Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde, ülkeyi 12 Eylül 1980 askeri darbesine götüren dinamikler ve darbeyi izleyen dönemler, birtakım temel siyasi-toplumsal hususlarda negatif gelişmelerin iyiden iyiye serpildiği dönemler olarak hatırlanıyor ve biliniyor. Esasen çok daha eski bir tarihsel zemine oturan bir mesele olarak “etnisite-siyaset-toplum” ilişkisi, 12 Eylül darbesinin ardından daha kesif ve yakıcı bir forma bürünerek, siyasal sahneyi de kuşatacak bir dinamiğe evrildi. Kürt kimliğini merkeze alan oluşumların siyasi sahneye çıkışı ile terör faaliyetleri üzerinden kendisine toplumsal-siyasal etki alanı inşası çabasındaki PKK’nın toplumsal ve siyasal alanı enfekte etmesi çoğu zaman bir arada yürüdü. Hatta öyle ki PKK ile hiçbir angajmanı olmayan, beraberinde kimlik siyaseti üzerinden kendisine bir alan açmak isteyen herhangi bir oluşumun, öncelikle PKK tarafından sönümlendirildiği, baskılandığı ve ezildiği bir iklimde bulduk kendimizi. Bu dinamik ise özellikle 12 Eylül darbesi sonrasındaki süreç ve 90’ların yakıcı, tahrip edici atmosferi ile birleşerek bugünlere taşındı. HDP bu toplu sürecin ürünlerinden biri.
HDP’yi bugün analiz etmek, bu bakımdan, çizgisinin tarihsel gelişimini bilmekten geçiyor. 12 Eylül sonrası sürecin neticelerinden birisi, doğrudan kimlik siyaseti üzerinden yükselen oluşumların siyasal partileşme sürecine girmiş olmaları idi. 1990’da kurulan Halkın Emek Partisi (HEP), bu dinamiğin bir tezahürü oldu. Esasen HEP, Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) içindeki Kürt meselesi kaynaklı bir iç krizden doğdu; yedi Kürt milletvekilinin SHP’den ihraç edilmesinin akabinde üç milletvekilinin daha katılımıyla kurulan, SHP içinden çıkan bir siyasi parti idi. Partinin ana omurgasına bakıldığında sadece Kürt vekillerin değil, Türk solunun ve işçi hareketinin önde gelen isimlerinin bulunduğu bir fotoğraf var önümüzde. Bu, etnik siyaset zemininde bir siyasal inşa ve oluşum içerisinde olan bu çizginin tarihsel süreçte de Türk solu ile iç içe olan yapısını anlatması bakımından önemli; zira sonrasında aynı çizgiden gelen tüm partilerin benzer bir kompozisyona sahip olması, bu bakımdan, şaşırtıcı ya da yeni bir durum olarak görülmemeli. PKK ile angajman ise bu fotoğrafın diğer, ancak temel yanı. Ki 1984’te ilk eylemini gerçekleştirdiği Eruh ve Şemdinli saldırılarından sonra kendisini adım adım bir sonraki safhaya taşıyan, gerçekleştirdiği terör eylemlerini, 80’lerin sonları ve 90’ların hemen tamamı boyunca siyasal-toplumsal zeminde yaşanan hak ihlalleri üzerinden meşrulaştıran ve nihayetinde siyasi yapılaşma perspektifini de buna katan PKK, tesis ettiği alt birimler üzerinden etki alanını sürekli genişleten bir pozisyonda duruyordu. Bu, ilgili siyasi çizginin parti kimliği ve organizasyonel yapılanmasına dair olan boyut; ki meselenin içsel tarafı. Meselenin dışsal tarafında ise, 90’ların yakıcı ortamında devletin hem bu çizgiden gelen partilere hem de PKK ile hiçbir angajmanı olmayan, beraberinde Kürt meselesine temas eden ve buradan bir siyasal dil ve projeksiyon geliştiren diğer partiler ve oluşumlara uyguladığı baskıydı. Bu çerçevede o süreçte PKK muhalifi Kürt siyaseti-merkezli partilerin de Anayasa Mahkemesi tarafından sistematik şekilde kapatılması, sürecin toplu şekilde PKK’nın etki alanına terkedilmesi ve siyasal alanın daraltılarak enfekte olmasına sebebiyet veriyordu. İşte bugün bu meseleyi, bir taraftan doğrudan PKK angajmanı olan, bir taraftan ise tarihsel ve toplumsal referanslarını etnik kimlik siyaseti üzerinden bulan bir aktör olarak HDP üzerinden tartışmamız bu zeminden ileri geliyor.
Örgütlenme Sonuçları
Sayısal veriler de bize bu konuda bir fikir sağlıyor. HEP geleneği genel seçimlere ilk kez HADEP adı altında 1995’te kendi başına katıldı ve yüzde 4,2 oranında bir oy aldı. 1999’da Öcalan’ın yakalanmasının ardından yapılan genel ve yerel seçimlerde ise HADEP oy oranını yüzde 4,7’ye çıkardı. 2002 genel seçimlerinde DEHAP’ın oyu yüzde 6,2 oldu. HEP geleneği 2007’den sonra ise ülke barajı nedeniyle seçimlere bağımsız aday formülüyle girmeye başladı. 2007’deki kampanyanın başlığı “Bin Umut Adayları” idi. Bu seçimde kazandıkları milletvekili sayısı 22’ydi, ki kendilerinin beklentisi olan 30-35 bandında bir öngörüye göre düşük sayılabilirdi bu. Fakat yine de HEP geleneği açısından bunun, 1991 seçimlerinden sonra ilk kez parlamentoya girmek anlamında ciddi bir karşılığı vardı. 2007’de işleyen bu formüle 2011 seçimlerinde de müracaat edildi ve BDP bu seçimlere “Demokrasi, Emek ve Barış Bloku” olarak girerek 36 milletvekili kazandı. HEP geleneği, parti kimlikleriyle girdikleri ilk üç seçimde (1995, 1999, 2002) hem oy sayısını hem oy oranını yükseltti. Bağımsız adaylarla girilen 2007 seçimlerinde parti olarak bir oy kaybı yaşayarak yüzde 4’lere düştü; fakat 2011 seçimlerinde oy oranını yeniden yüzde 7 (yüzde 6,6 ile) bandına getirerek ivmesini sürdürdü. 2011 seçimleri esasen HEP geleneği açısından parti içi kompozisyon bakımından da birtakım değişimlerin sinyalini veriyordu. Aday portföyünün genişletilmesi, farklı Kürt ve sol gruplarla iş birliğine gidilmesi, mütedeyyin kesimlere seslenen adaylara yer verilmesi ve tüm bunlar eksenli etkin bir örgütlenme, BDP açısından 2011 seçiminin temel açıklayıcı parametreleriydi.
İşte bu zeminden doğan HDP, esasen doğrudan Öcalan’ın BDP’ye “Türkiyeli bir kimlik” kazandırma gayesinin bir ürünü olarak siyaset sahnesine çıktı. Bu temel düşünceden hareketle 15-16 Ekim 2011’de, merkezinde BDP’nin yer aldığı, çevresinde ise -özellikle sol- farklı siyasi partilerden, sivil toplum kuruluşlarından, farklı etnik ve dini gruplardan 40’ın üzerinde bileşenin bulunduğu Halkların Demokratik Kongresi kuruldu ve yaklaşık bir yıllık çalışmanın ardından partileşmeye gidilerek 15 Ekim 2012’de HDP kuruldu. HDP’yi kurgularken Öcalan’ın temelde, BDP’nin sıkıştığı dar alandan kurtulması ve farklı toplumsal kesimlere hitap edilmesi ile ilgili bir amaç sahibi olduğu söylenebilir. Ki bu, ona göre, aynı zamanda Kürt sosyolojisinin ülkenin hem doğuda hem batıda kendisini yeniden tahkim etmesi için bir zemin de sunabilecekti.
Ayrıca, bir diğer faktör olarak, AK Parti iktidarları döneminde demokratikleşme ve reform adımlarının klasik BDP çizgisi siyasetinin tarihsel olarak belli oranlarda toplumsal karşılık bulmuş iddia ve suçlamalarını temelsiz bırakmış olduğu gerçeğinden hareketle, ilgili siyasi çizginin kendisini yeniden tanımlayarak yeni bir hareket alanı tesisine dönük bir amacı da ihtiva ediyordu. Yani ülkedeki demokratik iklim geliştikçe BDP’nin zamanla zemin kaybetme olasılığı ve Türkiye toplumuna sunabileceği herhangi bir siyasal-toplumsal vizyon ve projeksiyonun kalmayacağı öngörüsü, HDP’nin kuruluş niteliğine, saik ve dinamiklerine dair ciddi bir ufuk veriyor. Zira BDP, ülkede o zamana değin var olan ve “Kürt meselesi”ne temel zeminini veren unsurların bayraktarlığını yaparak serpilen bir parti hüviyetinde idi. Fakat gelinen nokta itibarıyla anadilde eğitim ve yerel yönetimlerde özerklik hususlarının dışında BDP’nin siyasi projeksiyonu ve müfredatında bir şey kalmamıştı. Bu da kendileri açısından yeni bir vizyon temelinde yeni bir siyasal alan tanımlamasını ve organizasyonel-kimliksel yapılanmayı gerekli kılıyordu. İşte bunun mücessem hali olarak HDP düşünülmüştü. Kendilerinin “Türkiyelileşme” adını verdikleri yeni bir siyasal alan tanımlaması idi bu.
Fakat bugün gelinen noktada, partinin ilk sözcüsü Ayhan Bilgen’in ifadesiyle HDP’nin “tersine Türkiyelileşme” sürecinin tam içine saplandığı gerçeği ile baş başayız. Zira süreç içerisinde her ne kadar pragmatik söylem ve hamleler ile manipüle edilmeye çalışılmış olsa da HDP açısından kurtulamadıkları iki temel yapısal bagaj söz konusu.
Vazgeçilmeyen PKK Siyaseti
Bunun en belirleyici ve asli olanı, PKK’nın partinin bizatihi kurucu iradesi olduğu gerçeği. Ki bu, partinin tarihinde en büyük oy oranına ulaştığı 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen akabinde, PKK’nın “devrimci halk savaşı”nı başlatarak çözüm sürecinin ardından yeniden ülkeyi terörize eden faaliyetlerine dönük doğrudan ve dolaylı desteğinde de partinin üst düzey yönetici ve milletvekillerinin kendilerini, varoluşlarını ve siyasi hareket alanlarını PKK ve onun kurduğu alt yapılanmalara refere ederek ifade eden söylem ve eylemlerinde de net biçimde kendisini hep gösterdi. Özellikle 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 seçimleri arasındaki beş aylık süreçte, KCK’dan gelen direktiflerin önce PKK yöneticilerine ve oradan da HDP eş genel başkanları başta olmak üzere milletvekillerine nasıl bir silsile olarak yansıdığı, arşivlerde halen duruyor. Esasen ilk işaret fişeğinin 6-8 Ekim 2014’te Diyarbakır ve bölge illerinin sokaklarındaki Ayn el Arab (Kobani) olaylarında atıldığı bir ivmede, HDP özellikle de bu iki seçim arasındaki süreçte Türkiye partisi olma iddiasını, yeniden PKK merkezli parti hüviyetine feda etmiş oldu.
Toplumsal-siyasal meşruiyet referansının yönünü de bu anlamda, yeniden deklare etmiş oluyordu. Esasen aynı çizginin önceki siyasi oluşumlarından herhangi bir fark sunmuyordu Türkiye toplumuna. Süreç içerisinde partinin eş genel başkanları Demirtaş ve Yüksekdağ başta olmak üzere MYK üyeleri ve bazı milletvekillerinin doğrudan PKK angajmanlı siyasi söylem ve pratik biçimindeki tonları ise henüz beş aylık zaman diliminde dahi seçmen nezdinde fark edilmiş görünüyordu. Nitekim 7 Haziran seçimlerinde yüzde 13,12 oy alan parti, 1 Kasım seçimlerinde ciddi bir düşüş yaşayarak yüzde 10,76’lık oy oranında kaldı. Bu durum, birtakım farklı etkenlerle birlikte, özelde seçmenin PKK-terör-şiddet sarmalına dair partiye verdiği siyasal ve toplumsal yönü yüksek bir mesajdı. Ne var ki HDP sonraki süreçte de bu asli meşruiyet ve referans kaynağını göz ardı edecek söylem ve politikasını sistematik ve iradi şekilde sürdürme yolunu seçti.
HDP açısından ikinci büyük bagaj ve açmaz ise HDP’nin -onu kurgulayanların düşündüğü gibi- farklı toplumsal kesimlere ulaşamaması ve marjinal solun dar alanına kendisini sıkıştırmış olmasıydı. HDP’yi simgeleyen isimlerin bu yönüyle salt marjinal sol ile anılan isimler olması ve bunu besleyen asli ideolojik maya, partinin kimlik siyasetinde kendisini marjinal sol Kürtçü bir parti olarak kurgulamasını HDP’ye dayatıyordu. Ki bu çemberden HDP çıkamadı. Hem siyasal söylemlerinde kullanılan radikal sol dil, hem de ideolojik katılık taşıyan bu dile yaslanarak yapılan siyasi-toplumsal önermelerin Türkiye toplumunun sadece belli kesimi açısından bir alıcısı bulunabilirdi; bu da 60’ların sonu ve 70’lerin ideolojik radikal soluydu.
Esasen ayrı bir analizi gerektiren bu meselenin diğer boyutu ise Türk solu ile seküler Kürt milliyetçiliğinin yapısal, örgütsel, ideolojik ve sınıfsal uyumudur. Zira seküler Kürt milliyetçiliğinin bugünkü bayraktarlığını yapan HDP’nin önde gelen isimleri -ki Demirtaş başta olmak üzere- sınıfsal olarak da temsil iddiasında bulundukları Kürt sosyolojisinden hayli uzak profiller. Bu ise günümüz siyasi manzarasında ilgili siyasal yapı açısından manipüle edilmesi gereken bir başka realite olarak beliriyor.
Esasen HDP ile iyice açığa çıkmış olan bu sorunun giderilmesine/örtülmesine dönük olarak, 2014 yerel seçimlerinde bir ikili strateji geliştirildi. Doğuda BDP’nin, tam da bu bahsini ettiğimiz yapısal özellikler bağlamındaki ideolojik-örgütsel-sınıfsal uyum dolayısıyla Batı illerinde ise HDP’nin seçmenin karşısında çıkarılmasına dönük bir ikili siyasi strateji idi bu. Kimliksel ve siyasi-sosyolojik bakımdan taşların yerine oturmaması dolayısıyla yerel seçimlerde istenen neticeyi vermemiş olan bu strateji, esas meyvesini HDP açısından 7 Haziran 2015 seçimlerinde vermiş gibi görünüyordu. Gerek 2018 seçimlerinde gerekse şu an 2023 seçimlerine hazırlanırken HDP’nin benzer bir hatta yürüdüğünü söylemek mümkün. Burada hem PKK angajmanlı politikası hem de radikal sol grup ve partiler ile ortak zeminden geliştirdiği siyasi strateji bakımından HDP açısından 2018 seçim sürecinde değişen çok bir şey olmadı, nitekim 2023 seçimlerinde de olmayacak gibi görünüyor. Burada işin rengini değiştirebileceği öngörülen husus ise HDP’nin kemik seçmen kitlesinin dışında kalan -2018 seçimlerine esasla- yaklaşık yüzde 3-4’lük bir bantta yer alan seçmen grubunun davranışı olacak. Bu ise bir yandan seçim atmosferinde ülke içi konjonktürün durumu bir yandan bölgesel-küresel faktörlerin etkisinin yönü bir yandan da AK Parti’nin seçim süreci esnasında ve sonrasına dair kuracağı özgürlük-güvenlik dengesinin niteliği ve içeriğine bağlı olarak yönünü bulacak gibi görünüyor.