Suriye krizi konusundaki tutumları başlangıçtan itibaren farklı iki ülke olan Türkiye ve İran birbirlerinin çözümün bir parçası olması gerektiği noktasına doğrudan çatışmaya girmeden makul bir sürede geldi. 2015’ten itibaren bu ortak tutum Rusya’nın da içinde bulunduğu Astana süreci zemininde güçlendi ve inisiyatifi doğrudan üç ülke liderinin almasıyla Soçi süreci ile ivme kazandı. Krize çözüm arayışları sürerken İdlib’deki durum ve Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde düzenlediği harekatlar gibi konularda yaşanan fikir ayrılıkları nedeniyle zaman zaman karşılıklı eleştirilere sahne olan süreç yine de sekteye uğramayarak mevcut şeklini aldı. Astana Süreci başladığında Suriye krizinde gerilim had safhadaydı ve gidişat önü alınamayacak bir yöne evirilme riski taşıyordu. O dönem ABD’nin krizin kilit meselelerine ilişkin sonu gelmeyen bir ikircikli tavır sergilemesi ortaya güçlü bir çözüm iradesinin konulmasına ket vuruyordu. Batılı çevreler ise bir anlamda krizin kendilerine zarar vermeden sürmesi adına “şartların olgunlaşmasını” beklemekten yana bir tavır almış görünüyordu. Türkiye, Rusya ve İran arasındaki iş birliği ise bu yaklaşıma karşı bir panzehir gibi ortaya çıktı.
İran Bu Süreçte Hep Aceleci Davrandı
Kuşkusuz 2015 itibarıyla Suriye’deki krizin çok yakın bir gelecekte kalıcı şekilde çözülmesi öngörülmediği gibi bu konuda bir takvim belirlemenin dahi imkansız olduğu biliniyordu. Sürecin tarafları arasında bu anlamda en aceleci olan ise İran’dı. 2015’te başlayan müzakereler üç aşamadan geçecekti: çatışmayı hafifletme, sahayı sadeleştirme ve çözümün yolunu yapma. Birinci aşamadaki hedefler Eylül 2017’de ilan edilen “çatışmasızlık bölgeleri” marifetiyle tutturulmaya çalışılırken ikinci aşama en somut şekilde Eylül 2018’de Tahran’daki üçlü zirvenin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Putin arasında Soçi’de yapılan zirvede İdlib’de ateşkes sağlanarak aşırı ve mutedil muhalif grupların ayrıştırılması planında ortaya çıktı. Putin’in Ocak 2019’da Türkiye ile Suriye arasında 1998’de imzalanmış olan Adana Mutabakatı’na işaret etmesini takiben girilen safha ise üçüncü aşamanın habercisi sayılabilir. Ne var ki tüm bu aşamalar yürürken diğer tarafların sahadaki varlıklarını güçlendirmeye çalıştığını yakinen gözlemleyen Türkiye, sırasıyla 2017, 2018 ve 2019’da Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekatlarını icra etti. Rusya son harekat dahil bu süreçleri dikkat çekici bir ihtiyat ve temenni ile karşılarken İran’ın tavrı yine aceleciydi.
Suriye’ye kriz öncesinde ve sonrasında hemen her sahada yaptığı yatırımlara fazlasıyla güvenen İran başlangıçtan beri olabildiğince hızlı şekilde kazanımlarını teminat altına alma çabasında oldu. Türkiye için ise Suriye’deki son derece girift krizde en kötü kararın kararsızlıktan iyi olacağı merhaleden çoktan geçilmişti ve atılacak yanlış bir adım çok daha vahim sonuçlar intaç edebilirdi. Yine de Türkiye, süreçteki ortaklarından biri olan İran’ı rahatlatacak adımlar atmaktan geri durmadı. Bu bağlamda, Astana Süreci’ndeki kararlıktan taviz verilmedi; ABD’nin ve bazı Körfez ülkelerinin İran’ı orantısız şekilde köşeye sıkıştırmak suretiyle bu ülkenin Suriye konusundaki çözüm iradesini zayıflatmasına müsamaha gösterilmedi. Nihayet Türkiye, İran’daki farklı kesimlerden sıkça yükselen ithamkar ve iş birliği ruhunu zedeleyen açıklamalar karşısında mümkün mertebe sükutu tercih etti. Ancak İran tarafının aceleciliği sürdü ve son olarak Barış Pınarı Harekatı ile beraber İran’dan gelen suçlamalar arttı. İran medyasından ve üst düzey bazı yetkililerden gelen Türkiye aleyhtarı açıklamalar üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan 22 Ekim’deki zirve için Soçi’ye hareket etmeden önce geçmiş yıllarda Türkiye’nin nükleer dosya gibi konularda İran’a verdiği desteği hatırlattı, İran’dan harekata ilişkin gelen açıklamalara sitem etti ve şunları söyledi:
“Sayın Ruhani’den değil, Sayın Ruhani’nin yanındaki mesai arkadaşlarından ziyade, bazı çatlak sesler çıkıyor. Tabii bunları başta Sayın Ruhani olmak üzere susturmaları gerekirdi. Bu, başta şahsım olmak üzere tüm mesai arkadaşlarımı da ciddi manada rahatsız etmektedir.”
Peki İran neden aceleci? Diğer bir ifadeyle, İran’ın mevcut tutumu bize bu ülkenin Suriye vizyonu ve bu meyanda Türkiye’ye bakışına dair neler söylüyor? İran-Suriye ittifakı Suriye’deki Baas rejiminin Irak’ta Baasçılar ile yaşadığı rekabet ve husumete dayanan bir tarihi zeminde şekillendi. Ülkelerini “Araplığın kalbi” olarak gören Suriyeli siyasi elitlerin 1980-1988 İran-Irak Savaşı’nda İran’ı desteklemesi ise bu ittifakta en kritik dönüm noktasıydı. Yine de bazı Suriyeli elitler hep İran’la olan yakınlaşmaya kuşkuyla yaklaştı.
“Son Kale” Sendromu
Suriye’de 2011’de başlayan iç savaş ise rejim çevrelerinde bu kuşkuları dillendirmeyi imkansızlaştıran ve ittifakı bir kader birliği düzeyine getiren bir başka dönüm noktası oldu. O günden itibaren İran, Suriye’yi “son kale” olarak gördü ve Suriye’deki Esed yönetiminin düşmesi durumunda sıranın kendisine geleceği savında ısrar etti. Diğer bir ifadeyle, Suriye’de 2011’deki statükonun korunması İran için bir milli güvenlik meselesi halini aldı. Bu doğrultuda İran’ın çoğu zaman açıktan telaffuz edilmese de karşısına aldığı ülkelerden biri de Suriye’de Şam yönetiminin işlediği şenaatlere vurgu yapan Türkiye oldu. Bir süre sonra ise İran’ın Suriye’deki tavizsiz pozisyonunun kendi çıkarlarına hizmet edip etmediği soruları ortaya çıktığı gibi İran’ın bu pozisyonunu korumak için üstlendiği maliyetler iç kamuoyunda da tepki konusu olmaya başladı. DEAŞ terörü ortaya çıkınca İran, uluslararası kamuoyunu bu tür “Vahhabi-Selefi” terör örgütleriyle baş etmenin yolunun Suriye’deki statükoyu güçlendirmekten geçtiğine ikna etmeye çalıştı.
Arap Baharı başladığında Arap sokaklarındaki hareketlerin “İslami bir uyanışın” habercisi olduğunu söyleyen İranlı yetkililer açısından Baas rejiminin ultraseküler yapısı ise bir sorun teşkil etmiyordu ve zaten bu söylemler olaylar Suriye’ye sirayet edince durdu. Çeşitli ülkelerin Suriye krizinde birbirinden kopuk pozisyonlar aldığı yılların ardından Astana Süreci ortak akılla hareket etme gerekliliğine dayalı olarak şekillendi.
Tüm iniş çıkışlara rağmen Astana Süreci krizin çözümü istikametinde ortaya konan en güçlü irade olma vasfını koruyorsa da İran’ın özellikle Barış Pınarı Harekatı vesilesiyle somutlaşan çekincelerinin nedenlerine inmek gerekir. İran’ın Türkiye’nin harekatı konusunda bizatihi harekatın kendisi, gerekli olup olmadığı ve çözüm sürecinin geleceği alt başlıklarıyla özetlenebilecek üç çekincesi bulunuyor. Bunlardan ilkine göre, İran tarafı Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine düzenlediği harekatları Suriye’nin egemenlik haklarının ihlali olarak görüyor ve Şam yönetimiyle doğrudan temasa geçmeden bu tarz girişimlerde bulunmanın meşruiyetini sorguluyor. İkinci olarak İran, Astana Süreci’nin zaten Suriye’nin toprak bütünlüğünün Şam yönetimi kontrolünde sağlanmasına dönük ilerlediği düşüncesini taşıyor ve tek taraflı askeri harekatların çözüm olmadığında ısrar ediyor. Bir anlamda İran, Türkiye’nin pişmiş aşa su kattığını savunuyor. Son madde ise biraz daha karışık.
İran Cumhurbaşkanı Ruhani, Türkiye Zeytin Dalı Harekatı kapsamında Afrin’i terörden arındırdıktan sonra bu bölgenin Şam yönetimine bırakılması gerektiğini belirmişti ki nitekim Türkiye’nin sahadaki her ilerleyişinde İran’dan bu tarz açıklamalar gelmeye devam etti. Zira İran, Türkiye’nin Suriye sahasındaki varlığının kriz sonrası süreçte de devam edebileceğini ve bu durumun Şam yönetiminin tepesinde bir Demokles’in Kılıcı gibi durması halinde Türkiye’nin birlikte hareket ettiği muhalif unsurların elinin siyasi müzakere sürecinde de güçleneceğini biliyor. Zaten Türkiye’nin işler siyasi müzakere aşamasına geçtiğinde dahi bu ılımlı muhalif unsurlara yönelik bir çözüm bulunmadan ve ülkedeki siyasal yaşam dengeli bir şekilde sağlanmadan bu varlığını geri çekmeyeceği aşikar. Aksi yönde bir hareket Türkiye’yi tasfiye etmek için çaba harcadığı risklerle yeniden karşı karşıya bırakabilir. Bu anlamda Türkiye’nin İran tarafını yavaşlatması ve Suriye’deki mevcut statüko ekseninde çözümde direterek diğer grupları dışlamanın çözüm getirmeyeceğine ikna etmesi gerekiyor. Türkiye fiilen düzenlediği harekatlarla bunu yapıyor.
İran’ın Önerisi Yok
Türkiye açısından şimdiye dek sürecin daha ihtiyatla yürütülmesini gerektiren birkaç önemli husus vardı ve bu hususlar hala önemini koruyor. Birincisi gerek İran’ın gerekse de Şam yönetiminin Adana Mutabakatı dillendirilmeye başladıktan sonra dahi Türkiye’nin sınır güvenliğine ve PYD/YPG terörüne önem atfetmemesiydi. Türkiye ise gerek mevcut koşullarda sınırlarının terörden temizlenmesi gerekse de güvenliğinin kalıcı hale getirilmesi için önemli askeri ve diplomatik adımlar attı. Barış Pınarı Harekatı ve 22 Ekim’deki Soçi Mutabakatı bu anlamda en güncel hamleler oldu. İkinci husus, Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı üç buçuk milyon civarındaki Suriyeli sığınmacının akıbeti. İran tarafı şimdiye dek bu sorumluluğu Türkiye’nin omzuna yıkmanın ötesinde bir öneriyle gelmiş değil. Türkiye ise sığınmacıların Güvenli Bölge’de inşa edilecek alanlara iskan edileceğine vurgu yaparak bu konudaki hassasiyetini vurgulamaktadır. Önümüzdeki süreçte İran’dan bu imar ve iskan faaliyetlerinde Türkiye’nin oynayacağı rol konusunda da eleştirel seslerin çıkması kaçınılmaz. Üçüncü konu ise terör unsurları dışındaki muhaliflerin Suriye’deki siyasal sürece katılım meselesidir ki bu muhaliflerin hemen hepsini terörist olarak gören İran’la bu konuda da ihtilaf yaşanacağı ortada. Dolayısıyla, Astana Süreci bütün bu belirsizliklere rağmen ve biraz da bu belirsizlikleri ortadan kaldırmak için yürütülen sağlıklı bir diplomatik kanal olsa da İran’ın aceleciliği dengelenmelidir. Astana sürecinin üç ortağının Suriye konusunda ortak kaygı ve hedefleri olduğu gibi Türkiye’nin Suriye ile paylaştığı uzun ortak sınırdan kaynaklı öncelikleri de var. Çözüm süreci ancak bu gerçeklerin dikkate alınmasıyla sağlıklı şekilde işleyecektir. Aceleci hamleler ise orta ve uzun vadede İran dahil hiçbir tarafın işine yaramayacaktır.