıkları akademik yayın ve faaliyetleri, “usulen” olmaktan çıkarmak zorundadırlar. Ülkeye, akademiye ve alanlarına yaptıkları katkıyı öncelemelidirler.