Başörtüsü yasağı, Cumhuriyet Türkiye’sinin neredeyse yarım yüzyılını esir almış kronik bir sorun olarak karşımıza çıkar. Bilinen anlamıyla devleti din kurallarından soyutlamak olan laikliğin Türkiye uygulaması, devleti değil toplumu “laikleştirmek” gibi antiliberal bir şekle bürünmüştür. Esasen kişilerin inanç ve ibadetleri karşısında özgürlüklerin güvencesi olması gereken laisizme hürriyetleri kısıtlayıcı bir işlev yüklenmiştir. Bu anlayışın izleri en çok orduyla birlikte uzun süre resmi ideolojinin muhafızlığını yapmış olan yüksek mahkeme kararlarında görülür. Anayasa Mahkemesi 1971’de verdiği kararda Türkiye’deki laikliğin neden Batı dünyasından farklı bir muhteviyatta olması gerektiğini şöyle açıklamıştır:
“Hristiyan dininin taşıdığı özelliğe göre din ve devlet işlerinin birbirine karışmaması esasının, kilisenin bağımsızlığı biçiminde manalandırılmasında bir sakınca görülmemiştir. Çünkü Batı devletlerinde dinin kötüye kullanılması ve sömürülmesi bizdeki şekilde bir sonuç doğurmadığından din ve devlet işlerinin birbirine karışmaması yönünden kabul edilen, kilisenin bağımsızlığı durumu devlet düzeni bakımından bir tehlike göstermemektedir. Oysa İslamlık bireylerin yalnız vicdanlarına ilişkin olan dini inanç bölümünü düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda bütün toplum ilişkilerini, devlet faaliyetlerini ve hukuku da tanzim etmiştir. Bu durumda ülkemizde din hürriyetinin Anayasa ile çizilen sınırlarının ihlali dinin sömürülmesi ve kötüye kullanılması, Devletin laiklik esasına dayanan düzenine karşı gelinmesi anlamını taşımakta; Anayasanın temel ereklerini engelleme sonucunu doğurmaktadır” (Anayasa Mahkemesi, E. 1970/53, K. 1971/76).
Buna göre İslam’ın “kendine özgü nitelikleri” rejimi tehdit etme potansiyeli gösterdiği için din özgürlüğü Türkiye’de ancak “devlet denetimine” bağlı olarak tanınabilmektedir. İslam’ı kontrol altına alınması gereken bir inanç olarak kabul eden bu anlayış, Türkiye’deki din ve ibadet hürriyetinin gelişmesinin önündeki en sert bariyerdi. Düşülen temel hata, İslam’ı bir özgürlük değil güvenlik meselesi olarak ele almaktı. Amerikalı psikolog Maslow’un dediği gibi eğer elinizdeki tek araç çekiçse her şeye çakılacak çivi olarak davranmanız kaçınılmazdır.
Nereden Nereye ve Nasıl Geldik?
Otoriter laiklik yorumu, 1960’lardan sonra kendisini en çok başörtüsü üzerinden gösterdi. Tesettürü biricik kılan şey, bireyin vicdanına hapsedilmesi istenen inancı görünür hale getirmesiydi. Başörtüsünün yalnızca aydınlanmış elit zümresine mahsus olabileceği düşünülen üniversite gibi kamusal mekanlarda kendini göstermesi, rejime karşı meydana okuma olarak telakki edildi.
Tek parti idaresinin aksine sandıktan gelen sivil siyasetin taşranın taleplerine daha fazla kulak vermesi, hizmet ve kaynakların çevreye transferini kolaylaştırdı. Neticede giderek daha fazla sayıda başörtülü kadın yüksek öğrenim talebinde bulunmaya başladı. Bu bakımdan yasağın kamuoyu gündemine 1960’larda gelmiş olması tesadüf değildir. Talep yükseldikçe idari ve adli organlar yasağı uygulamada daha aktivist pozisyonlar aldı. Yüksek mahkemeler ideolojik bir tutum takınmış ve bir hayli zorlama gerekçelerle yasağı sürdürmüştür.
Danıştay’ın konuya ilişkin verdiği ilk karar, neredeyse İslamofobik denilebilecek tespitlerle bezeliydi. Danıştay 8. Dairesine göre başörtüsünün eğitim seviyesi düşük, sosyal çevre ve geleneklerin etkisi altında kalmış kadınlar tarafından kullanılması anlaşılabilir. Üniversite düzeyine kadar öğrenim görmüş bir kadının başını örtmesi ise makul bir gerekçeyle nasıl izah edilebilir? “Yüksek öğrenim görmek üzere okula geldiği sırada dahi başörtüsünü çıkartmamakta direnecek ölçüde laik devlet ilkelerine karşı bir tutum içinde bulunmak” ancak rejime bir meydan okumanın ifadesi olabilirdi:
“Yeterli öğretim görmemiş bazı kızlarımız hiçbir özel düşünceleri olmaksızın içinde yaşadıkları toplumsal çevrenin gelenek ve göreneklerinin etkisi altında başlarını örtmektedirler. Ancak bu konuda, kendi toplumsal çevrelerinin baskısına veya gelenek ve göreneklerine boyun eğmeyecek ölçüde eğitim gören bazı kızlarımızın ve kadınlarımızın sırf Laik Cumhuriyet İlkelerine karşı çıkarak dine dayalı bir devlet düzenini benimsediklerini belirtmek amacı ile başlarını örttükleri bilinmektedir.” (Danıştay 8. Dairesi, E. 1983/207, K. 1984/330).
Anayasa Mahkemesi de yasağı ortadan kaldırmayı hedefleyen 27.12.1988 tarihli Kanunu iptal ederken başörtüsünü çağdışı bir kıyafet olarak tasvir etmiştir:
“Çağdaş bir görünüm taşımayan başörtüsü ve onunla birlikte kullanılan belli biçimdeki giysi, bir ayrıcalıktan ötede bir ayrım atacı niteliğindedir. Şimdiye kadar başörtüsü kullanmadan yükseköğretim kurumlarını bitirmiş bayanlarla şimdi yükseköğretim kurumlarında bulunan bayanları dine karşı ya da dinsiz göstermek için kullanılma olasılığı da kaçınılmazdır. Çağdışı bir görünüm veren bu durumun giderek yaygınlaşması Cumhuriyet, devrim ve laiklik ilkesi yönünden sakıncalara da açıktır. Demokrasiden yararlanarak laikliğe karşı çıkışlar din özgürlüğünün kötüye kullanılmasıdır.” Anayasa Mahkemesi, E. 1989/l, K. 1989/12.
Mahkeme kararında kişileri temel insan haklarından mahrum etme pahasına niyet okuyuculuğuna girişirken korumakla görevli olduğu Anayasanın hükmü şunu emrediyordu: “Kimse …dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz” (m. 24/2). Karara muhalif kalan üye Mehmet Çınarlı başörtüsü serbestisinin anayasaya aykırılığı bir tarafa hürriyetçi demokrasiyi esas alan Anayasa’nın bir gereği olduğunu vurgulamıştı.
Müslüman kimliğin görünürlüğü arttıkça yasağın şiddeti de yükselmeye devam etti. 28 Şubat sürecinde kitlesel ve sistematik insan hakları ihlalleri yaşandı. AK Parti’nin sorunu çözmek için MHP ile birlikte TBMM’de yüzde yetmiş beşlik bir uzlaşma sağlayarak yaptığı anayasa değişikliği yine Anayasa Mahkemesi tarafından üstelik hem Anayasa’ya hem de mahkemenin henüz bir yıl önce yaptığı yoruma aykırı olarak iptal edildi. Hatta Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının açtığı AK Parti’yi kapatma davasında bu değişiklik girişimi kapatılmaya gerekçe teşkil etti. Kapatılmanın eşiğinden bir oy farkla dönen AK Parti başörtüsüne özgürlük kazandırma çabalarından vazgeçmedi. Birkaç yıl içinde bazı yönetmeliklerde yapılan düzenlemelerle daha önce anayasa değişikliği ile dahi aşılamayan yasak ortadan kaldırılmış oldu.
Gelinen aşamada şurası açık ki başörtüsü sorunu bir hukuki mücadele sonucu değil toplumun ısrarlı desteğini arkasına alan sivil siyasetin dönüştürücü gücüyle çözülebilmiştir. Halihazırda ise elde edilen bu kazanımların hukuki bir zemine taşınması meselesi karşımıza çıkıyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun kanun teklifi üzerine yaptığı Anayasa değişikliği çağrısının da temel hedefi bu.
Yukarıdaki yargı kararlarının hiçbiri, dayanağını açık bir anayasal hatta yasal hükümden almıyordu. Laiklik ilkesi, özgürlükleri kısıtlayıcı bir perspektifle uygulanırsa başka, hürriyetçi demokrasinin esaslarına uygun yorumlanırsa başka sonuçlar veriyor. Alınabilecek en önemli tedbir özgürlükleri her türlü yasama, yürütme ve yargı tasarrufuna karşı koruyacak anayasal teminatlardır.
Nihayet anayasanın ontolojik gayesi de budur. Bu bağlamda Anayasa’nın 24. maddesinde yapılacak bir ekleme başörtüsü kullanma(ma)yı din ve vicdan özgürlüğünün bir parçası olarak güvence altına alabilir. Ancak unutmayalım ki hürriyetçi demokrasiyi kalıcı olarak tesis etmenin yegane yolu 12 Eylül askeri rejiminin otoriter ruhunu taşıyan 1982 Anayasası yerine yeni ve sivil bir anayasa yapmaktan geçer. Herkese güven veren, hiçbir öteki bırakmayan bir anayasa Türkiye’nin yeni yüzyılındaki “magnum opus”u olacaktır.