“Düşmanımız etrafta ocak gibiydi, biz ateş idik.”
Bilge Tunyukuk Yazıtları, Güney Cephesi/1
“Ecdadımızın tutmuş olduğu yer, su sahipsiz olmasın diye Aziz milletimi tanzim ve tertip et(tim).”
Kül Tigin Yazıtları, Doğu Cephesi/20
Türkiye, bölgesel güç olarak kabul görmek ve aynı zamanda yükselen bir güç olarak uluslararası sistemde etkinliğini artırabilmek için, kendi “jeopolitik kodlarını”, milli güvenlik ve milli çıkarlarına göre belirlemelidir.
Türkiye; ne Batı ile bağını koparmış, ne Ortadoğu’ya tamamen yönelmiş ne de Rusya eksenine doğru kaymıştır. Türkiye merkezdedir ve kendi jeopolitiğinde çekim gücüdür. Artık geçmişte kendisine biçilen; komünist bloğa karşı sınır karakolu veya Asya ile Avrupa arasındaki köprü devlet ya da günümüzde Avrupa ile Ortadoğu’nun çatışmalı bölgeleri arasındaki yalıtkan-izolatör devlet gibi rolleri oynamayı, reddetmektedir.
Bu bakımdan Türkiye’nin başta sınır komşuları olmak üzere, yakın jeopolitiğindeki diğer devletlerle olan ilişkileri elbette büyük önem taşımaktadır. Jeopolitik güvenliği merkeze alan bu ilişki modellemesiyle, Türkiye’nin hem bölgesel hem de uluslararası sistem düzeyinde kendine biçtiği rolü oynaması ve milli ülküsü adına uygun bir metot oluşturabilir. Esnek rekabet ve akıllı uyum stratejileri çerçevesinde, milli güvenliğin kerteriz alındığı bakış; ABD, AB, NATO ve Rusya ile olan ilişkilerde farklı dinamiklerle ön plana çıkacaktır.
Türkiye’nin Milli Güvenlik Ortamı
Türkiye’nin sahip olduğu üç parçalı bir güvenlik yapısının varlığından söz edebiliriz, bunlardan birincisi; Batı Avrupa ve ABD’yi çeşitli çok uluslu örgütler bütününü ihtiva eder. İkincisi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika devletlerini içeren ve böylelikle Türkiye’nin hem karadan güney sınırlarının güvenliğini hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni içine alan Akdeniz’deki menfaatlerini, son olarak üçüncüsü ise Karadeniz’den başlayarak sınırdaş Kafkasya devletlerini içeren kuzey yönlü bir parçalı yapıyı ifade etmektedir.
Türkiye’ye sınırı olan devletlerin, doğrudan bir güvenlik tehdidi oluşturma potansiyeline sahip olmadıkları düşünülürken, bu devletlerin daha gelişkin orta güçteki devletler ve küresel güçler karşısındaki kırılgan yapıları, demografik durumları ve ontolojik/tarihsel düşmanlık algıları, tam tersine tehdit oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle kırılganlık durumu (Irak, Gürcistan, Ukrayna, Suriye’de olduğu gibi) Türkiye’nin milli güvenliğini doğrudan etkilemektedir. Denklemden ayrı bir şekilde, ters yönlü bir tasavvurda, Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki çatışma hali de Türkiye için bir milli güvenlik meselesidir. Çünkü Türkiye’nin sınır komşularının herhangi bir ikincil devlet ya da küresel güç tarafından işgal edilmesi ve buna bağlı olarak ortaya çıkan çatışmalı durum; başta göçmen krizi olmak üzere, askeri güç araçlarının devreye sokulmasına neden olan hadiseleri de ortaya çıkarmaktadır.
Şimaldeki Rüzgara Dikkat: Rusya
Rusya ile ilişkiler, ona coğrafi olarak yakın olan bütün devletler için bir önemliyken, tarihi 15. YY’a kadar götürülebilecek Türk-Rus ilişkilerinin, daha ciddi muhtevalar taşıdığı için, günümüzdeki mevcut dinamiklerle birlikte değerlendirilmesi mecburidir. Bu gerekliliğin temel çıkış noktası, Türkiye ve Rusya’nın jeopolitik tasavvurlarının çakıştığı, çatıştığı ve bazen de uyum gösterebildiği bir doğrultuda ilerlerken, ikili ilişkilerin sürdürülebilirlik ve belirlen(-e)bilirlik düzeylerini kapsamaktadır.
Günümüzde başta Suriye meselesi olmak üzere; Libya, Karadeniz Havzası ve Kırım meselesini de içine alan, Kafkaslar ile farklı bir boyuta geçen ikili ilişkileri doğru yorumlamak gerekmektedir. Açık bir biçimde ifade etmek gerekir ki; Türkiye-Rusya ilişkileri, ne pembe gözlüklerle bakılan stratejik ortaklık seviyesinde ne de paranoyakça bir algıyla düşmanlık durumundadır.
İki ülke arasındaki ilişkilerin siyah ya da beyaz olmaktan ziyade, gri bir alanda varlık bulduğu ortadadır. Bu gri alan, karşılıklı milli çıkarların belli oranda mutabık olduğu akıllı uyumu ve çatışan/çakışan milli çıkarları bazen de çatışma durumuna getiren esnek bir rekabet alanını tarif etmektedir. Gri alan, pozitif ya da negatif yönlü hızlı değişimler gösterirken, iki ülkenin birlikte bulunduğu bölgelerdeki süreçler, bu değişimlerin yönünü tayin etmektedir. Irak hariç olmak üzere daha önceki başlıkta bahsedilen bütün kırılgan devletlerde yaşanan çatışmalar ve askeri müdahalelerin temel aktörlerinin başında Rusya’nın gelmesi, onu doğal olarak Türkiye’nin milli güvenliği için temel meselelerden biri haline getirmektedir.
Tüm bu açıklamalarla birlikte, ikili ilişkilerin, adının konmasındansa sürdürülebilirliğin esas alınarak düşünülmesi gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin farklı bölgelerde dirsek mesafesinde ve karşı karşıya olduğu Rusya’ya karşı, her farklı alan için farklı stratejiler oluşturması gerekmektedir. Buna binaen genel anlamda ve soyut bir şekilde aşağıda önerilen adımlar izlenebilir.
- İkili ilişkilerin selameti, uluslararası sistemin yapısal dönüşümlerine ve sıkça değişen gündemine bırakılmamalıdır. Soğuk Savaş döneminde, iki kutuplu yapının arasında kalan Türkiye’nin, günümüzde uluslararası sistemin ortaya çıkardığı dinamiklerden çok kendi milli güvenliğini merkeze alan stratejilere yönelmesi ya da en azından bunlar arasında denge kurabilmesi gerekmektedir.
- Türkiye’nin Rusya ile ihtilaflı olduğu alanlardaki politikalarının, ikili ilişkilerin ilerleyişine set koymaksızın ancak ivmenin düşürülebileceği bir kayıpla sürdürülmesi ve böylelikle, ikili ilişkilerin üçüncü bir aktör ya da aktörler kümesince araç haline getirilmesi önlenmelidir. Daha somut bir ifade ile Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini güçlendirmesi ya da Karadeniz ve Doğu Avrupa’daki politikaları, Rusya ile ilişkilerini en alt düzeyde etkilemelidir. Türkiye’nin bu kısımdaki ana amacı, ulusal çıkarlarından olabildiğince alt düzeyde bir kayıpla, karşı tarafın da aynı oranda verebileceği tavizleri denkleştirebilmesidir.
- Türkiye, uluslararası sistemde, Rusya ile ilişkilerini belli bir çerçevede ilerletirken, onu hemen her çatışmalı bölgede doğrudan ancak belli bir seviyede dengeleyen bir güç olarak diğer aktörlerle olan ya da olabilecek “ittifak olunma statüsünü” geliştirmelidir. Böylelikle hem Rusya’ya karşı belli bir derecede caydırıcılık elde edilebilirken, bu durum Türkiye’nin uluslararası imajını destekleyecektir.
- Türkiye ve Rusya’nın, jeopolitik tasavvurda, milli güvenlikleri ve milli çıkarları belli bir derecede birbirine bağımlıdır. Her iki ülkenin de diğerini hesaba katmadan, uluslararası sistem ve bölgesel boyutta bir iddiada bulunabilmesi oldukça zordur. Ancak ikili ilişkilerdeki güç unsurları (doğal kaynaklar, nüfus, ekonomi, askeri teknoloji+(nükleer güç)) karşılaştırıldığında, Rusya’nın göreceli üstünlüğü ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin politikalarında güçlü olduğu alanları ve yumuşak güç unsurlarını geliştirmesi gerekmektedir. Türkiye’nin politikalarında, en güçlü olmasa da bir jiroskop hassasiyetiyle, “en akıllı” olabilme kapasitesi üzerine çalışılmalıdır.
Atlantik ve Batı Hattı
Çin ve Rusya’nın neredeyse bir blok olarak hareket ettiği şeklindeki ABD tezleri, otoriterleşmeye karşı liberalizmi ön plana çıkarırken, müttefiklerle birlikte safları sıklaştıran stratejiler üzerinde durmaktadır. Ancak ABD’nin safları sıklaştırma stratejisi, Soğuk Savaş’ın tam tersi dinamiklerle işlemektedir. Daha açık bir ifadeyle, Soğuk Savaş döneminde ittifak yapılarına katılan müttefikler, ABD’ye güvenlik sağlayıcılığına muhtaç olduğu için Batı bloku hızlı ve tam bir şekilde kenetlenmiştir. Bugün ise devletlerin milli güvenliğine karşı tehditler değişkenlik göstermiş, ortak güvenlik anlayışı daha çok kendine-güvenlik anlayışına doğru dönüşmüştür.
Bu nedenle ABD, uluslararası sistemdeki göreceli üstünlüğünü onarmak ve ilerletmek için, rakip algıladığı güçlere karşı müttefik edinmeye, tarihinde hiç olmadığı kadar muhtaçtır. Hem Çin’in Bir Kuşak Bir Yol (BKBY) projesi, hem de Rusya’nın jeopolitik tahayyülü ile kesişen Türkiye’nin jeopolitiği, tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi bugünde hâlâ ABD ve NATO’nun kendine biçtiği rolü haiz görünmektedir. Suriye’de terör örgütü PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’ye verilen açık destek, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin faaliyetlerini engelleme girişimleri iyi analiz edilmelidir. Türkiye’nin böylesi bir süreçte, ABD ve NATO ile safları sıklaştırması ya da biçilen rollere uygun hareket etmesi durumu oldukça düşündürücüdür.
AB’nin Türkiye’yi yalıtkan devlet olarak görmesi ve bununla ilişkili olarak sığınmacıların Türkiye’de kalması üzerine geliştirdiği yatıştırıcı politikalar, taşıdığı muhtevasıyla başat durumdadır. Çünkü AB’nin Türkiye’ye karşı çeşitli ekonomik yaptırımları ertelemesi ve bunu bir ödülmüş gibi algı oluşturması karşısında, sığınmacı sorununu masada tutması, kabul edilemez bir çarpıklıktır. Suriyeli sığınmacıların Türkiye ekonomisine olan yükü oldukça fazlayken, güney sınırında hâlâ sıcaklığını koruyan çatışma bölgelerinden tekrar göç akınına uğrayabilmesi de söz konusudur. Yine AB ülkelerinde terör örgütü PKK/PYD üyelerinin belli statülerde yaşamlarını sürdürmesi, Türkiye’ye iadelerinin gerçekleşmemesi gibi durumlar da göz önünde bulundurulması gereken bir diğer önemli husustur. Tüm bu nedenlerle, AB Türkiye’nin milli çıkarlarına ve milli güvenliğine tartışmasız olarak saygı göstermelidir.
Elbette AB ile ekonomik ilişkiler, halen önem taşımaktadır. Ancak AB’ye üye olmayıp Gümrük Birliği’ne dahil tek ülke olan Türkiye’nin, bu eskimiş anlaşmadan doğan kazançları da tartışmaya açıktır. Yakın gelecekte Türkiye’nin kendi üretim kapasitesini artırması ve dahası üretim merkezi haline gelmesi, Çin, Hindistan gibi büyük üretici devletlerle olan ticaret hacminin genişlemesi, başta Türkistan olmak üzere, Afrika ve Ortadoğu’nun ekonomik pazarlarındaki etkinliğinin artması, Türkiye’nin elini güçlendirecektir.
Türkiye’nin NATO’ya yönelik göstermesi gereken refleksler ise şu şekilde sıralanabilir;
- Türkiye, NATO’daki ittifak olunma prestijini artırmalıdır. Rusya-Ukrayna Savaşı’ndaki diplomatik mücadelesini net bir şekilde ortaya koyan Türkiye, NATO içerisinde Rusya’ya dair bütün konularda diplomatik misyon yüklenmek konusunda ön plana çıkmaya devam etmelidir. Son dönemde gerçekleşen “Tahıl Koridoru”, bu hususta atılan adımlar arasında önemli yer tutmaktadır.
- NATO genelinde, gelecekte ortaya çıkabilecek bölgesel kanatlara karşın ve karar alma biçimlerinin değişmesi durumunda, devletlerin bölgesel sistemler içerisinde sınırlanması durumu ortaya çıkabilir. Bu bağlamda Türkiye, şimdiden Karadeniz bölgesine yönelik kıyıdaş devletlerle etkili ilişkiler kurmalı ve ortak gündemlerin belirlenmesini sağlamalıdır. Ayrıca NATO’nun Ortadoğu’nun genelindeki faaliyetleri ve özelde Suriye ve Afganistan misyonlarında ve Türkistan’a yönelik girişimlerinde kesinlikle ön plana çıkmalıdır.
- İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılımları ve Türkiye’nin bu konuyla ilgili tutumu oldukça önemlidir. Her iki ülkenin yanı sıra, ABD ve AB’nin terör örgütü PKK ve onun Suriye kolu YPG’nin desteklenmesi, Türkiye’nin milli güvenliğine büyük tehdit oluşturmaktadır. Bu tehdit sarmalında Türkiye, NATO içindeki geçmişten bugüne bütün faaliyetlerini ön plana çıkararak, bu örgütlerin milli güvenliğine tehdit oluşturduğunu net bir şekilde uluslararası kamuoyuyla paylaşmalıdır. Türkiye’nin bu konudaki muhatapları tek başına Finlandiya ve İsveç olmamalı, kurumsal olarak ana muhatap NATO ve AB olarak belirlenmelidir. Mevcut gündemi belirleyen Türkiye olmalıdır. Konu ile ilgili her platformda, şiddet seviyesi en alttan başlamak üzere yükselen açıklamalar yapılmalıdır. Rusya bu süreçte kesinlikle yatıştırılmalı ve sürecin muhatap alınan diğer aktörü olarak sistem içinde tutulmalıdır.