Kriter > Siyaset |

1982 Anayasasını Niçin ve Nasıl Değiştirmeliyiz?


Anayasa yapım sürecinin halkta başlayıp halkta bitmesi yönteminin, demokratik ve meşru anayasalar için en iyi metot olduğu çokça söylenir. Sık sık anayasaları yenilenen ya da değiştirilen bir toplum olarak, yeni ve sivil demokratik bir anayasanın nasıl yapılıp yapılmayacağını artık öğrenmiş olmamız gerekir. 1982 Anayasasını bugüne kadar çoktan sivil bir anayasa ile değiştirmeliydik. Ama çok geç kaldık…

1982 Anayasasını Niçin ve Nasıl Değiştirmeliyiz
(AA)

Son iki anayasamızı darbeciler yaptı. Dolayısıyla 1961 ve 1982 anayasalarının halk için yapılmadığı aşikar. Halk ve temsilcileri yapım sürecinde yoktu. Her iki anayasa, iktidarın sahipliğini seçimler yoluyla kaybetmek istemeyen kesimlerin -ki bunlar vesayetçiler ve destekçileridir- kendilerini toplumdan korumaları için yapılmıştır. En basit şekliyle anayasalar bir toplum sözleşmesine dayanıyorsa, bu söz konusu anayasaların hazırlanmasında, sözleşme bir yana, millet yoktur. Anayasaların, toplumun temel hak ve özgürlüklerinin güvencesi olduğu bilinir. Devlet karşısında toplumun haklarının anayasa ile korunması esastır. 1961 ve 1982 anayasalarında, anayasacılık mantığına tam karşıt şekilde, egemen olanı yani “koruyucuları halktan korumak” birinci öncelik olarak düşünülmüştür.

Koruyucular, kimden korunacaktır? 1961 Anayasasının yapıcılarının, yazılacak yeni anayasa konusunda en net oldukları konu, Demokrat Parti gibi bir siyasal yapının, “yarının iktidarında yeri olmaması” gerektiğidir. 14 Mayıs 1950’de toplumun geniş kesimleri, tarihsel blok olarak adlandırılabilecek iktidar sahiplerinin yerine, kendine daha yakın gördüğü siyasetçilerden müteşekkil bir partiyi iktidara taşımıştı. Dolayısıyla 1961 Anayasası için masaya oturanlar, halkın 1950 seçimlerinde kendilerine karşı “yanlış yaptığını” düşünmekteydi ve bu “yanlış"a da çok içerlemişlerdi. 1954 ve 1957 seçimlerinde halk aklını başına alıp, bir önceki seçimde yaptığı yanlışı düzeltme tenezzülünde bile bulunmamıştı. Bu bağlamda, 27 Mayıs cunta darbesiyle halkın seçtiklerini silah zoruyla iktidardan düşürmek, onların temsilcilerinin bazılarını idam etmek geleceği garanti edemezdi. Dolayısıyla, ilk serbest seçimlerde bu toplum, yine kendilerine “yanlış” yaparak, onların istemediği siyasetçileri seçip, kurulu iktidar düzenine zarar verebilirdi.

1982 Anayasasının yapıcıları da milletin 27 Mayıs darbesinden ders almadığını düşünmekteydi. 12 Mart 1971 muhtırası ile bir kez daha uyarılmalarına rağmen, yine de kendi bildiklerini okumakta ısrar etmişlerdi. Bu bakış açısının bir yansıması, 1961 Anayasa yapıcıları CHP ile iş birliği yapıp, onlara iktidar alanı açmalarına rağmen, 1980 darbecileri, tüm partileri yasaklama yoluna gittiler. Çünkü CHP’nin de 1972 Kurultayı sonrasında “sırf halktan oy almak için” değiştiğini düşünüyorlardı. Darbecilere göre, halkı yoldan çıkaran, siyasal partilerdi. Dolayısıyla, halkın seçenekler arasından tercih edebileceği değil, yine darbeciler tarafından kurdurulan partiler arasından birini seçmek zorunda kalacağı bir siyasi alan öngörülecekti.

1961 ve 1982 Anayasasını yapan ve yaptıranlar bu ruh hali üzerinden söz konusu anayasaların içeriğini tasarlamışlardır. Kuracakları sistemde, kim seçilirse seçilsin kendi iktidar alanları zarar görmemeliydi. Sınırlı bir alanda ve onların vesayetleri altında “iktidarcılık” oynanabilirdi. İktidar sahipleri derken, sadece darbeyi yapan cuntacıları ve Milli Birlik Komitesi ya da Milli Güvenlik Konseyi gibi yapıları kastetmiyorum. Bunlara ek olarak darbeleri ve darbecileri destekleyen; seçim yoluyla iktidara gelemeyeceğini düşünen partinin temsilcileri, sivil bürokrasi, devletten beslenen ekonomi sınıfı, gazeteci ve üniversite öğretim üyeleri gibi çevrelerin de içinde olduğu aydınları buraya dahil ediyorum. Yani kısaca anayasa yapıcıları, seçilmişlere ve topluma karşı iktidar alanını korumaya çalışan müesses nizamın devamından yana olan “devlet iktidarına sahip olan azınlıkları” koruma saiki ile hareket etmişlerdir.

Buraya kadar söylediklerimi somutlaştırmaya çalışayım. 1961 Anayasasını yapan Kurucu Meclis, cuntacılardan müteşekkil Milli Birlik Komitesi (MBK), 1982 Anayasasını yapan Danışma Meclisi ise Milli Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından oluşturulmuştur. Her iki meclis de sivil ve demokratik bir anayasayı yapabilecek özerkliğe sahip değildir. Anayasa yapıcılarının sivil kanadını oluşturan ne Kurucu Meclis ne de Danışma Meclis’i, halkın farklı kesimlerinin temsiline dayanmaz. 1961 Anayasasının Kurucu Meclis’i, nispeten daha sivil ve özerk bir yapıya sahiptir. Önünde bir yol haritası vardır: 1950’lerde CHP’nin, Demokrat Parti’nin iktidarına karşı muhalefet söylemi olarak dile getirdiği hususlar, yeni anayasanın ruhunu oluşturacaktır. Kurucu Meclis zaten bir nevi CHP’lilerden ve destekçilerinden oluşturulmuştur. Demokrat Parti ve onun temsil ettiği kesimler tamamen dışlanmıştır. 1982 Anayasasının Danışma Meclisi ise tüm üyeleri Milli Güvenlik Konseyi tarafından seçildiği için adı üzerinde sadece “danışılan”dır. Son sözü, Milli Güvenlik Kurulu söyleyeceği için özerk olması zaten düşünülemez.

1982 Anayasasını Değiştirmek için Bugüne Kadar Hazırlanan Bazı Sivil Anayasa Önerileri

Millet İradesi ve Demokrasi Korkusu

Her iki anayasanın yapımında “millet karşıtlığı” meselesinde buraya kadar meramımı ifade edemediğimi düşünecek olanlara karşı meseleyi biraz daha somutlaştırmaya çalışayım. 1961 ve 1982 darbe anayasalarının yapımı ile ilgili oluşan literatürde, anayasa yapıcılarının zihnini şekillendiren en önemli unsurun, “çoğunluk korkusu” olduğu söylenebilir. Buradaki “çoğunluk”la neyin kastedildiğini netleştirmek önemlidir. Bilindiği gibi demokratik çoğulcu rejimlerde, azınlık olarak var olan dezavantajlı kesimlerin haklarının anayasa ve yasalarla korunması şarttır. Türkiye’de darbe anayasalarını yapanların bakış açısına göre “azınlık” ve “çoğunluk” kavramları literatürdeki karşılıklarından farklı bir duruma işaret eder. Toplumun geniş kesimleri “çoğunluk” olarak görülür. “Azınlık” ise devlet iktidarını kullanan ve gelecekte de kullanması gerektiği varsayılan “imtiyazlı” sınıftır.

 

Vesayetçi Sınıfı Halka Karşı Korumak!

ABD Anayasasının kurucu babalarından Madison’un “çoğunluğun ortak bir menfaat veya tutku etrafında birleştiği bütün durumlarda, azınlığın hakları tehlikededir” görüşünün, darbe anayasalarının yapıcılarına yanlış ilham verdiği kesindir. ABD Anayasası ilk kabul edildiği dönemde “ortak menfaat”, yoksul ve mal-mülk sahibi olmayan halk çoğunluğuna karşı mülkiyet hakkının yani mülk sahiplerinin korunmasıydı. Dolayısıyla söz konusu dönemde oy hakkının, öncelikle belirli orandaki mülk ve mal sahiplerine verilmesi yolu tercih edilecektir. 1961 ya da 1982 anayasalarını yapacak olanlar için “çoğunluk korkusu” da devletin sahipliğini kendinde gören çevrelerin iktidarlarını kaybetme endişesine dayanır. Bundan dolayıdır ki, MBK tarafından görevlendirilen Anayasa Komisyonunca hazırlanan Anayasa ön tasarısında, Cumhuriyet Senatosu’nun seçiminde genel oy ilkesi bir kenara bırakılmıştır. Ön tasarıya göre Cumhuriyet Senatosu’nun üyelerinin çoğunluğu, çeşitli kamu görevlileri ve meslek kuruluşları temsilcilerinden seçim olmadan doğrudan atanacak, halk tarafından seçilecek kısmı ise, “devlet orta okullarından veya bunlara eşit öğretim müesseselerinden diplomalı halk”ın oy kullanması neticesinde belirlenecekti.

Zaten halkın seçtiği organlara güvenilmemesi gerektiği ön kabuldü. Bundan dolayı hem 1961 hem de 1982 Anayasasının yapıcıları, seçilmiş organlar tarafından kullanılacak yürütme alanını iyice sınırlandırmışlar, çok sayıda “özerk” kurum oluşturarak vesayet iktidarlarının sürekliliği için geniş bir mekanizma kurmuşlardı. Bu “özerklik” meselesi de ilginçtir. Hiçbir kuruma hesap vermemek ve hatta yasaların üzerinde olmak özerkliğin ön koşuludur. Niçin ilginç olduğunu vurgulama bakımından sadece bir örnek, yeterince açıklayıcı olacaktır. 1961 Anayasasının ön tasarısını hazırlayanlar, anayasal yetkilere sahip bir kurum olarak öngördükleri Milli İktisat Şurası’nın üyelerinin “yüksek öğrenim yapmış kimseler arasından kendileri tarafından seçilen” üyelerden kurulu olmasını teklif etmiştir. Öneri aynen böyledir, kendi kendilerini seçmek iyi bir yöntem olarak düşünülmüştür. Bunun sadece örneklerden biri olduğunu, diğer vesayet kurumları için de benzer yöntemin önerildiğini ifade etmeme bile gerek yok sanırım.

 

Birikim ve Tecrübeden Nasıl Yararlanmalıyız?

Darbeciler tarafından dikte ettirilen iki anayasaya sahibiz. Cuntacılar ve onların oluşturdukları komisyonlardan, iyi bir anayasa ortaya çıksaydı belki de bugün hala 1961 Anayasası ile devam edebilirdik. Ama sadece yaklaşık 20 yıl idare edebildik. 1982 Anayasasından 40 yıldır kurtulmaya çalışıyoruz. 19 defa 184 değişiklik yapılmasına rağmen, hala darbecilerin ruhu ve izi silinemedi. Mevcut anayasanın neredeyse üçte ikisi değişmesine rağmen, bir türlü yeni, sivil ve demokratik bir anayasa yapılamadı.

Tüm bu açılardan baktığımızda; yeni bir anayasanın nasıl yapılmaması gerektiğini ya da ne şekilde yapılamayacağını biliyoruz. Bu açıdan, 1961 ve 1982 Anayasa yapım süreçlerinde kullanılan yöntemler ve bakış açıları işimize yaramaz. Daha doğrusu, söz konusu tecrübelerden sadece nasıl yapılmaması gerektiği konusunda faydalanabiliriz. 1982 Anayasasından kurtulup yeni bir anayasanın imkanı ve anayasanın içeriğinin nasıl oluşturulacağı ile ilgili de çok geniş bir tartışma tecrübesine ve onlarca yeni anayasa taslağı önerisine sahibiz.

1982 Anayasasının değişmesi gerektiği tartışması, 1987’den itibaren başlasa da derli toplu somut önerilerin ortaya çıkması 1989’da başlar. 1990’lardan bugüne, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, sendikalar, düşünce kuruluşları, çeşitli platformlar ve inisiyatifler, yeni bir sivil anayasanın nasıl olması gerektiği konusunda çalışma yaptılar. Onlarca yeni anayasa önerisi ve taslağı hazırladılar (bakınız infografik). 1980’lerin sonundan bugüne kadar, iktidara gelsin ya da gelmesin bütün siyasi partiler, 1982 Anayasasının değiştirilmesi gerektiğini vurgulamışlar, seçim beyannamelerinde seçmene yeni bir anayasa vaadinde bulunmuşlardır. Bugün için 1982 Anayasasının mevcut haliyle kalmasını savunan siyasi parti kalmamıştır.

Gelinen süreçte, 1982 Anayasasının niçin değişmesi ve yeni anayasanın nasıl olması gerektiği konusunda çok geniş bir müktesebat oluştu. 1990’lardan itibaren yeni anayasa konusunda ortaya çıkan müktesebat, 2011’de kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu için yararlanılacak önemli bir tecrübeydi. Dolayısıyla da söz konusu komisyon, mecliste grubu bulunan tüm siyasi partilerin, temsil oranına bakılmaksızın, eşit oranda üye vermesi ile oluşmuştu. Komisyon, o güne kadar yapılan tüm çalışmalardan yararlanmakla birlikte aynı zamanda yeni bir yöntemi de geliştirerek öneri ve talep toplama konusunda toplumun hemen hemen tüm kesimlerine ulaşmıştır. Komisyon; 42 siyasi partiyi, 79 örgütlü yapıyı (sivil toplum, vakıf, dernek, inisiyatif ve platformlar) 39 sendika ve meslek örgütünü dinlemiştir. Oluşturulan dijital platformlar üzerinden 64 bin kişinin görüş vermesi sağlanmıştır.

2011 Anayasa Uzlaşma Komisyonu, talep toplama, değerlendirme, müzakere etme yöntemi açısından dikkate değerdir. Ancak sorunlu olan tarafı, meclisteki temsil oranına bakılmaksızın grubu bulunan her partinin eşit üyeye sahip olmasıdır. Bu yetmezmiş gibi çalışma yöntemi olarak kabul edilecek öneriler için oy birliği ilkesinin de getirilmiş olması diğer önemli bir açmazdır. Anayasa yapım sürecinin halkta başlayıp halkta bitmesi yönteminin, demokratik ve meşru anayasalar için en iyi metot olduğu çokça söylenir. Sık sık anayasaları yenilenen ya da değiştirilen bir toplum olarak, yeni ve sivil demokratik bir anayasanın nasıl yapılıp yapılmayacağını artık öğrenmiş olmamız gerekir. 1982 Anayasasını bugüne kadar çoktan sivil bir anayasa ile değiştirmeliydik. Ama çok geç kaldık…


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası