Barut, kullanıldığı ilk andan itibaren küresel düzeni kökten değiştirebilecek bir etki ortaya koydu. Ateşli silahlar konusundaki geniş literatür, devletlerin barutun askeri ve ekonomik dönüştürücü etkisini çok çabuk kavradıklarını göstermektedir. Zaman içerisinde ateş gücü üstünlüğü, düzen kurucuların ve “öteki”lerin kaderini tayin eden en etkili yapısal değişkenlerden biri oldu. Askeri kapasite ve silah teknolojileri, devletlerin bölgesel ve küresel politik ve ekonomik ağlar kurabilmesini sağladı. Bu teknolojilerin sağladığı güç, bir yandan politik ve ekonomik nüfuz alanları oluşturma ve elde tutma konusunda sahiplerine geniş imkanlar sunarken diğer yandan savaş teknolojilerinin pazarlanması, satıcı devletler için vazgeçilmez bir gelir kaynağı oldu.
Dünyanın diğer bütün devletleri gibi Türk devletleri açısından ateşli silah teknolojileri tarih boyunca fetih ve hayatta kalma politikasının en kritik unsurunu oluşturdu. Bizans’ın meşhur Rum Ateşini, geliştirdiği ağır toplarla yenmeyi başaran Fatih Sultan Mehmet’in askeri yatırımları, birkaç nesil sonra donanması Toulon Limanı’nda kışlayacak bir süper güce dönüşecek Osmanlı İmparatorluğu açısından kritik eşikti. İnsan gücü ve askeri güç unsurlarıyla uluslararası sularda operasyon yapma kabiliyetine sahip Osmanlı İmparatorluğu’nun deniz gücü, Akdeniz’in doğusunda Avrupa devletlerinin operasyon yapma kabiliyetini sona erdirdi. Güçlü ekonomiden beslenen askeri kapasite ve savunma teknolojisi sayesinde Avrupa’daki ittifak sistemlerine yön veren ve uzunca bir süre uluslararası hiyerarşide en tepede yer alan Osmanlılar böylece Akdeniz ticaretinin kontrolünü tamamen ele geçirdi. Bir başka deyişle Akdeniz ve Karadeniz’deki ateş üstünlüğü İmparatorluk açısından ticaretin güvenliğini de beraberinde getirdi. Benzer süreç İngiltere’nin 19. yüzyılda doruk noktasına ulaşan küresel ekonomik ağı için de geçerlidir. Ya da Soğuk Savaş boyunca çok daha güçlü ekonomik bir organizasyon yapısı kurabilen ABD’nin savunma harcamalarına karşılık veremeyen SSCB’nin sürecin sonucunda yenilmesi, ekonomi ve savunma sanayiinin birbiriyle olan girift ilişkisine başka bir örnek olarak verilebilir. Güçlü Osmanlı İmparatorluğu Bizans’a son verdiği gibi Akdeniz ve Karadeniz’in bütün limanlarını kolonileştiren Venedik ve Ceneviz istilasına da son verdi. Böylece bölgede sermaye el değiştirmiş oluyordu. Yani bu, askeri olduğu kadar aynı zamanda ekonomik bir meydan okumaya imkan verdi.
Engeller ve Bağımlılıkların Doğuşu
Osmanlılar ve sonrasında Türkiye açısından ekonomik olanla askeri olan arasındaki yakın ilişki, 19. yüzyıl ve sonrasında kendisini farklı şekilde hissettirdi. Bu dönemden itibaren ekonomik zayıflığın sonucu giderek artan dışa bağımlılık, hayatta kalabilmek için alternatif ittifak stratejilerine duyulan ihtiyacı artırdı. Bu durumda Osmanlıların ve sonraki dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin genel bütçesi içindeki savunma yatırımlarının payı düşerken, askeri düzenlemeler, teknolojik tercihler, devletin güvenlik stratejisi ve hatta siyasi ilişkiler, büyük oranda güçlü müttefikleri tarafından yönlendirildi. Uluslararası ilişkiler literatüründe “yabancı nüfuzu” (foreign penetration) olarak kavramsallaştırılan bu durumda bağımlılığın etkisiyle devletin diplomatik, askeri ve politik bütün faaliyetlerinde, İmparatorluğun toprakları üzerinde hesabı olan Batılı devletlerin müdahalesi söz konusu oldu. Askeri teknolojiler açısından yabancı müdahalesinin mantığı karşı tarafın yerli teknoloji üretmesini ve araştırma geliştirme yapmasını engellerken başta savunma ve ekonomi olmak üzere her alanda tek taraflı bağımlılığın artırılmasına dayanıyordu.
İmparatorluğun son döneminde hayatta kalma stratejisinin bir sonucu olarak savunmayla ilgili düzenlemeler ve yatırımlar sık sık İngiliz, Alman ve Fransız danışmanlar aracılığıyla yapılıyordu. Diğer yandan Avrupa devletlerinin İmparatorluğu parçalama siyasetinin (Şark Meselesi) doğal bir getirisi, askeri ve ekonomik açıdan toparlanma çabalarının engellemesiydi. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı hükümetinin İngiltere, Fransa, Rusya nezdinde toprak bütünlüğüne yönelik güvenlik arayışlarının karşılıksız kalması bununla ilgilidir. Diğer yandan İngiltere’ye sipariş edilen Sultan Osman ve Reşadiye zırhlıları, İstanbul’un güvenliği açısından hayati öneme sahipti. İngiltere ve Rusya arasındaki ittifak ilişkisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun söz konusu teknoloji transferini engelledi ve bu gemiler parası ödendiği halde teslim edilmedi. Bu sorunu Alman yapımı Goeben ile aşan Osmanlılar Karadeniz’de Rusya’ya karşı atış üstünlüğü elde etse de savaşın ortaya çıkardığı yıkım, imparatorluğun sonunu getirdi. Bu engellemenin arkasındaki mantıkla bugün Türkiye’nin F35 projesinden çıkarılması ya da F16 uçaklarının teslim edilmeyişindeki amaç aslında farklı değildir. Herhangi bir dış politika amacı hiçbir zaman “düzen kurucu” devletin öngördüğünden, izin verdiğinden ya da onun kendi dış politika hedeflerinden yüksek olamaz.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uluslararası siyasetin ve ekonomik koşulların dayattığı sistemik/yapısal engeller, Türkiye’nin savunması açısından ittifak stratejilerine olan bağımlığı daha da artırdı. Devletin sınırlı çabalarına eşlik eden bireysel girişimler, yine aynı zayıflığın ve sonuçta ortaya çıkan engellemelerin kurbanı oldu. Erken Cumhuriyet döneminde devlet tarafından başlatılan 1927 Teşvik-i Sanayi Kanunu gibi sanayileşme çabaları, 1929’un getirdiği ağır ekonomik koşullarda büyük oranda uygulanamadı. Ancak savunma sanayiine yönelik bireysel girişimler Soğuk Savaş dönemine kadar az da olsa devam etti. Nuri Killigil’in girişimleriyle kurulan silah fabrikası, söz konusu bireysel girişimlerin en parlak olanıdır. Patenti kendisine ait olan 9 mm tabanca dahil olmak üzere çeşitli askeri mühimmat üretimi yapan ve Mısır, Suriye, Pakistan gibi bölge devletlerinden sipariş alan Nuri Killigil’in fabrikasında 1949’da gerçekleşen patlama, ABD’nin Soğuk Savaş koşullarını dizayn ettiği bir döneme denk geldi. Bir süre sonra NATO’da yerini alacak Türkiye’nin savunma stratejisi, 1947’deki askeri anlaşma ile tamamen ABD’nin kontrolüne girdi. Truman Doktrini, Türkiye’nin askeri rotasını belirlerken, 1949’da ABD’li uzman Max Weston Thornburg tarafından hazırlanan Thornburg Raporu, Türkiye’nin sonraki dönemdeki ekonomi politikasını detaylarıyla ortaya koydu. Buna göre Türkiye askeri teknolojiler açısından “satın alan” devlet konumunda olacak, Thornburg’un raporundan anlaşılacağı üzere bir sanayi devleti değil tarım devleti olacaktı.
Yerleşen Sömürü
Tarım da devletlerin ekonomisinde vazgeçilmez bir unsurdur fakat Türkiye’ye gösterilen bu mecburi istikamet, güvenlik pahasına bir dayatmadan ve zorunlu tercihten ibaretti. Bu yolla Türkiye Soğuk Savaş döneminin en güçlü savunma pazarlarından birine dönüştü. İki kutuplu sistemde ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rol, Batı’yı tarımsal alanda desteklemek, askeri teknolojiler açısından “sadık bir müşteri” olmaktı. 1950’lerden itibaren Türkiye’de açılan zirai donatım fabrikaları ve artan zirai alet ithalatı bu mecburi istikametin sonucuydu. Buna karşılık Killigil’in girişimlerine benzer şekilde, Nuri Demirağ’ın yerli uçak imalatı sabote edildi, 1960’lardan itibaren Necmettin Erbakan’ın girişimleriyle başlatılan Devrim Arabaları projesi ve motor üretimine yönelik yerli çabaların tamamı sonuçsuz kaldı. Üretimi ancak bugün gerçekleştirilebilen yerli otomobil imalatı şayet 1960’larda başarılabilseydi Türkiye’nin bugün dünya çapında kabul görmüş birkaç otomobil markası olabilirdi. 1984 tarihli bir CIA raporunda Batının güvenliği açısından “kilit müttefik” olarak adlandırılan Türkiye’nin ulusal bütçesinin yüzde 20’sini savunma kalemine ayırmasından övgüyle bahsedilmektedir. Aynı rapordan anlaşılacağı üzere milli modernizasyon projesi kapsamında ABD’den alınan ve Almanya tarafından zaman zaman modernize edilen M48 tankları, Batı Almanya’dan alınan Leopar tankları, İngiltere’den alınan karadan havaya füze sistemleri, NATO eliyle MEKO firkateynleri, yine Batı Almanya’dan alınan diğer firkateynler ve Tip 209 denizaltılar, ABD’den alınacak F16 uçakları, çeşitli NATO müttefiklerinden alınacak F104’ler ve yine ABD’den alınacak kullanılmış F4 savaş uçakları “sadık müşteri” rolü biçilen Türkiye’nin savunma bütçesine ayırdığı kaynakların nerelere aktığının göstergesidir. Aslında henüz yerli teknolojilerin olgunlaşmadığı bir dönemde devletin güvenliği açısından bu tarz dış alımların gerçekleşmesi doğal karşılanabilirdi. Burada olağandışı olan içerideki alternatif yerli üretim hamlelerinin tamamının garip bahanelerle ya da doğrudan saldırılarla sabote edilmesi ve bu müşteri olma durumunun “pazarcılar” tarafından “sürekli sömürü” şeklinde devam ettirilmek istenmesidir.
ABD’nin tekelden organize ettiği NATO pazarı, Soğuk Savaş döneminde tezgah sahiplerine ciddi bir ekonomik getiri sağlarken Türkiye gibi bağımlı müşteriler açısından ciddi güvenlik açıkları ortaya çıkardı. Geçmişte Jüpiter füzeleri ya da yakın dönemde Patriot füzeleri örneğinde olduğu gibi Türkiye’nin en fazla ihtiyaç duyduğu dönemlerde “NATO müttefikleri” Türkiye’yi yalnız bıraktı. Üstelik silahlanma konusunda “müttefikler” arasındaki çifte standart, bugün Türkiye’nin sınır güvenliğini tehdit eder boyutlara ulaştı. Yıllardır dışarıya akan büyük kaynaklara rağmen ülke savunmasında ortaya çıkan zafiyet, tam bağımsızlığın ve ulusal güvenliğin ancak milletin emrinde olan teknolojiler ve güvenlik unsurlarıyla sağlanabileceğini göstermektedir.
Uzun yıllardır ABD merkezli savunma pazarına ayağı alışmış sürekli müşteri konumunda olan Türkiye’nin uluslararası savunma sanayii ve teknoloji pazarında “tezgah açma” teşebbüsleri, doğal olarak pazarın sahipleri ve onların içerideki uzantıları tarafından geçmişte olduğu gibi günümüzde sabote edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye son dönemde Aselsan, Havelsan, Roketsan, Tusaş, Baykar gibi şirketler tarafından geliştirilen teknolojiler sayesinde uluslararası savunma sanayii pazarında rekabetçi devletler konuma yükselmektedir. Tam bağımsızlığın sembolü olan Tusaş tarafından üretilen Türkiye’nin milli muharip uçağı KAAN, TCG Anadolu, Altay Muharebe Tankı, Atak Helikopteri, Uzun Menzilli Füze projeleri, Gökbey, Anka III ve Baykar tarafından üretilen ve Karabağ Savaşı’nda tam not alan İHA’lar ve SİHA’lar ve diğer kamu ve özel şirketler tarafından geliştirilen savunma teknolojileri ve silahlar Türkiye’nin geçmişteki savunma esaretinden her geçen gün bir biraz daha kurtulduğunu göstermektedir. Bu tablo, yukarıdaki CIA raporunda Türkiye tarafından satın alınmasından memnuniyetle bahsedilen askeri harcama kalemlerinin neredeyse tamamının Türkiye’nin yerli girişimleriyle üretildiğini ve geliştirileceğini net şekilde ortaya koymaktadır. Savunma sanayiindeki yerlilik oranını yüzde 80’in üzerine çıkaran, savunma bütçesini her sene katlayarak artıran Türkiye “sadık müşteri” rolünü terk etmiş görünüyor ve bu durum doğal olarak “pazarcı”ların ve yerli iş birlikçilerin hiç hoşuna gitmiyor.