Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminden sonra Türkiye için daha acil öncelikler arasına girmişti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önerisi, AK Parti ve MHP’nin TBMM’deki iş birliği ile toplumun önüne gelen sistem değişikliği tasarısı milli irade tarafından kabul edildi. 16 Nisan’da yapılan referandumda sandıklardan yüzde 51,41 "evet" ve yüzde 48,59 "hayır" oyu çıkması toplumsal kabulün imzası olarak okundu. Böylece milli irade yürütme erkinin belirlenmesi ve denetiminde doğrudan söz sahibi oldu. Türkiye açısından tarihi bir eşiğin geçilmesi olarak tanımlayabileceğimiz referandum sürecinde kamuoyunun gündemine gelen pek çok mesele vardı. Bunlar arasında yer alan "evet" cephesinin başarıya nasıl ulaştığı, "hayır" cephesinin itirazları ve Avrupa Birliği’nin hazımsızlığı gibi konuları Medya Derneği Başkanı ve Takvim gazetesi yazarı Ekrem Kızıltaş ile konuştuk.
Şöyleşi: Yusuf Özkır
Türkiye tarihi bir referandumu geride bıraktı. Referandumdan çıkan yüzde 51,41 “evet” ve yüzde 48,59 “hayır” sonucunu Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısı açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle referandumlara yüzde 50 artı 1’in oyunu almak açısından baktığımızda bu netice güzel bir neticedir. Aslında geride bıraktığımız kampanya döneminde “hayır” cephesi Anayasa değişikliğinin 18 maddesini ve bununla bağlantılı gerçekleri tartışmak yerine çoğu zaman hiç alakası olmayan yalanlar ve iddialar üzerinden bir kampanya yürütmüştü. Belki bir anlamda sosyal mühendislik yapmaya çalıştıkları söylenebilir. Bugünden geriye doğru bakınca bunların bazı yalanları kabul ettirme konusunda başarılı oldukları da görülüyor. Buna rağmen yüzde 51,41 “evet” oyu çıkması başarılı bir sonuçtur.
Daha fazla olsaydı iyi mi olurdu? Neticeye etkisi olmuyor olsa bile mesela yüzde 58-60 gibi bir sonuç çıksaydı belki psikolojik olarak çok daha iyi olabilirdi. Belki uyum yasaları sürecinde “evet” cephesini atalete bile sevk edebilirdi. Öte yandan böyle bir durum “evet” cephesini, insanların çoğuna bu iş tümüyle anlatılamamış bağlamında düşünmeye sevk edebilir. Uyum kanunlarının çıkarılacağı önümüzdeki süreçte yani sistem öncesi hazırlık aşamasında daha gayretli çalışmalarına katkı sağlayabilir. Dolayısıyla hem şimdi uyum kanunları çıkarılırken hem de Türkiye’de bu işin gereği şekilde anlatılmadığı kitleler olduğu düşünülerek 2019’a hazırlık olması babında bu 18 madde ve yapılan değişikliğin tam olarak ne olduğunu daha iyi anlatmak için bu bir fırsat olarak kullanılabilir. Bu açıdan herhalde “Hayır vaki olandadır” sözü bu yüzde 51,41 oranı için de son derece geçerli bir sözdür. Mevcut tablo tahmin ediyorum “evet” cenahını, sistem değişikliğinin Türkiye açısından hakikaten çok önemli olduğunu düşünenleri bundan sonra biraz daha fazla çalışmaya sevk edecektir.
Tabii en güzel tarafı da Türkiye’nin 1876’dan bu yana devam eden sistem arayışı konusunda aslında toplumsal yapımıza, ülkemizin insanının arzu ve isteklerine çok uygun bir noktaya geldiğimizi düşünüyorum. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin teknik olarak bundan sonra Türkiye’nin daha sağlıklı mesafe alması, daha sağlıklı yürümesi Sayın Cumhurbaşkanı’nın sıklıkla söylediği gibi “sıçrayarak yol alması” açısından büyük faydalar getirecektir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Bizden Biri
Kamuoyu araştırma şirketlerine göre referandum sürecinin başında “hayır” oyları öndeydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “evet” lehine aktif kampanya yürütmesinden sonra ibre değişti. Siz Erdoğan’ın sürece etkisini nasıl yorumluyorsunuz?
Açıkçası 16 Nisan günü sandıktan çıkan yüzde 51,41 “evet” oyunun arkasında çok büyük ölçüde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etkisi var. Bu sistemin onun fikri olması, onun tarafından talep edilmesi, sahalara çıkarak çalışması, yoğun şekilde televizyon programlarına katılarak 18 maddenin içeriğini anlatması gibi faktörler ibreyi “evet” lehine değiştirdi. Zaten sonuç Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oylarla büyük ölçüde örtüşüyor.Kuşkusuz diğer faktörleri de göz ardı etmiyorum.
Peki Sayın Erdoğan’a millet neden oy veriyor? Yani geçmişe dönüp baktığımızda 1994 seçimlerinden bu yana sürekli kazanan bir siyasi aktör olarak karşımızda. Vatandaş Cumhurbaşkanı Erdoğan’a baktığında ne görüyor ya da hangi şartlardan dolayı onu kendisini ikna eden bir aktör olarak kabul ediyor?
1994’ten itibaren Türkiye kamuoyunun huzurunda bulunan Recep Tayyip Erdoğan öncelikle bizim gibi birisidir. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan 80 milyon insanın ortalaması her ne ise Recep Tayyip Erdoğan onu temsil eder. Onlar gibi yaşayan, onlar gibi olan birisidir. Pratik bir söyleyişle herhangi bir gecekondu mahallesinde örtü üzerindeki siniye bağdaş kurup o örtüyü dizlerinin üzerine çekip oradaki yemeğe kaşık sallayabilen ama gerektiğinde mesela diyelim ki lüks bir lokantada da gidip usulünce yemek yiyebilen, sıradan bir insanla rahat konuşabildiği gibi herhangi bir devlet başkanıyla da rahat konuşabilen, herhangi bir komplekse kapılmayan niteliklere sahiptir. Türkiye’de ne söylemişse Amerika’da, Almanya’da da aynı şeyi söyleyebiliyor. Bu ülke açısından doğru olan şeyleri dile getirip bunun arkasında durması ve doğru olan şeylerin yapılabilmesi için bütün ağırlığını koyabiliyor. Yani bu milletin sıradan ya da okumuş yazmış entelektüel insanlarının da kendilerini gördükleri bir liderdir Recep Tayyip Erdoğan. Bir de geçmişte yaptıkları yapacaklarının teminatı olan birisidir. Şu ana kadar yapamayacağı hiçbir şeye söz vermemiş ve söz verdiği her şeyi de yapmış bir portre var karşımızda.
Sayılabilecek birçok vasıf daha var. Burada muhalif kesimin ya da Erdoğan düşmanlığına soyunan, Erdoğan nefreti türetmeye çalışan kesimin onunla alakalı uydurmaya çalıştığı şeylerin herhangi bir karşılığının olmadığını da görüyoruz. Ama bunun dışında hepimizin gözleri önünde yaşayan, bizim gibi olan, bizim gibi davranan, istediklerimizi yapan, bunun için çalışan birisi var. Dolayısıyla bence esas teveccühün arkasında bu var. Hani yapamayacağı şeyleri vadeden, vadettiği bazı şeyleri yapmayan bir insan olsaydı, en azından çeşitli sebeplerle samimi davrandığından şüphe edebileceğimiz bir insan olsaydı bu arkasındaki yüzde 50’den fazla desteğin olabileceğini varsayamazdık. Şu da açık ki toplumun tümünü kandırarak böylesine bir şey elde etmek de zaten mümkün değil. Samimi, içten, şeffaf, hepimizin gözlerinin önünde ve dolayısıyla insanların çoğu da onun arkasından gitmeyi bir borç addediyor. Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nde yüzde 50’den fazla teveccühe mazhar olmasının arka planında ağırlıklı olarak bunlar var.
Medyanın Gücüyle Değil Medyaya Rağmen
Bazıları da şöyle iddia ediyor; Cumhurbaşkanı Erdoğan aslında medya gücüyle bu oyu aldı. Veya devlet gücüyle bu oyu aldı. Ama geçmişe dönüp baktığımızda 1994 seçimleri, 3 Kasım 2002 seçimleri gibi seçimlerde Erdoğan’ın bir medya desteği yok ama yine yüksek oylar aldığını görüyoruz. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduktan sonra kendisini tebrik etmek için gelen eski belediye başkanlarından birisi, “Kendi dönemimde medyaya sağladığım destek konusunda herhalde Türkiye’de bir numaraydım ama onları hiçbir zaman doyuramadım, size de tavsiyem onları doyurabileceğinizi zannetmeyin, dolayısıyla onlara karşı tedbirli olun” şeklinde tavsiyede bulunuyor.
Cumhurbaşkanımız da o zaman bu kişiye şöyle cevap veriyor: “Ben medyanın desteği ile buraya gelmedim, onlara rağmen buraya geldim. Dolayısıyla yetimlerin hakkı olan kör kuruşu bile onlara yedirmek diye bir niyetim yok.” Zaten Recep Tayyip Erdoğan medyaya rağmen belediye başkanı olmuştu. Uzun süre bu tablo değişmedi. Sonra daha dengeli bir tablo çıktı ortaya.
O dönemde mesela Hürriyet gazetesi 1994’ün yaz aylarına doğru “İstanbul’da barajlarda azalan su miktarını” gündeme getirip “İşler Allah’a Kaldı” diye manşet atmıştı. Cenab-ı Hak da lütfetti ve İstanbul galiba tarihinde olmadığı kadar yağmura kavuştu o dönemde. Su meselesi halloldu. Dolayısıyla medya ve AK Parti, medya ve Recep Tayyip Erdoğan meselesine baktığımızda “İşte efendim medya desteğiyle geldi”, şununla geldi, bununla geldi söylemleri doğru değildir. Recep Tayyip Erdoğan medyaya rağmen geldi ve ondan sonra artık kendisine destek olmayı bir borç bilen medyayla beraber şu anda Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda çalışıyor.
Ayrıca tarihe baktığımızda birçok dönemde güçlü gibi gözüken iktidarların halkta karşılıkları yoksa hemen ilk seçimde alaşağı edildiklerini görüyoruz. AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan 2002’de geldi. Ondan sonra yapılan bütün seçimlerde mahalli ve genel seçim ayrımı yaparak söyleyelim. Tüm seçimlerde oy oranlarını artırarak devam etti. 7 Haziran 2015’i bir yol kazası olarak değerlendirebiliriz. Onun dışında sürekli olarak insanların gönlündekini yapan, onu söyleyen, onu talep eden bir hareket olarak sürekli olarak artan bir çizgiyle devam etti. Bunu devlet gücüyle ya da medya gücüyle izah etmek çok anlamlı değildir. Başbakan olduğu halde seçimde partisi sıfıra inen bir sürü isim var tarihte. Dolayısıyla bunlar tek başına izah edemez.
"Hayır" Cephesi İçeriği Konuşmadı
Referandum sürecinde “evet” cephesinin daha motive hale gelmesinde hangi olaylar etkili oldu?
Öncelikle AK Parti ile MHP’nin beraber hareket etmesi seçmende bir etki oluşturdu. Ayrıca en güçlü sinerji de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu değişikliğin arkasında bulunduğunun bilinmesi oldu. Ayrıca Avrupa ülkelerinin, Hollanda, Almanya, Belçika, Avusturya gibi tuhaf bir şekilde Avrupa değerleri olarak dile getirdikleri her şeyi tehlikeye atmak ve uluslararası kuralları hiçe saymak pahasına değişik davranışlara girmesi rol oynadı. Bu tablo Türkiye’de birçok insanın zihninde, “Demek ki bizim için iyi ki Avrupa buna böyle bakıyor” şeklinde bir algıyı besledi. Tabii Türkiye’de de yaşanan birtakım kritik olaylar da vardı. Mesela CHP Konya milletvekilinin “evet” cephesini kastederek, “Bunların yedi sülalesini İzmir’den denize dökeriz” türünden nefret içerikli açıklamaları da etkili oldu.
CHP liderinin 15 Temmuz için dile getirdiği “kontrollü darbe” ifadesi nasıl etkilemiştir?
O da çok önemliydi. Çünkü 15 Temmuz’la alakalı önce senaryo gibi iddialar ortaya atılmıştı. Biraz utangaç şekilde birileri bunu dillendirmeye çalıştı ama o gecenin neresi senaryo olabilir? Sen bu senaryonun neresinde yer alabilirsin? Mesela gidip şehit olanlar, gazi olanlar safında mı ya da bindiği uçakla Türkiye Büyük Millet Meclisini, Cumhurbaşkanlığı Köşkünü bombalayan, insanımızı öldüren kişilerin yanında mı yer alırsın? Yani bütün bir geleceğini riske atan insanların oyun oynadığını söylemek saçma sapan bir şeydir.
Kontrollü darbe meselesi, “Efendim önceden biliniyordu işte” gibi saçmalıklarla ilgili de bence Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan bu milletin bir tek ferdinin burnunun kanaması riskini göze alarak böyle bir şeye kesinlikle tahammül etmeyecek insanlardır. Sayın Kılıçdaroğlu 15 Temmuz gecesi Atatürk Havalimanı’nda yakaladığı lider olma şansını o gece “kontrollü bir şekilde” oradan ayrılarak kaybetti. Sanırım bu yüzden ve zaten yalanlarla kampanya yürüttüğü için bu tür saçma bir açıklamada bulundu. Kılıçdaroğlu’nun bu açıklaması “evet” cephesine oy geçişinde etkili oldu. Ayrıca Kılıçdaroğlu, “Kontrollü bir darbe canım, herkes biliyor” açıklamasıyla bu işle alakalı pek de kayda değer, sözü dinlenir bir insan olamayacağını göstermiş oldu.
Yeni Sistemde Herkes Kendi İşini Yapacak
Referandumun içeriğine baktığımızda 18 madde var karşımızda. Bu 18 maddenin de özünde Türkiye’nin 2019’dan sonra Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile yönetileceği gerçekliği var. Şimdi Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi toplum tarafından kabul edildi. Önümüzde uyum yasaları var. Peki bu yeni sistemle birlikte Türkiye ne tür siyasal sıkıntıları arkasında bırakacak? 1950’den bu yana baktığımızda 27 Mayıs Darbesi, 12 Eylül Darbesi, 28 Şubat Darbesi, koalisyonlar dönemi… Yani bütün bu yaşananlardan da hareketle bu meseleyi ele aldığımızda Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi Türkiye’nin elini ne tür sıkıntılar konusunda rahatlatmış olacak?
Diyelim ki 12 Eylül’ü yapabilmek için bir vasat hazırlandı, Türkiye’de anarşi yaygınlaştırıldı. Birtakım mekanizmalarla anarşinin artırılması için çalışıldı. 1960 öncesi süreçte mesela üniversitede birtakım şeylere müsaade edildi ve bürokratik oligarşiyi böylesine bir şey besledi. 28 Şubat’ta yaşadıklarımız ve sonraki süreçte Ergenekon, Ay Işığı, Yakamoz, Balyoz, Oraj, Sakal vb. bir sürü şeyler vardı. 27 Nisan e-muhtırası vardı. İşte 367 saçmalığını yaşadık. Bütün bu süreçte devlet dediğimiz mekanizmanın içerisinde aslında bu tür şeylerle uğraşmaması gereken birtakım mekanizmaların buralarda yer aldığını gördük. Neden? Herkesin zihninin arkasında bir hesap vardı ve herkes kendi çapında buna katkı sundu.
Mesela koalisyonlar -Türkiye’nin geçmişine baktığımızda- ülkeye yıllar kaybettiren dönemler. Hükümet krizleri ciddi manada yıllar kaybettirdi. Cumhurbaşkanı ve başbakan uyumsuzlukları parlamenter sistemin yapısı gereği ciddi manada sıkıntı çıkardı. Bütün bunların olmaması, çıkan krizleri darbe sebebi, muhtıra sebebi ya da ne bileyim uyarı sebebi sayan zihniyetin de yani eninde sonunda her şey yolunda ilerliyorsa müdahale edebileceği bir şey olmadığı için yeni sistem herkesin kendi işine odaklanacağı, kendi işini yapmaya mecbur kalacağı bir vasat hazırlıyor bizlere. Dolayısıyla sistemle beraber bürokrasinin azalacak olması, herkesin işine odaklanacak olması, işini yapmayan kişilerin rahatlıkla kenara çekilecek olup yargının oraya müdahale edemeyecek olması gibi birtakım rahatlıkların yanında esas olarak tüm mekanizmanın, tüm devlet mekanizmasının adeta tıkır tıkır çalışacak bir hale gelmesi ve dişlilerin arasına taş ya da takoz koymaya çalışacak olanların başarılı olamayacakları bir vasat hazırlıyor, bence en önemli olan bu. Çünkü daha önce mesela niye yok diye şikayet ettikleri gensoru mekanizması yanlış hatırlamıyorsam 480 küsur gensoru var 1900’lerden beri. Biliyorsunuz bu kadar gensorudan 4 tanesi işe yaramış; ikisi hükümet düşürmüş, ikisi de bakan düşürmüş ama o hükümetler zaten sallantıdaymış yani güvenoyu yokmuş zaten. Gensoru verildiği için güvenoyu gerekiyor. İki bakan da zaten partileri, hükümetleri sahip çıkmadığı için gidici. Bunun dışında 480 küsur gensoru sadece vakit kaybı ve bu kadar gensorunun Türkiye’ye kaybettirdiği vakit -görüşme süreleri şunlar bunlar- hesaplandığında 8,5 sene deniliyor. Akla ziyan bir şey bu. 8,5 seneyi netice alınamayacağı bilinen gensoru görüşmeleri ve oylamalarıyla harcamışız.
Türkiye hiç değilse bu tür saçmalıklarla uğraşmayacak artık. Gerçekten bir sıkıntı varsa diyelim ki belirsiz bir tarihte başa gelen kişi tuhaf bir şey yapmaya çalıştı. Bunu durdurabilecek zaten bir sürü mekanizma var. Ya da akla gelebilecek ihtimaller konusunda “Türkiye Cumhuriyeti’ne has başkanlık sistemi” diyebileceğimiz Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde mesela ABD’nin yaşadıkları, çeşitli ülkelerin yaşadıklarından ders alınarak birtakım yeni mekanizmalar getirilmişti. Mesela bütçenin reddi durumunda geçen yılın bütçesinin birtakım oranların artırılmasıyla devam etmesi gibi tedbirler de alınmış. Dolayısıyla sağlam bir sistem oluşturulmuştur. Bakıldığında bu sadece harekete yönelik, ileriye doğru ve başarıya yönelik bir sistem gibi gözüküyor.
CHP Sonuçları İyi Düşünmeli
Referandumda öyle bir tablo ortaya çıktı ki “evet” kazandı ama birbirine çok yakın bir sonuç var. Bu tablodan partilerin tek tek alması gereken dersler var gibi gözüküyor. Partiler açısından önümüzdeki süreçte nasıl bir tablo öngörüyorsunuz?
Sanırım AK Parti açısından bakarsak zafer kazanıldı ama neden yüzde 51,41’de kalındı sorusu sorulacaktır. Uyum yasaları sürecinde bu konu değerlendirilerek kapsama alanı genişletilecektir. 18 maddeyi iyi çalışan birisi olarak şunu söyleyebilirim ki 80 milyon vatandaşımızın aidiyet ve mensubiyet olarak bu ülkeye, bu devlete hıncı olmayan insanların tamamının kabul etmesi gereken bir şey olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla hedef kitle yüzde 60 değil yüzde 100 olmalıdır. Çünkü eninde sonunda hakikaten bu memleket için, bu millet için faydalı bir şey var ortada. AK Parti ağırlıklı olarak uyum çalışmaları, kanun çalışmalarının dışında Sayın Cumhurbaşkanı’nın da artık üyesi olduğu parti olarak herhalde referandum kampanya sürecinde yapılamayanı yapıp bundan daha geniş kitlelere anlatacağını zannediyorum. Uyum kanunları çıkarıldıkça da herhalde insanlar neyin ne olduğunu daha iyi anlayacaklardır.
MHP bu süreçte bence çok önemli bir görev üstlendi. Sayın Bahçeli ve partisinin Türkiye’nin kritik dönemlerinde devleti ve istikrarı esas alarak yaptığı katkıları zaten biliyoruz. Kritik oylamalarda AK Parti’nin yanında olduğundan bunu biliyoruz. Referandum öncesinde, “Hadi bakalım şu işi konuşup halledelim” diyen Bahçeli oldu. Ama referandumda ortaya çıkan tabloda bazı iller ve özellikle orada alınan oylar açısından söylenecek çok şey var. Büyük ihtimalle AK Parti nasıl kendi içinde değerlendirme yapacaksa, MHP de orada alınan oylar ve bunların durumu, niçin böyle olduğu, bunun doğrudan kendileriyle alakalı olup olmadığına dair herhalde ciddi çalışmalar yapacaklardır.
CHP’de ise öncelikle teknik bir problem olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun kaybettiği sekizinci seçim gerçeği var. Hala Kılıçdaroğlu’yla mı devam edecekler yoksa genel başkanlığa başka birini mi getirecekler? Bunları düşünmeleri gerekiyor. Tabii bir de, “Arkadaşlar yalanlarla biz bir kampanya yürüttük, bu işin doğrusu anlaşıldıkça söylediklerimizin yalan olduğu ortaya çıkınca genel kamuoyu karşında ne duruma düşeriz, bizim seçmenlerimiz de bu işlerin doğru olmadığını anlarsa onların sorularına ne cevap veririz?” diye düşünmek durumunda kalacaklar. Esas düşünmeleri gereken konu ise CHP Türkiye’nin geleceğinde var olmak istiyorsa insanlarımızın yüzde 50’den fazlasının teveccühünü kazanacak bir aday bulmak zorunda. 2014 seçimlerini hatırladığımızda Ekmeleddin İhsanoğlu’nda kenetlenmişlerdi ama kampanya döneminde Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar adaylarının ismini bile doğru bir şekilde telaffuz edememişlerdi. Şimdi Ekmeleddin İhsanoğlu’nun görünüşünden çok daha kuvvetli, insanımıza zihin olarak, akıl olarak, düşünce olarak, davranış olarak çok daha yakın birini bulmak durumundalar.
CHP referandum sonuçlarını hazmedemiyor. YSK ve Danıştaya itirazda bulundular. AİHM’e de gidecekleri yönünde açıklamaları var.
Bence içteki bazı tartışmaları ötelemek için yapılıyor bu girişimler. Çünkü mevcut Anayasa’da YSK kararlarının kesin olduğu belirtiliyor. Anayasa Mahkemesinin ya da Danıştayın buna müdahale şansı yoktur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “insan” hakları mahkemesidir. Bireysel başvurularla alakalı bir kurumdur. Dolayısıyla referandum sonuçlarını iptal etti falan diye bir şey yok. Danıştayın yürütmeyi durdurduğu falan da yok, bu çok açık. CHP de bunun böyle olduğunun farkında.
Kürt Seçmen Başkanlıktan Ümitli
Peki, HDP açısından neler söylemek istersiniz?
HDP’nin durumu vahim. Şöyle ki: HDP Kandil’in uzantısı olup olmama arasında, Türkiye Cumhuriyeti devletinin partisi olmak konusunda son derece kararsız bir parti. Burada anlaşılması gereken de galiba şu: Bir tarafta millet diğer tarafta silah var ve HDP o hareketin siyasi yönünün temsilcileri olarak ortada bulunduğundan durumları son derece zor. Bu arada tabii Türkiye’yi bu anlamda yolgeçen hanı zannettikleri için maksadı aşan beyanları dolayısıyla birçoğu da zaten tutuklu. Öbür yandan da referandum sonucundan anlıyoruz ki Güneydoğu’da yaşayan insanımızın geleceğe yönelik ümitleri oldukça güçlü, başkanlık sisteminden yana ümitleri var. Geçmişte barış sürecinde yaşadıkları güzel günleri herhalde başkanlık sistemi oturduktan sonra yaşayabileceklerini düşünüyorlar.
Bundan sonraki süreçte ne olur bilemeyiz. HDP kendini ne kadar terörden ayırt edebilir, ne kadar kendini ondan soyutlayabilir, ne kadar hakikaten Türkiye’nin siyasi partisi olabilir? İnşallah olur diyeceğim ama şimdiye kadar yaşadıklarımız bunun pek mümkün olmayacağının göstergesi. Fakat eninde sonunda Güneydoğu’daki insanımızın herhangi bir tehditle karşılaşmadığı zaman bu memleketin diğer tarafındaki insanlar gibi düşündüğünü gördük bu seçimde.
Tabloya baktığımızda 500 bin oy civarında bir oy artışı var Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, bunun motivasyon kaynağı ne oldu?
Bu Cumhurbaşkanlığı sisteminin kendilerine neler getireceğini anlamış olmaları. Bir de eninde sonunda daha önceki halden Türkiye’yi bugün her şeyin konuşulabildiği, tartışılabildiği, rahatlıkla birtakım şeylerin geliştirilebildiği bir ortama getiren bir lider tarafından önerildiği için gerçekleşti. Erdoğan siyasetine güvenin bir göstergesi.
Referandum MHP ve Kürt Seçmeni Buluşturdu
Milliyetçi Hareket Partisi’yle (MHP) Kürt seçmenin ortak bir noktada buluşamayacağı gibi bir ezber vardı. Fakat sandıktan çıkan sonuca bakıldığında Sayın Erdoğan’ın önerdiği bir siyasal sisteme MHP’nin destek verdiğini, bunun da oylamaya gittiğinde Kürt seçmen nezdinde de kabul gördüğünü bu referandum bize anlatmış oldu. Bunu biraz da ezberlerin kırılması anlamında değerlendirirsek Türkiye’nin geleceği açısından bize ne vadetmiş olur?
Aslında Türkiye’nin geleceği açısından bu söylediğiniz husus üzerine çok çalışılması gerektiğini düşünüyorum. MHP’nin milliyetçilik anlayışı, Güneydoğu’daki insanımızda ya da MHP seçmeninde oluşan algı üzerinde çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü marjinal olanları bir kenara bırakırsak MHP’den kiminle konuşursanız konuşun ırkçılık temeline dayalı, bunun dışındaki herkesi ötekileştiren bir anlayıştan ziyade ülke birliğine dayanan bir milliyetçiliğin ağır bastığını görüyoruz.
Bu arada vuzuha kavuşturulması gereken şeyler olduğunu yine de söylüyorum çünkü partinin genelinde belki ırkçılık yönleri kaşınan ve o konuda belki biraz aşırıya gitmeye meyyal insanlar olabilir. Bunların üzerinde çalışıldığında Türkiye’nin 80 milyon hep birlikte Türkiye olduğunun altının çizilmesi ve tarihte yaşanan birtakım yanlışları reddetmek, inkar etmek yerine kabul edilmesi ve doğruların ortak doğru haline getirilmesi ile tıpkı az önce söylediğimiz gibi belki değişik sebepler ile Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişe destek veren iki kesimin buluşabileceği daha geniş alanlar olabilir ve bence bu Türkiye’yi çok daha iyi noktalara götürür.
Avrupa Aklını Başına Almalı
Bir de Avrupa Birliği (AB) meselesi var tabi, referandum süreci boyunca AB “hayır” kampanyasının yanında yer aldı. AGİT ön yargılı açıklamalar yaptı. AB ülkeleri Türkiye’ye karşı neden böyle bir tavır içindeler?
Eski Türkiye genelde arzu edilen şeyi yapan ya da en kötü ihtimalle yapmaya çalışan bir devletti. Avrupa ülkeleri son 15 senedir kendi ayakları üzerinde duran, kendi kararlarını alan, yeri geldiğinde dirsek gösteren ya da tabii ki oturup konuşalım ama kazan kazan anlayışıyla bu işler yürüsün diyen bir devlet yapısıyla karşı karşıya kaldı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin kurumsallaşması durumunda eskiden olan şeylerin bir daha hiç olamayacağı ve Türkiye’nin bundan sonra hemen her konuda kendi tezleri için bastıracağının da ciddi manada farkına vardılar.
Mesela çok ilginçtir Economist’in o meşhur 15 Nisan tarihli nüshasında diyor ki: “’Hayır’ oyu, Türklerin Erdoğan’ı kısıtlamasına fayda sağlayabilir.” Ben bunu şöyle okudum yani “hayır” çıkarsa parlamenter sistem devam eder ve böylelikle biz Türkiye’deki uzantılarımız vasıtasıyla Erdoğan’ı belki biraz hizaya getirebiliriz, kontrol edebiliriz gibi bir algı var. Dolayısıyla Avrupa burada bence Avrupa değerleri dediğimiz şeyler varsa eğer tüm bunları çöpe attı. Objektifliği, adaleti, hakkaniyeti çöpe attı.
Referandum sonrasında AGİT meselesine gelince mesela bir Avrupalının PKK-PYD desteği açık olan ve referandum kampanyasında “hayır”a çalıştığı açık olan birtakım insanları gözlemci kabul etmesini ben zül kabul ediyorum. Yani eninde sonunda AGİT raporu yine de istedikleri şekilde olabilirdi ama bu raporu hazırladığı söylenen insanların verdiği fotoğraflar ortadayken Avrupa’nın hala objektiflik adı altında bunların raporlarını AGİT raporu diye takdim ediyor olması ciddi bir hatadır. Çünkü Türkiye’nin zihnindeki Avrupa imajı yerle bir oldu. Yani uluslararası kuralları, teamülleri hiçe sayıyorsun, bir Türk Bakan’a karşı saldırgan davranıyorsun, insanların üzerine at ve it salıyorsun. Bir sürü saçma sapan şey yapıyorsun. Şimdi de PYD-PKK’ya çalıştığı kesin olan, “hayır” kampanyasında çalıştığı kesin olan insanların, “hayır”cıların kampanyaları ve iddialarından oluşturdukları saçmalıkları bize rapor diye yutturmaya çalışıyorsun. Bunlar yanlış şeyler. Umarım Avrupa aklını başına alır.
Avrupa Kendi Normaline Dönmeli
Önümüzdeki sürece baktığımızda AB ile ilişkilerde iki temel meselenin sanki çok sıcak bir şekilde tartışılacağını görüyoruz: Birincisi FETÖ bağlamında idam meselesi var ve Sayın Cumhurbaşkanı bu konuda açıklamalar yaptı. İkincisi de yine AB ile müzakerelerin devam edip etmeyeceğiyle ilgili. O konuda da AB’nin biliyorsunuz Türkiye’den özellikle terörle mücadele ve terör örgütleri bağlamında istediği bazı düzenlemeler var. Türkiye mi bu konularda birtakım düzenlemeler yapacak veya bu söylemi daha az mı dile getirecek yoksa AB ülkeleri mi -başta Almanya olmak üzere- bu konudaki şartları geri çekecek? Nasıl bir tablo çıkar karşımıza?
Bence idam cezası çıkmalı. Efendim Avrupa buna çok kızar. Kızsın. Zaten bizi almaya niyeti yok ki. Efendim şu olur, bu olur. Hayır, bu Türkiye’nin kararıdır. Bence bir insanı öldürmeye niyet eden birisi eğer o insana zarar verirse, o insanı öldürürse kendisinin de öleceğini bilmeli. Daha vahim bir şey olarak bu milletin istikrarını, huzurunu bozmaya, bu millete darbe yapmaya niyetlenen birisi huzur ve istikrarı bozmanın bedeli olarak hayatını kaybedebileceğini bilmeli. “Yapayım ben, oldu, oldu. Olursa çok güzel, olmadı üç beş sene yatar çıkarım.” “Ya ben öldüreyim şunu, üç beş sene yatar çıkarım.” Yok böyle bir şey. Bunun bir şekilde yola girmesi lazım. Dahası biz Müslümanız. Cenab-ı Hakk’ın bu tür cinayetleri işleyenlerle ilgili ayetleri de çok açık. Belki Avrupa’nın da gelmesi gereken nokta budur.
Bakın Breivik diye bir alçak, biliyorsunuz yetmiş küsur masum genci öldürdü. Ne oldu? İşte on-on bir sene falan hapse attılar. Çıktığında belki on bir sene daha yatabilme ihtimali var. Ne oldu, bu adam ıslah oldu mu? Hayır. Büyük ihtimalle çıktığında benzer bir melanet işleyecek bu adam. Niçin? Avrupa kendi kendini sınırlamış, bunun ötesine geçemiyor. Bize diyor ki sen de sınırla. Niye sınırlayayım? Birini öldürmeye giden birisi kendi öleceğini de düşünsün. Ya da “Hadi gel bir darbe yapalım” diyen birisi, “Başarılı olduk mesele yok da, başarılı olamazsak kelle gider” demesi lazım. Pratik şeyler bunlar. Dolayısıyla bakın 15 Temmuz’a kalkışan insanlar, ne oldu? “Eyvah 1 Ağustos geliyor, bizim bir sürü generalimizi açığa alacaklar, hadi gel darbe yapalım.” Bu kadar basit olmamalı. Yani neydi eski Türk sözü, “Ya devlet başa ya kuzgun leşe.” Dolayısıyla bir şeye giren bunun çok ağır bir faturası olduğunu bilmeli.
2019’da Partiler Yasama Vaatleri ile Karşımıza Çıkacak
2019’da iki seçim olacak. Seçimlerin öncesinde hem bu uyum yasaları hem siyasi partilerin bulunduğu düzlemler hem de partilerin 2019’da sandıktan başarılı çıkabilmesi için ne tür bir tavır takınmaları, nasıl bir yol haritası izlemeleri gerekiyor? 2019 seçimleri öncesinde Türkiye’de önümüzde nasıl bir siyasal, toplumsal atmosfer olur?
Bu bence son derece önemli bir konu. Önümüzdeki beş-altı ay olarak öngörülüyor uyum kanunları. Belli ki yönetmelikler, tüzükler vb. çok yoğun bir çalışma görünüyor önümüzde. Bir de tabii parlamento görünürde yüklendiği ama yerine getirmediği bir fonksiyona sahip olacak. Kanunları çıkaracak artık. Yani bu ülkenin yönetimle alakalı bütün meselelerini, tüm problemlerini halledecek kanunlar çıkarmaya başlayacak. Dolayısıyla herhalde siyasi partiler 2019’da yapılacak genel seçim için halkın huzuruna çıktıklarında, “Şunu yapacağız, bunu yapacağız, işte şu köprü...” gibi söylemlerle değil hukuki olarak şu düzenlemeleri yapacağız, efendim işçilere şu hakları, memurlara bu hakları, emeklilere şu hakları, üreticinin şu hakları... gibi daha spesifik olarak kanun yapma ve bunun ülkeye getireceği faydalar üzerinden kampanyalarla karşımıza çıkacaklar.
Yönetim yani yürütme cumhurbaşkanında olacağı için ülkenin geleceğine dair yapacakları ile ilgili daha çok pratik vaatlerde bulunacak. Ama cumhurbaşkanının partisi olacağı için yine de tabii burada bir geçişkenlik söz konusu olacak büyük ihtimalle. Partiler hem hukuki olarak hem yasal düzlemde yapacaklarıyla ilgili hem de “Bizim adayımızı cumhurbaşkanı seçerseniz o da şunları şunları yapacak” gibi -yine de eskisi gibi olmasa da benzer bir düzende- siyaset yapacaklar. Herhalde 2019 seçimlerinde tam oturmasa bile bir sonraki seçimde biraz daha genel seçimlere yönelik partilerin kampanyalarında yasama ile alakalı işlerin daha ön plana çıkabileceğini düşünebiliriz.