15 Temmuz 2016’dan, yani Türk siyasi tarihi ve Türk demokrasisinin en karanlık gecelerinden birinin yaşandığı, Türkiye’de askeri bürokrasi içerisinde on yıllardır yuvalanan Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) ülkeyi ele geçirmeye çalışmasının üzerinden tam beş yıl geçti.
FETÖ ile mücadele, o gece Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrısıyla, Türk halkının seçilmiş hükümete ve demokrasiye 251 şehit vererek sahip çıkması ile başladı. Türk halkının cesareti ve vatanına sadık asker, polis ve kamu görevlilerinin özverili çabaları ile girişim akamete uğratıldı.
15 Temmuz 2016’da yaşanan aslında bir darbenin de ötesinde, bir “işgal girişimiydi.” Çünkü askeri darbelerde darbeciler, ülkedeki iktidarı ve iktidarın yönettiği kurumları cebir ile kontrol altına almaya çalışır. Meclis ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesi gibi yapılar saldırıya uğramaz, çünkü bunlar milletin birliği ve beraberliğini temsil eden sembollerdir. 15 Temmuz 2016’da Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin hedef alınması, aslında bir açıdan Türkiye’nin milli birliğinin de hedef alınması ve sonrasında adeta bir “işgal” girişimi anlamına geliyordu.
Beş yıldır FETÖ ile mücadele, diplomasi kullanılarak, hukuk çerçevesinde sürüyor. Birçok alanda başarılar elde edildi, FETÖ hem Türkiye hem Türkiye dışında birçok alanda geriletildi, çok sayıda elebaşı yurtdışından Türkiye’ye getirildi ve yargıya teslim edildi.
Ancak 15 Temmuz 2016’da, darbe girişiminin o ilk kaotik saatlerinden itibaren “suçüstü yakalanan” Batı medyasında, geçen 5 yıl içinde bir değişiklik olduğunu söylemek güç. Aslında bu Batı medyasının Türkiye’ye karşı çok eskilerden kalan bir alışkanlığı. Tıpkı 1962’de, Türkiye’de Talat Aydemir cuntasının başarısız darbe girişimini, “Türkiye’de ihtilal oldu ama kimin kazandığı belli değil. Mikrofonda biri biz, diğeri biz kazandık diyor” şeklinde duyurarak, seçilmiş hükümeti devirmeye çalışan cuntacıları bir “taraf” olarak gören Batı medyası, bugün de aynı yoldan ilerliyor.
Aradan geçen yıllarda Türkiye çok değişti; modernleşti, kurumsallaştı ve büyüdü ancak Batı medyasının Türkiye’ye “yukarıdan bakan” “ayrımcı” bakış açısında, hiçbir değişiklik olmadı. Hatta Türkiye’nin daha da “özgürleşmesinin” oluşturduğu rahatsızlık, Batı medyasında zaten var olan o “ön yargıyı” giderek daha somut hale getirdi.
Batı medyası, 15 Temmuz darbe girişiminde, hiç hayrete düşmeden, şaşırmadan, her haberde, her son dakika gelişmesinde “meşru iki taraftan” bahsetti: Seçilmiş bir hükümet ve FETÖ’nün içine sızdığı askeri bir cunta. Sanki hep savundukları demokratik bir rejimde, halkın oyuyla seçilen bir hükümetin, bir terör örgütü ve cunta tarafından devrilmeye çalışılması, darbecileri meşru hale getiriyordu.
Batı medyası, Türkiye konusunda adeta “eteklerindeki taşı döktü.” Hatta, 1962’de Talat Aydemir cuntasını “iki taraf” olarak nitelendiren Batı medyası, 15 Temmuz’dan yaklaşık bir yıl sonra daha da ileri gidiyor ve İngiliz basınının önde gelen bir ismi, James Bryant, “hükümetin yaptıklarını eleştirecek” insanlar aradığını ve “bugünlerde öylelerini bulmakta zorlandığını” belirttiği e-postalar atıyordu. Yani objektif olmakla övünen Batı medyası, Türkiye söz konusu olduğunda “darbe yanlısı” görüş arayışına giriyordu.
Türkiye’nin çok değiştiği, 50 yıl öncesinin Türkiye’si olmadığı, Batı medyasının hiç dikkatini çekmedi. Tıpkı 1960’larda olduğu gibi, darbe girişimini ve halkın bu girişimi bastırma çabalarını ele alırken kalıplarını, ön yargılarını ve ezberlerini devreye soktular, hatta bunlara bir de manipülasyon ve yalanları eklediler.
Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtı sloganlar arka arkaya atıldı, halkın sokaklarda darbeci teröristlere karşı verdiği mücadele görmezden gelindi. Gezi kalkışmasını “özgürlük mücadelesi” olarak sunan Batı medyası, 15 Temmuz direnişinin sivil yanını kararttı, meydanlardaki halkı “İslamcı militan” olarak nitelemekten geri durmadı.
Yalanların, asparagasların, aşırı yorumların, manipülasyonların ardı arkası kesilmedi. Çünkü her zamanki gibi “demokratiktiler” ve haberin “tüm taraflarına eşit mesafede” olmaları gerekiyordu. 15 Temmuz 2016’da başlayan bu tavır, takip eden aylarda “şekil” değiştirerek sürdü.
Aslında 15 Temmuz 2016 gecesi ve takip eden bir ay içinde Batı’nın ana akım medyası incelendiğinde, iki yüzlülüğü ve uluslararası manipülasyonu açıkça gözler önüne seriliyor.
“Önyargı, Manipülasyon ve Yalan” Hikayesi
Öncelikle darbe girişiminin ilk saatlerinde daha henüz hiçbir şey netleşmeden verilen kritik haberlerle başlayalım. Bu haberler aslında Batı medyasının 15 Temmuz’a ilişkin ileride vereceği haberlerin de işaret fişeğiydi.
ABD’nin önde gelen muhafazakar bir haber kanalı tarafından izleyenlere aktarılan haberlerde, ön yargının sınırları zorlandı. Konuk alındığı programda, daha sonra bir süre Trump’ın danışmanlığını da yapan Dr. Sebastian Gorka’nın sözleri, Amerikan televizyonunun niyetini gözler önüne seriyordu; “Ordu DEAŞ’a yardım eden Cumhurbaşkanına ‘artık yeter’ dedi.” Kanal adeta darbecilerin başarılı olduğundan hareket ederek, haberleri yansıttı. Dr. Gorka’nın, darbe girişimini Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tümüne mal etmesine zemin hazırlayarak, “laik ordu” ile “İslamcı Cumhurbaşkanı” ön yargısını pekiştirdi.
Darbe girişiminin ilk saatlerinde aynı kanalın bir diğer yayınına ise dönemin ABD İçişleri Bakanlığı Güvenlik Komitesi Başkanı Michael McCaul konuk alındı. McCaul’un ifadeleri, “darbe ABD’nin çıkarlarına zarar vermiyorsa, sorun yok” anlamındaydı. McCaul şunları söyledi; “Ordu, Erdoğan’ın İslamcı eğilimlerine tepki verdi.” Ancak yayında TBMM’nin vurulması, sivillerin tanklar tarafından ezilmesi ve helikopterlerin sivillere ateş açmasından hiç bahsedilmedi, adeta olgular bir kenara itilerek, algılar öne çıkarıldı.
15 Temmuz hain darbe girişiminin ilk saatlerinde Batı medyasında yer alan bir başka “yalan haber” ise “sorgulama” kisvesi altında verildi. Bunu yapan ise Batı medyasının en “saygın” yayın organı olarak lanse edilen ABD merkezli bir gazeteydi. Bu meşhur ve “tarafsız”! gazete, “Erdoğan’ın nerede olduğu bilinmiyor” başlıklı haberinde, sosyal medyadaki sözde iddiaları sorguladı. Gazete, darbenin ilk saatlerinde FETÖ tarafından çeşitli mecralarda ortaya atılan “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kaçtığı” yalanını, “söylentiler” şekliyle verdi. Haber, hiç vakit kaybedilmeden, FETÖ iltisaklı sosyal medya hesapları tarafından defalarca paylaşıldı. Zaten amaç da buydu. Bir kez daha, olgu yok sayılıyor, algı yönetimi devreye giriyor ve Türkiye Cumhurbaşkanı’nın “itibarsızlaştırılması” için yayın yapılıyordu.
Bu haber, yine ABD ve İngiltere’nin önde gelen televizyon ve gazetelerin internet sitelerinde de ayrıntılı bir şekilde yer aldı. Hatta bir İngiliz gazetesi, bu haberi daha da abartarak, Almanya’nın Bonn kenti üzerindeki hava trafiğine ait bir fotoğraf paylaştı ve “Bu, darbenin ardından sığınma hakkı isteyen Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Avrupa üzerindeki uçağı mı?” diye sordu.
İşin ilginç yanı, haberin asıl kaynağı olarak bir Amerikan televizyonunda çalışan Kyle Griffin isimli bir yapımcı gösteriliyordu. Griffin bu haberi, sosyal medya hesabından paylaşmış ve sonra silmişti. Kyle Griffin’in Amerikan derin devletine çalışan birisi olduğu iddiaları da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’den ayrıldığı “yalan” haberinin daha da sorgulanmasını meşru hale getirdi. Hatta Türkiye, söz konusu kanaldan “yalan” haber için özür talebinde bulundu. Ama amaç hasıl olmuş, darbe girişiminin ilk saatlerinde istenen algı oluşturulmuştu. Her zaman olduğu gibi sosyal medyada, yalan haber on binlerce etkileşim alırken, “yalanlama” sadece bunun altıda biri kadar etkileşim aldı.
Bir Batı Medyası Klasiği Daha…
15 Temmuz darbe girişimin hemen ardından, Batı medyasında manipülatif bir başka haber, tıpkı Türkiye’deki 1962 cuntası sırasında olduğu gibi İngiltere’nin önde gelen bir yayıncısından geldi. Bir televizyona konuk olan dünyanın tanınmış diplomasi editörlerinden Tim Marshall, “Erdoğan’ı öldürmeleri gerekiyordu” ifadelerini kullandı. Marshall’ın tam sözleri şöyleydi; “Darbeci askerler iki büyük hata yaptılar. Biri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın öldürülmemesi, diğeri de televizyon kanallarının kapatılamamasıydı.”
Marshall her ne kadar hemen ardından “Bunu tabii ki savunmuyorum” ifadesini kullansa da “akademik” bir çerçeveye sokularak verilmek istenen mesaj aktarılmıştı. Gerçek yine baskılanmış, Batı tarafından demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak dayatılan “bağımsız seçimlerle” iktidara gelmiş bir hükümeti darbe ile devirmeye çalışan cuntacılara, nasıl başarılı olabilecekleri anlatılmıştı.
İngiliz basınının önde gelen sosyal demokrat eğilimli bir gazetesi ise, darbe girişiminden iki gün sonra, girişimin arkasındaki isim olan FETÖ elebaşı Gülen’in küçük bir grup gazeteciye verdiği mülakatı manşetine taşıdı. Haber, “Fetullah Gülen: Türkiye’deki darbe Erdoğan rejimi tarafından kurgulanmış olabilir” başlığını taşıyordu. İlginç olan, haberin yayına konuluş saatiydi. Haber gazetenin internet sitesine Türkiye saati ile 17 Temmuz 2016 Pazar günü tam gece yarısı konuldu. Yani Türkiye’de darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmasının hemen ardından ve hatta darbecilere karşı ülkesini koruyan şehitlerin sayılarının dahi tam belli olmadığı bir anda gazete, terör örgütü lideri ile röportaj gerçekleştirdi. Üstelik gazetenin attığı bu manşet, darbeden sonraki günlerde gerek Batı basınında gerekse Batı ve Türkiye kamuoyunda gündeme getirilecek olan, “kurgu” ve “tiyatro” gibi tartışmaların işaretiydi. Bir kez daha gerçek baskılanmış ve oluşturulan söylem, yeni gerçek olarak sunulmuştu.
Aynı haber, İngiltere’nin tabloid gazetelerinde de yer aldı. Söz konusu gazete “Kurgu muydu? Türkiye’deki darbeyi yönetmekle suçlanan adam, her şeyi Cumhurbaşkanı’nın kurguladığını söylüyor” manşetini kullandı. “Tarafsızlıkla” ve “herkese eşit mesafede” durmakla övünen İngiliz medyasının bu temsilcisi haberinde, sadece FETÖ elebaşının ifadelerine yer verdi ve Türkiye’den hiç bahsetmemekte bir beis de görmedi.
İnsan Hakları ve “Otoriterlik” Söylemine Geçiş
15 Temmuz darbe girişiminin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde Türk halkı tarafından akamete uğratılması ve darbecilerin tutuklanmaya başlamasının ardından ise Batı medyası, bu kez yeni bir hikayeye yönelmeye başladı.
Haberler, artık “insan hakları ihlalleri” ve Türkiye’nin “otoriterliğe” doğru gittiği manipülasyonu üzerine kuruluyordu. Çünkü, tam bağımsız bir dış politika izleyen ve ittifaklarını kendi ulusal çıkarları ve güvenliği için çeşitlendiren Türkiye, artık Batı ile “eşit” ilişki kurmak için adımlar atıyordu. Hal böyle olunca, “otoriterlik” ifadesi, Batı ile “eşit” ortaklık isteyen bir lideri cezalandırmak için Batı’da en kolay satılabilecek ifadeydi.
Çok bilinen bir ana akım ekonomi dergisi, “Türkiye’deki başarısız darbe: Erdoğan’ın intikamı” manşetini kullandı ve otoriterlik vurgusu yaparak, darbecilere yönelik soruşturmaları itibarsızlaştırmanın kapısını araladı.
Otoriterlik tezviratına katılan Batı medyasının önde gelen gazeteleri arasında İngiltere’nin sosyal demokrat eğilimli bir gazetesi de yer aldı. Gazetenin editoryal yazısında, “Seçilmiş diktatörlüğe dikkat” başlığı vardı. Gazete darbenin hemen sonrasında FETÖ üyelerinin gözaltına alınışına ağırlık verdi ve sadece sayılara odaklandı. Oysa yorumda, bu kişilerin neden gözaltına alındıkları ve kendilerine yöneltilen suçlamalara ilişkin tek bir sorgulama dahi yapılmadı. Batı medyası, olguyu, algıya dönüştürme yolunda kilometre taşlarını yavaş yavaş döşüyordu.
Almanya basını da bundan geri durmadı. Ülkenin önde gelen haber dergisi, çok daha suçlayıcı bir manşete yer verdi. Derginin haberinde, zaten Türkiye’nin otoriterliğe kaydığı, ülkesini korumak için sokaklara çıkan Türk halkının tamamının İslamcı eğilimler taşıdığı ve bunların muhalefet için tehlike oluşturduğu ifadeleri yer aldı.
Bunlar 15 Temmuz 2016 günü ve takip eden bir ay içinde Batı medyasında, darbeye ve Türkiye’ye bakışın ne kadar taraflı olduğunu gösteren çok sayıda haberden sadece birkaç örnek. Bunlar gibi çok sayıda haber ve özellikle de makalenin yayınlandığını belirtmekte fayda var.
Olgudan Algıya Geçiş
15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında yaşananların Batı medyasında haberleştirilme tarzı, aslında iki özelliği ortaya çıkardı. Öncelikle darbe girişimini olgusal bağlamından çıkarıp, geçmişte yaşanan olaylar ya da kanaatler ile bağlantı kuruldu. İkinci olarak da, darbe girişiminin oluşu doğal akışından koparıldı ve örtük bir neden-sonuç ilişkisi içinde, AK Parti hükümetinin “baskıcı” politikalarının doğal sonucu olarak yeniden kurgulandı. Bu da darbenin anti demokratik olduğu, seçilmiş bir hükümetin darbeyle düşürülmesi gibi konuların tartışılması yerine, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetim tarzı ve dünya görüşü üzerine yapılan sürekli vurgu ile olay örgüsünün bulanıklaşmasına ve gerçeklik ile ideolojinin yer değiştirmesine neden oldu.
Batı medyasında yer alan 15 Temmuz darbe girişimi haberlerinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsına odaklandığına da dikkat etmek gerekiyor. Yani bu süreçte darbe girişimi, darbeciler, FETÖ, FETÖ’nün uluslararası bağlantıları gibi asli unsurları irdelemek yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik kanaatler öne çıkarılarak, darbeyi yapanlar lehine etki oluşturulmaya çalışıldı. Kurgulanan bu girişimin bir yere kadar başarılı olduğunu da “ne yazık ki” ifadesini kullanarak belirtmek gerekiyor.
O dönemdeki haberler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “otoriterliği” ve “İslamcılığı” üzerinden ideolojik hale getirildi ve darbenin Türk halkı ve Türk demokrasisi üzerinde oluşturduğu olumsuz etki ile Türk milletinin fedakarca sergilediği şanlı direniş, tamamen göz ardı edildi. Bu durum aslında Ocak 2014’te MİT tırlarının durdurulması ile başlayan ve Türkiye’nin “radikal gruplara” destek verdiği algısının oluşturulmasını amaçlayan ve ardında yine FETÖ’nün olduğu algı mühendisliğinin bir başka halkasıydı. Türkiye’de “İslami” eğilimleri öne çıkan hükümet, “laik” ordunun “sabrını taşırmıştı.” Bu algının oluşturulması ve pekiştirilmesi gerekiyordu; bunun için de her türlü imkan kullanılmalıydı. Bu, “darbecileri” masum göstermek olsa bile…
Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta ise, tam olarak neye vurgu yaptığı açıkça söylenmeyen ve farklı algılanmaya imkan veren kavramlara yer verilerek alternatif bir gündem oluşturma çabası. Böylece darbenin kamuoyu üzerindeki etkileri önemsizleştirildi, darbeyi planlayan ve uygulayanlar masumlaştırılmaya çalışıldı, bunun tam aksine darbe yapılmaya çalışılan seçilmiş meşru hükümet ve Cumhurbaşkanı Erdoğan bir “suçlu” gibi gösterildi.
15 Temmuz darbe girişimi sırasında Batı medyasındaki haberler, yorumlar ve söyleşiler incelendiğinde şu sonuçları çıkarmak mümkün: Batı medyası darbe girişiminin başlamasıyla aynı anda darbenin başarılı olacağını öngördü, darbenin olağan ve beklenir olduğu değerlendirildi, asıl sorumlular muğlaklaştırıldı ve seçilmiş hükümet hakkında suçlamalar ön plana çıkarıldı, 251 şehit ve binlerce gazi göz ardı edildi, cuntacıların sözde mağduriyeti ön plana çıkarıldı, darbe odak noktası olmaktan çıkarıldı ve Türkiye’de demokrasi eksikliği ve seçilmiş cumhurbaşkanı hakkındaki suçlamalar, merkeze alındı. Bu suçlamalar, darbeyi meşru göstermek için kullanıldı. Son olarak darbe, demokrasi dışı bir eylem olarak ele alınmadı ve Türkiye gibi ülkelerde mümkün, hatta makul bir olgu olarak gösterildi.
Peki, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Batı medyasında Türkiye’ye karşı görülen bu tutum yeni mi? Maalesef hiç değil… Ancak vurgulanması gereken, Türkiye’de sivil siyaset güçlendikçe, halk iktidarın merkezine oturdukça, demokrasi sahiplenildikçe ve Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğinde ileri doğru giden modernleşme ve belki de hepsinden önemlisi bağımsız bir politika uygulanmaya başlandıkça, Batı medyasında bu tür tutumlar, dikkat çekici bir şekilde artmaktadır.