Sanayi Devrimi dünya tarihinde yepyeni bir safhanın açılmasına neden oldu. İçinde bulunduğumuz bu safhanın iki karakteristik özelliği bulunuyor: dönüşüm ve erişim.
İlk olarak, değişimin olmadığı bir dünya tasavvur edilememekle birlikte, dünyada değişimin hızı Sanayi Devrimi’yle birlikte ciddi biçimde arttı ve dünya eskisine kıyasla çok daha hızlı bir şekilde dönüşmeye başladı.
İkinci olarak, Sanayi Devrimi’yle birlikte bilim ve teknolojide yaşanan sıçramalar neticesinde insanların ve insanlar tarafından oluşturulan bütün kuruluşların (devlet, şirket, dernek vs.) etki alanları ve erişim düzeyleri inanılmaz bir şekilde arttı. Bugünkü bilinen anlamlarıyla “devlet” ve “şirket” konseptleri de yaşanan bu dönüşümler sonucunda ortaya çıktı. Yaşanan bu gelişmeler küresel ölçekte hem devletler arası hem de şirketler arası rekabetin muazzam ölçüde artmasını beraberinde getirdi. Devlet ile şirket arasındaki çapraz iş birliği/ rekabet de bu süreçte ciddi biçimde yükselişe geçti. Devletler ve şirketler böylece bir taraftan daha gelişmiş teknolojilere erişmek için yarışırken diğer taraftan da küresel kaynaklara daha çok sahip olma noktasında bir mücadeleye giriştiler. Sonuçta ise çok yıkıcı etkilere sahip olan iki dünya savaşı yaşandı. Bu savaşlar neticesinde dünya tarihinde bu zamana kadar görülen en güçlü devlet ortaya çıktı: ABD.
Küresel hegemon güç konumundaki ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte dünya tarihinde daha önce görülmemiş boyutta diğer devletler/ ülkeler üzerinde bir hakimiyet kurdu. Bu hakimiyet kendisini öncelikle birçok devletin iç işleyişinde ciddi düzeyde bir etkinliğe sahip olmakla gösterdi. ABD, direkt ve dolaylı olarak birçok ülkede askeri darbe yapılmasına önayak oldu. Hatta CIA İran ve Şili örneklerinde olduğu gibi bazı askeri darbelerde dahlinin olduğunu itiraf etti. ABD sahip olduğu küresel hegemonya sayesinde küresel ölçekte ne tarzda bir ekonomik ve finansal sistemin hüküm süreceği noktasında da çok ciddi bir ağırlığa sahip oldu.
Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden Osmanlı devletinin devamı olarak kurulan Türkiye üzerinde başlangıçta İngiltere ve Fransa ciddi bir etkinliğe sahip olmuş, İkinci Dünya Savaşı akabinde ise söz konusu hakimiyet ABD’ye geçmiştir. Türkiye üzerindeki ABD etkinliği kendisini yaşanan askeri darbelerde net biçimde göstermiştir. Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’nda olduğu gibi zaman zaman bağımsız hareket etme noktasında birtakım emareler gösterse de büyük oranda ABD’nin yörüngesinde kalmıştır. Bu durum 2000’lerin başına kadar böyle devam etmiştir. Türkiye ancak özellikle 2009’dan sonra bağımsız bir ülke olarak hareket etme noktasında önemli adımlar atmaya başlamıştır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak ise Türkiye üzerindeki etkinliğini yitirmek istemeyen ABD’nin ve ABD ile çıkar ilişkisine sahip olan birçok kurum, kuruluş ve oluşumun çok yönlü ekonomik, finansal ve terör saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştır. Gezi Parkı Şiddet Eylemleri, 17-25 Aralık yargı darbesi, çeşitli terör örgütlerinin (DEAŞ, FETÖ, PKK, PYD ve DHKP-C) saldırıları, çeşitli ekonomik/zihinsel zorlama ve kontrol oluşumlarının (kredi derecelendirme şirketleri, finansal medya kuruluşları, İMF vd.) Türkiye’ye dönük ekonomik/ finansal saldırıları ve 15 Temmuz askeri darbe girişimi, ABD’nin ve ABD ile çıkar ilişkisine sahip olan çeşitli oluşumların Türkiye üzerindeki etkinliklerini yeniden tesis etmeye çalışma hamleleri olarak okunabilecektir.
Türkiye’nin Bağımsızlaşma ve Sanayileşme Çabaları
Peki Türkiye nasıl oldu da 2000’lerle birlikte bağımsız bir devlet olma yolunda önemli adımlar atmaya başlayabildi? ABD ve sanayileşmiş Batılı ülkeler 1980’lere kadar dünya ekonomisinde oldukça ağırlıklı bir yere sahipken 1990’lardan itibaren dünyada ekonomik eksen hızla Asya’ya kaymaya başladı. Bu minvalde Çin satın alma gücü paritesine göre, dünyanın en büyük ekonomisi olma unvanını 2011’de ABD’den devraldı. Türkiye de 1950’lerde ekonomik büyüklük ve kişi başı milli gelir olarak sanayileşmiş ülkeler ile karşılaştırılamayacak ölçüde küçük ve fakir bir ülke idi. Türkiye daha sonraki süreçte kalkınma yolunda çok sağlam adımlar atamasa da yılda ortalama yüzde 4,8 ekonomik büyüme ile önemli düzeyde mesafe katetti. Özellikle 2000’lerde yaşanan ekonomik ilerlemenin de önemli katkısıyla Türkiye bugün 1950’deki seviyesinin yirmi katı düzeyinde bir ekonomik büyüklüğe ulaştı. 10 bin 500 dolar kişi başı milli gelir ile orta düzey gelire sahip bir ülke haline geldi. Böylece Türkiye bugün İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin ekonomik büyüklük olarak üçte ikisi seviyesine ulaştı. Kişi başı milli gelirimiz ise artık bu ülkelerin yarısı mesabesinde.
Türkiye bugün çok önemli bir yol ayrımında bulunuyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan ve ABD’nin ekseninde olduğu dünya sistemi çatırdarken ve dünyada ekonomik eksen hızla Asya’ya kayarken, Türkiye de bugün ABD ve ABD ile ilişkili oluşumlardan tam anlamıyla “bağımsızlaşmaya” ve eş zamanlı olarak da “büyümeye/ sanayileşmeye” çalışıyor. İlginç olan husus ise her iki hedefin de birbirleriyle ciddi biçimde ilişkili olması. Türkiye bağımsızlaştıkça daha iyi bir ekonomi/sanayi politikası uyguluyor, daha iyi bir ekonomi/sanayi politikası uyguladıkça da güçlenip daha bağımsız hale geliyor.
Sanayileşmek Türkiye için Zorunluluk
Fakat meselenin bir başka boyutu daha var. Stratejik açıdan oldukça önemli bir coğrafyada bulunuyoruz ve dünya sisteminin çatırdadığı bu çalkantılı zamanlarda Türkiye’nin ayakta kalabilmesi güçlü ve sanayileşmiş bir ülke olmasına bağlı. Yani, bizim için güçlenmek ve sanayileşmek bir lüks değil, zorunluluk.
Sanayileşme yolunda önemli adımlar atarak kalkınmak ve güçlü olmak zorunda olan Türkiye’nin “akıllı” iktisat/sanayi politikaları uygulaması elzem. Bunun için de devletin/bürokrasinin “akıllı” bir şekilde yapılandırılması ve “bürokratik etkinliğin” ciddi biçimde arttırılması gerekmektedir. Mevcut devlet ve bürokrasi yapılanması Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap veremeyecek kadar hantal ve “hedefsiz.” Bu açıdan, 24 Haziran seçimleriyle birlikte fiilen geçilecek Cumhurbaşkanlığı eksenli yönetim biçimi Türkiye açısından büyük bir potansiyeli bünyesinde barındırıyor. Belirtmek gerekir ki bu “potansiyel”in gerçekleştirilmesi ancak bahsi geçen “akıllı” adımların atılmasıyla olacak. Bu yüzden, Türkiye’nin yeni siyasi düzenle birlikte “akıllı bir ekonomik sistem inşa etmesi” gerekiyor.
Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde AK Parti Türkiye’nin 2000’lerdeki dönüşümünde ve gelişiminde oldukça önemli bir paya sahip oldu. Ortaya konulan gelişme iradesi ve başarısı nedeniyledir ki Türkiye eskiye kıyasla artık çok daha bağımsız ve güçlü bir ülke. Yine tam da bu nedenle Türkiye son beş yıldır net bir şekilde ABD ve onunla ilişkili oluşumların dört koldan saldırısı altında. Bu çerçevede, 24 Haziran seçimleri Türkiye için oldukça kritik bir yol ayrımı anlamına geliyor. Türkiye’nin 2000’lerde elde ettiği kazanımları kaybetmemesi, sanayileşme/güçlenme yolculuğuna devam edebilmesi ve “akıllı bir sistem” inşa edebilmesi noktasında ise bugün Türkiye’nin en önemli şansı ve kozu yine Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti.