Küresel Finans Krizi’nden bu yana iktisat politikaları ile ilgili hararetli tartışmalar yaşanıyor. Krizden önce birçoklarının adeta iman ettiği neoliberal tandanslı politikalar günümüzde ciddi bir şekilde sorgulanıyor. Çoğu insanın kriz öncesinde bırakın uygulamayı, önermeye dahi cesaret edemeyeceği politikalar kriz sonrasında sıradanlaştı.
Kuşkusuz bu hararetli tartışmalardan ve değişim sürecinden en fazla nasibini alan kurumların başında merkez bankaları geliyor. FED, ECB, BoE ve BoJ gibi gelişmiş ülkelerin merkez bankaları krizin etkilerini azaltmak adına trilyonlarca dolarlık tahvil alımları gerçekleştirdi. Hatta içlerinden negatif faiz uygulamaya başlayanlar oldu. “Olağandışı dönemlerde olağandışı politikalar uygulanır” anlayışını güden merkez bankaları küresel ekonomiyi canlandırma konusunda çok başarılı olamadılar.
Merkez bankaları ekonominin dişlilerini tekrardan döndürmek için piyasadaki likidite akışını canlandırarak finans kurumlarının riskli tahvillerini satın almayı tercih ettiler. Yapmış oldukları bu tercihten dolayı hedeflerini bir hayli ıskaladılar. Zira kasalarındaki tahvilleri merkez bankalarına satan finans kurumları, ellerine geçen paraları kendi zararlarını kapatmak için kullanmanın yanı sıra, kendi ülkelerindeki tüketicilere ve girişimcilere kredi sağlamak yerine kendilerine daha yüksek getiri sağlayan gelişmekte olan ülkelere yönlendirdiler. Dolayısıyla bu bol sıfırlı tahvil alımları çoğu gelişmiş ülkede ekonomik aktiviteyi istenen ölçüde artıramadı.
Konuşmak için henüz erken olsa da, bankaların kredi vermesini daha fazla teşvik etmek için bazı merkez bankalarının faizleri negatife çekmesinin ne denli başarıya ulaşabileceği büyük bir soru işareti. Zira krizin yükseltmiş olduğu belirsizliklerden dolayı, ne bankalar şirketlere kredi vermek istiyor ne de şirketler böyle bir ortamda yatırımlarını artırmayı düşünüyor. Sonuç olarak negatif faiz gibi geleneksel olmayan politikalar dahi ekonomiyi canlandırmanın yakınına yaklaşamıyor.
Merkez Bankalarının Yumuşak Karnı: Enflasyon Hedeflemesi
Bütün bunların yanı sıra 1990’ların başından bu yana büyük bir inançla uygulanan enflasyon hedeflemesi ise merkez bankalarının yumuşak karnı haline geldi. Küresel Finans Krizi’nden önceki yaklaşık yirmi yıl birçok ülkede enflasyonu başarıyla kontrol altında tutan enflasyon hedeflemesi politikası son dönemde çalışmıyor. Bazı merkez bankaları enflasyon hedeflerinin altında kalırken, bazıları ise hedeflerinin oldukça üzerinde bir enflasyon oranı ile mücadele etmeye çalışıyor. Bunun neticesinde de birçok iktisatçı enflasyon hedeflemesinin miadını doldurduğunu iddia etmeye başladı. Sonuç olarak merkez bankalarının uyguladığı politikaların ekonomik aktiviteyi artıramaması, bu politikaların sorgulanmasına neden olmaktadır. Ben Bernanke’nin FED başkanlığı görevinden ayrıldıktan sonra İngiliz yayın kuruluşu BBC’nin siyasetçileri ve politika yapıcıları terleten mülakat programı Hardtalk’ta verdiği cevap ilginçti. Program sunucusu, Bernanke’ye FED’in görevlerinden bir tanesinin de ABD’de artan gelir dağılımı adaletsizliğini düzeltme olup olmayacağını sordu. Bir merkez bankasının tabii ki gelir dağılımı adaletini sağlama gibi bir hedefinin olamayacağının farkında olan sunucu, bu sorusuyla bir nevi merkez bankalarının finans piyasalarından ziyade reel ekonomiye ve halka daha fazla dokunan politikaları neden uygulamadığını sorgulamış oldu.
Eleştiri Müdahale Değildir
Öte yandan merkez bankaları politikalarıyla ilgili tartışmalar Avrupa Birliği’nde de yoğun bir şekilde yaşanıyor. Özellikle Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) son dönemde uygulamış olduğu politikaların Alman ekonomisine zarar verdiğine dair eleştirel sesler son haftalarda sıkça duyulmaya başlandı. Almanların yapmış olduğu bu eleştirileri ECB’nin bağımsızlığına müdahale olarak görenler oldu. Angela Merkel ise konuyla ilgili yapmış olduğu açıklamada Almanların ECB’nin uyguladığı politikalar hakkında görüş bildirme haklarının olduğunu ancak bu eleştirilerin ECB’nin bağımsızlığına yönelik bir müdahale olmadığını belirtti.
1929’daki Büyük Buhran ve 1970’lerde ki stagflasyon sarmalı gibi ciddi ekonomik sıkıntılardan sonra ekonomik yaklaşımlar ve politikalarda ciddi kırılmalar yaşanmıştı. Benzer şekilde Küresel Finans Krizi’nden sonra da bu kırılmanın yaşanması kaçınılmazdır. Böyle bir dönemde merkez bankaları da kendilerine yeni bir yol haritası aramaktadır. Küresel ekonomiye yön veren merkez bankalarının ekonomik büyümeyi kısa ve orta vadede canlandırabilecek politika arayışına girmeleri gerekmektedir. Görünen o ki dünyanın böyle yıkıcı bir krizi deneyimlemesine neden olan açgözlü finansal kurumlara para pompalamak piyasaların ihtiyacı olan likiditenin oluşmasını sağlamamaktadır. Yeni istihdam alanları oluşturan, inovasyonlara imza atan, ihracat yapan şirketlerin ve sektörlerin likiditeye daha kolay ulaşabileceği alternatif politikaların tartışılması gerekmektedir.
Bununla birlikte merkez bankalarının olabildiğince koordineli bir şekilde çalışmaları gereklidir. Küresel piyasalara yön veren merkez bankalarının dünyayı farklı yerlere çekiştirip hem insanların kafasını karıştırmamaları hem de olası kur savaşlarına neden olmamaları için işbirliği içinde hareket etmeleri büyük önem taşıyor. Para politikalarının tek başına yeterli olmayacağı gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, dünya genelinde aynı derecede hummalı çalışmaların finansal düzenlemeler, maliye politikaları ve yapısal reformlarda da gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde son sekiz yıldır dünyanın gündemini meşgul eden bu krizin etkilerini küresel çapta belli bir süre daha yaşamak zorunda kalırız.