60’lı yılların ikinci yarısından 70’lerin sonuna kadar Almanya, basın tarafından oluşturulan bir kaos ile çalkalanmaktaydı. Önceleri barışçıl başlayan gençlik gösterileri, 1967 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Federal Almanya’ya yaptığı ziyareti sırasında yaşanan hadiseler sebebiyle kanlı bir sürece evrilmiş ve üniversite öğrencisi Benno Ohnesorg’un polis tarafından vurularak öldürülmesi ile 68 olaylarına zemin hazırlamıştır.
Basının kışkırtmaları sonucu öğrenci lideri Rudi Dutschke sokak ortasında silahlı saldırıya uğramış, kafatasına giren mermilere rağmen hayatta kalmış ancak yıllar sürecek bir kan davası başlamıştır. Basın toplumsal olaylar karşısında bir taraftan devleti diğer taraftan sol örgütleri kışkırtmakta, Axel Springer sola saldırırken Der Spiegel devleti sorgulamakta idi; öyle ki Başbakan Willy Brandt, Der Spiegel dergisinden bahsederken ağzını bozmuş ve “Scheißblatt” (...tan dergi) demiştir. 19 Mayıs 1972 günü Axel Springer’in Hamburg’ta bulunan merkezine sol RAF örgütü tarafından yapılan saldırı, Alman basınının siyasal tartışmaların odak noktasına yerleştiği bir dönemi gözler önüne sermekte idi. Yıllar sonra RAF örgütü hakkında yapılan araştırmalar ortaya koymuştur ki Federal Alman devleti bu dönemde sol terörün tırmanmasında pay sahibidir ve böylelikle 68 jenerasyonu ile yükselişe geçen solu marjinalleştirerek, toplumsal muhalefetin geniş kesimlere sirayet etmesine mani olmuştur. Alman devleti bizzat basını bu marjinalleştirme sürecinin merkezine oturtmuş ve merkez basını kullanmıştır.
Alman basınının devlet ile arasındaki enstrümantalize olmuş ilişkisi 60’lardan günümüze benzer karakter arz ederek gelmiştir. Bu tavır bir süredir Türkiye ile Almanya arasında yaşanan gerilimli süreçte de kendisini ortaya koyuyor. Alman basını darbe öncesi ve sonrası Türkiye karşıtı yayın politikası ile resmen söylenemeyenleri en sakil ifadelerle dile getirmekten geri durmuyor. İlginç bir biçimde gözlemlenmektedir ki Bild gibi bulvar gazeteleri ile Die Welt ve Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi daha seviyeli kabul edilen gazeteler, söz konusu Türkiye olunca kullandıkları haber dilinde benzer seviye yahut seviyesizlikte buluşmaktadır. 15 Temmuz darbe girişimi öncesi ve sonrası Alman medyasında kullanılan dil, yaratılmakta olan “diktatör Erdoğan” imajının pekiştirilmesi, bununla birlikte darbenin başarısız olmasına kahrolan bir Almanya’yı gözlerimize sokmaktadır.
“Diktatör”ün Ülkesi ve Mülteci Krizi
Sözlük anlamı “ayna” olan Der Spiegel, Alman devletinin Türkiye ile ilgili algı çalışmalarına aynalık yaparcasına 15 Temmuz darbe girişimi sonrası “Brennpunkt Türkei” başlıklı bir Türkiye özel sayısı yayımlayarak darbeye yaklaşımını ortaya koydu. Brandt’ın ifadesiyle “Scheißblatt” Der Spiegel; Türkiye’de adeta hiç darbe girişimi yaşanmamış, sivil halka ateş açılmamış; aksine çıldıran Erdoğan taraftarlarının meydanları doldurduğu ve karşıtların sindirildiği bir otokratik devlet ortaya çıkmışçasına bir yaklaşım sergiliyor. Bir diktatörün ülkesinden başka bir yer olmayan ve diktatör destekçilerinin cadı avına çıktıkları bir üçüncü dünya ülkesi olan Türkiye, Alman kamuoyuna ezberletilmektedir. Ancak böyle bir ülke Avrupa’yı mülteci akını ile tehdit edebilir, baskı ve şantajla vize serbestisi pazarlığı yapabilir. İnsan hayatına değer vermeyen bir diktatör, insan hayatı üzerinden Avrupa ile müzakere edebilir. Gazetelerin okur yorumları, böylesi bir ülkede yaşanan darbe girişiminin meşruiyetine ve demokrasi karşıtı güçlere Türkiye’nin ne kadar ihtiyacı olduğuna yönelik binlerce görüşle dolu. Bu imaja neden ihtiyaç duyulduğu ise bizce malum.
19 Eylül seçimlerinde yaşadığı hezimet sonrası, “Zamanı geri getirebilsem mülteci krizini daha farklı yönetirdim” diyen Merkel’in Almanya’sı, geri kabul ve vize serbestisi anlaşmasının suya düşmesinin an meselesi olduğu şu günlerde, olası bir mülteci krizine karşı Alman kamuoyunu konsolide etme gayretinde. Bu konuda Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak ve elini mümkün mertebe zayıflatmak isteyen Berlin, uluslararası arenada Ankara’ya karşı elindeki tüm kozları oynuyor.
Mülteci krizinin çözümüne yönelik müzakerelerin sürdüğü bir dönemde Alman Meclisinin 1915 olaylarını soykırım olarak tanıması, yaşadığı siyasal kaos ortamında Almanya’nın ne kadar ucuz metotlara tevessül edebileceğini ortaya koymuştur.
Bununla birlikte kamuoyunu Türkiye karşıtlığında birleştirmenin Alman siyasetini bir kurtuluştan ziyade çıkmaza sürüklediği gerçeği, sadece aşırı sağ AfD partisinin katettiği gelişmeden yola çıkarak bile okunabilir. Merkez siyasetin çözüm üretemediği ve umudun her geçen gün marjinal partilere doğru yöneldiği Almanya, çareyi Türkiye karşıtlığında arayarak kendisini daha da içinden çıkılmaz bir girdaba sürüklüyor. Almanya’nın en büyük medya patronu Axel Springer’in gazetelerinde Türkiye’ye karşı seviye düştükçe ve Der Spiegel Türkiye aleyhinde her geçen gün daha da sertleştikçe, Alman seçmeni Türkiye ile müzakere eden Merkel’i ve merkez siyaseti cezalandırıyor. Kim bilir belki de tüm bunlar Merkel’i Türkiye üzerinden bitirmek için yapılıyor. Alman siyaseti yeniden dizayn ediliyor ve Türkiye bu sürecin en önemli argümanı olarak karşımıza çıkıyor.