Açık Oturum’da bu sayıda Fahrettin Altun, Merve Kavakçı, Kemal İnat ve Serdar Karagöz Türkiye-Batı ilişkilerini masaya yatırdı.
Fahrettin Altun: Kriter dergisinin açık oturumuna hoş geldiniz. Bu sayıda Türkiye-Batı ilişkilerini farklı boyutlarıyla tahlil edelim istiyoruz. AK Parti’nin 2002 sonrasında dış politika alanında başlattığı bir rasyonelleşme süreci var. Bu yeni bir çıkar-değer ekseni oluşturma süreci. Bu çerçevede Avrupa ve Amerika ile olan ilişkiler de rasyonelleşmeye başladı. Yani bu ilişki bir aşk-nefret ilişkisi olmaktan çıkıp daha somut bir zemine taşındı. O süreçten bugüne süreklilik ve değişim unsurlarının neler olduğunu konuşabiliriz. Diğer taraftan bugünlerde Avrupa cenahında Türkiye ile ilgili, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilgili eleştirilerin yoğunlaştığını görüyoruz. Bunun üzerinden de “Batı dünyasının artık Türkiye’yi öteki olarak gördüğü” söylemi içeride muhalefet tarafından dillendiriliyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu ilişkinin bir krize girdiğini düşünüyor musunuz? Yoksa bu ilişkinin konumlanma biçimi zaten başından beri problemli miydi?
Merve Kavakçı: Hangi Batı’dan bahsediyoruz, önce onun üzerinde durmamız lazım. Homojen bir Batı olduğunu söyleyemeyiz. Dinamik bir yapı ve dünü ile bugünü birbirine uymayan bir Batı söz konusu.
AK Parti, 2002 yılı itibarıyla iktidar oluşuyla, İslami kimliği ve kökleri dolayısıyla ülke içinde süregelen bazı endişeleri yıkmak anlamında çok önemli bir politik harekette bulundu. Dışarıda oluşturmaya başladığı dostluklar ve işbirlikleri içeriye bir mesaj şeklinde yansıdı. Bu hem AK Parti iktidarının 2002’den sonra yaptığı reform hareketlerine fayda etti, içeride insanları rahatlatmaya vesile oldu hem de dışarıdaki önyargıların yıkılmasını sağladı.
2002 senesi post-11 Eylül dönemine de rastladığı için hem İslami kimliği hem de seküler devlet yapısıyla Türkiye’nin Batı dünyası ile ilişkilerde oynadığı önemli bir rol de vardı. Bu anlamda Batı ile olan süregelmiş yakınlığı çok önemli bir noktaydı. 2002’den 2016’ya ABD ile ilişkiler inişli çıkışlı sürdü. Irak’ın işgali ve sonrasındaki dönemde, 2003’teki tezkere oylamasıyla iplerin gerilmesi söz konusu oldu. Bir taraftan da AB ile olan gelişim süreci var.
O dönemde Erdoğan liderliğindeki AK Parti, genel manada Batı’yı da şaşırtacak derecede reformist ve dünyaya entegre olabilen bir Türkiye’nin önünü açtı. Tabii bu daha sonra inkıtaa uğradı. Bence bugün geldiğimiz noktada bu inkıta, Avrupa’nın ve bir miktar da Donald Trump gibi bir lideri kucaklamaya hazırlanan ABD’nin kendi içindeki çıkmazı ile ilgili. Bu çıkmaz Türkiye ile alakalı değil kesinlikle. Türkiye istikrarlı davrandı, çok dengeli bir şekilde ilerledi. Ama Batı artık köşeye sıkıştı diye düşünüyorum. Çünkü geldiği noktada kendi kültürel, sosyal, ekonomik ve tarihsel çıkmazını Türkiye ile olan ilişkilerine yansıtmak mecburiyetinde kalıyor. Bir dönem “Siz Kopenhag Kriterleri’ni karşılayın, yolunuzu açacağız” dediler. Ama ne Kopenhag Kriterleri kaldı ne de Sayın Cumhurbaşkanı’nın Başbakanlığı döneminde “Biz bunlara Kopenhag değil Ankara kriterleri deriz, yolumuza devam ederiz” ifadesi kaldı. Bu ayrışımlar bile Batı’yı kendi çıkmazıyla yüzleşmeye getiremedi.
Türkiye’den Batı’nın Politikalarını Sorgulamaması Beklendi
Fahrettin Altun: Batı’da bir sıkışma var ve bunun dışa vurumu da aşırı sağın yükselişi olarak karşımıza çıkıyor. Sadece ülke yönetimine ilişkin bir ideoloji değil şiddet eğilimleri de barındıran sosyal bir hareket var karşımızda. Bu marjinal hareketin de giderek ana akım haline gelmeye başladığını görüyoruz.
Öte taraftan İngiltere’deki referandum çok ilginç bir süreçti. Çünkü orada Türkiye’nin çok ciddi şekilde araçsallaştırıldığını, ötekileştirildiğini gördük. “İngiltere AB’den çıksın” diyenler “Türkiye’nin günün birinde AB’ye girmesi halinde Türklerin İngiltere’yi istila edeceği” argümanını öne sürdü. Kültürel bir korkunun büyütülerek bunun üzerinden bir fotoğraf ortaya konmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kemal İnat: Batı gerçekten homojen değil ve biz çoğu zaman Batı’nın homojen olmadığını unutuyoruz. Oysa homojen olmadığını bilerek hareket etmemiz, ona göre politikalar geliştirmemiz gerekiyor. Bu bizim çıkarlarımız açısından da aslında çok daha faydalı olacaktır.
Batı son dönemde gerçekten olumsuz bir tarafa doğru evriliyor. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının yükseldiği Batı’yı şimdilik bir kenara bırakırsak, diğer Batı ile de aslında biz sağlıklı ilişki kuramıyorduk. Çünkü her şeyden önce bir güç dengesizliği söz konusuydu. Yani Batı ile Türkiye arasında Osmanlı’nın son döneminden beri alışılagelmiş çarpık bir ilişki vardı. Karşılıklı dengeli bağımlılığa dayanmayan dengesiz bir ilişki bu. Batı’da neredeyse yüz yıllara uzanan bir süre içerisinde şöyle bir alışkanlık gelişti: Doğu halklarının daha çok Batı’nın belirlemiş olduğu vizyona uygun hareket etmesi, bunu sorgulamaması; Türkiye’nin de Batı’nın politikalarını sorgulamaması beklendi. Sonuçta Batı’nın politikalarının Türkiye’nin bulunduğu bölgeye Ortadoğu’ya, Kafkasya’ya, Balkanlar’a yansımaları söz konusu. Bu yansımalarda Türkiye’den Batı’nın istediği gibi hareket etmesini beklediler sürekli. Önce Avrupa’da sonra ABD’de aynı alışkanlık oluştu. O yüzden 2000’li yıllarda Türkiye’nin ekonomik, askeri ve diplomatik kapasitesini bir miktar iyileştirmesiyle kendi politikalarını izleme eğilimine girmesi Batı’da ciddi bir rahatsızlık oluşturdu.
Dolayısıyla Batı’nın ırkçılığa kaydığı bu dönemin öncesinde de sağlıklı, dengeli ve rasyonel bir ilişkiye sahip değildik aslında. Tabii dışarıdan bakanlar ve içerideki bazı aktörler Türkiye’yi suçluyorlar. Bugün Batı ile yaşadığımız şey bir kriz olarak adlandırılacaksa bunun Türkiye’nin izlediği yoldan kaynaklandığını söylüyorlar. Ben bunun Batı’nın bir gerçeği görememesi ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Yani Türkiye normal yolundan gitti; kapasitesini artırınca bu ilişkiyi daha sağlıklı, daha rasyonel ve karşılıklı dengeli bağımlılık ilişkisine dönüştürme talebinde bulundu. Bu karşı tarafça kabul görmedi. Böyle olunca da biz Batı ile bu sorunları yaşamaya başladık. ABD ile PYD çerçevesinde yaşadığımız sorun, AB ile mülteciler çerçevesinde yaşadığımız sorun ya da Ortadoğu politikalarımızda geçmişte yaşadığımız sorunlar hep bununla alakalıydı.
Ama yeni dönemde örneğin İngiltere, Avusturya, Fransa ve Almanya’da baş gösteren yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, Türkiye’nin Avrupa ve Batı ile ilişkilerini bambaşka bir tarafa doğru çekecek gibi görünüyor. İngiltere yabancı düşmanlığı konusunda gerçekten öne çıkan ülkelerden bir tanesi. Aslında orada da bir tezat söz konusu. Yani İngiltere’nin yabancıları potasında eritme konusunda çok başarılı olduğu söylenir ama 2014’deki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde İngiltere’de birinci ve ikinci parti AB karşıtı partiler oldu. Birinci olan UKİP, hem AB karşıtı hem de yabancı düşmanı kimselerden oluşan bir parti. İkinci olan Cameron’un Muhafazakar Parti’si de AB karşıtı söylem üzerinden o kadar oy aldı. Hem Avrupa Parlamentosu seçimlerinde hem de İngiltere’deki seçimlerde AB’den ayrılma konusunda referandum yapacakları sözüyle geldiler. Fransa’da da 2014 seçimlerinde birinci parti yine ırkçı, yabancı düşmanı ve AB karşıtı Front National oldu. Avusturya’daki seçimler de aynı şekilde sonuçlandı.
Bu Avrupa içinde ciddi bir sorun. Avrupa’da sağlıklı düşünen, merkez sağ ve merkez solu temsil eden politikacılar da bundan çok ciddi şekilde rahatsızlar. Çünkü uzun vadede bunun Avrupa’yı yakın geçmişlerinden hatırladıkları o dünya savaşları benzeri bir çatışmaya sürükleyebileceğini görüyorlar. “Türkiye’ye yansıması ne olur?” diye baktığımızda ise bütün bu eğilimler öncesindeki Avrupa’nın Türkiye’ye yaklaşımı zaten sorunluydu ama bu daha da sorunlu bir ilişki ortaya çıkaracaktır.
Türkiye ve Erdoğan Karşıtlığı Metafizik Bir Hal Aldı
Fahrettin Altun: Hem Avrupa’da hem de Amerika’da Türkiye’ye net bir pozisyon dayatma tavrı var. Bu aslında Türkiye’nin Batılılaşma süreci boyunca karşı karşıya kaldığı bir tutum. Gelinen noktada ise Türkiye özellikle Suriye krizi başta olmak üzere bölgesel meselelerin küresel bir krize dönüşme anında Batı’nın -Avrupa ve ABD’nin- kendi sorumluluğunu yerine getirmediğini, inisiyatif almadığını söylüyor. Bu kez Batı’nın krizine işaret ediyor ve kendisini bir tartışma nesnesi olmaktan çıkarıp bir özne olarak bu meseleyi ele almaya çalışıyor. Bu duruşun Avrupa ve ABD’deki yansıması ise Erdoğan karşıtlığı oluyor. En son Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz’un söyleminde de gördüğümüz gibi ciddi bir Erdoğan karşıtlığı var ve bu artık neredeyse metafizik bir hal almış durumda. Olur olmaz meselelerde Erdoğan’ın politikaları sorunlu olarak görülüyor. Schulz “Biz vize serbestisi anlaşmasını Erdoğan’ın politikaları dolayısıyla durdurduk” dedi. Bu tabii insanın iki kere okumasını gerektirecek düzeyde ciddiyetsiz bir açıklama fakat son derece net ifadeler var. Bu irrasyonaliteyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Serdar Karagöz: Aslında Türkiye-AB ilişkilerini ve Türkiye-ABD ilişkilerini kendi seyrinde değerlendirmek gerekiyor. Türkiye-Batı ilişkileri diye genel bir başlık koyduğumuz zaman yapacağımız analizler tam manasıyla karşılamıyor olabilir. Çünkü her iki güç unsurunun -AB ve ABD’nin- bence farklı ajandaları var.
Şu anda AB’de çok ciddi sorunlar var; kültürel, sosyal ve her şeyden önemlisi ekonomik sorunlar. Yaşlanan bir nüfus, büyüyemeyen bir ekonomi ve bir tıkanmışlık söz konusu. Avrupalı siyasetçiler bu tıkanmışlıkla yüzleşiyorlar ve bir çözüm üretemiyorlar. Bugün bir Avrupalı siyasetçinin retoriğine baktığımız zaman, Avrupa’nın gittikçe kökleşen sorunlarına ilişkin bir çözüm önerisi sunduğunu göremiyoruz. Onun yerine polemikler üzerinden yürüyor Avrupa siyaseti. AB içerisindeki siyasetçiler hem Avrupa Parlamentosu’nda birbirleriyle ciddi anlamda polemik üzerinden siyaset yapıyorlar hem de ortak bir polemik unsuru olarak Türkiye’yi gündeme almış bulunuyorlar. Schulz’un Türkiye aleyhtarlığı hatta Erdoğan’a endekslediği çok köklü bir problem var. AB içerisindeki mülteci krizine nasıl yaklaşılacağına ilişkin bir projeksiyon yok fakat bir suçlama ve bir polemik üretiliyor Avrupalı siyasetçiler tarafından.
Bu noktada en rasyonel davrandığını düşündüğümüz Almanya Şansölyesi Merkel’in yaptığı hareketi düşünün. Türkiye’yi tahrik etme pahasına, 100. yılında değil 101. yılında, 24 Nisan’da değil daha sonraki bir zaman diliminde, Osmanlı devletinin 1915 yılında Ermeni soykırımı yaptığı iddiasını Almanya parlamentosuna getirdiler ve buradan bir karar çıkardılar. Şimdi ne gerek vardı bu karara? Ermeni lobisi Almanya’da çok büyük bir kampanyaya mı girişmişti? Hayır. Zaten 100. yılında Ermeni lobisi bütün gücünü kullanarak bir lobi yaptı tüm dünyada. Almanya buna kayıtsız kalmıştı. Ne oldu da Türkiye-AB ilişkilerinde problemlerin çözümü üzerine bir zemin oluşturulmuşken Almanya parlamentosunda Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin bir adımın hem de Merkel’in partisi tarafından atıldığını gördük? Gerçi Merkel oylamaya katılmadı ama orada bu kararın çıkması için kendi partisi pozisyon aldı. Burada olan şey şuydu: Krizleri çözemeyen Avrupalı siyasetçi, Türkiye karşıtlığı üzerinden yerel düzeyde kendisine bir karşılık buldu. AB içerisindeki bir ülkede en saçma yerel seçimde bile Türkiye ile alakalı bir madde görüyoruz. Britanya’nın AB’den çıkması konusu Türkiye üzerinden tartışılıyor. Londra sokaklarında “Türkiye AB’ye girecek, mahvolacağız, çıkalım” ya da “Türkiye hiçbir şekilde AB’nin üyesi olamaz, merak etmeyin, kalalım” şeklinde politikalar üretiliyor. Aynı şey Avusturya seçimlerinde billboardlarda da karşımıza çıkıyor. Avusturya’nın bir taşrasından çıkmış yerel bir siyasetçi bile bugün kendi varlığını Türkiye karşıtı retorik üzerine oturtuyor.
Dolayısıyla burada Avrupa siyasetinin çok ciddi bir krizde olduğunu vurgulamamız lazım. Türkiye ile ilişkisi kendi krizinden, kendi problemlerinden bir kaçış. Bugün Almanya’da devletin bütçesinden ekonomik olarak çökmüş devletleri desteklemek üzere milyarlarca avro veriliyor. Bunları Alman vergi mükellefleri karşılıyor. Bu Almanlara kolay izah edilemeyecek bir durum.
Diğer taraftan Yunanistan, İspanya ve Portekiz’deki ekonomik krizlerin her geçen gün ötelendiğini görüyoruz. Krizler çözülmüyor, öteleniyor. AB’nin lokomotif ülkesi Almanya’dan, biraz da Fransa’dan desteklenerek bu devletlerdeki ekonomik kriz aşılmıyor. Karşımızda çok büyük bir krize doğru giden Avrupa tablosu var. Bu tablo Avrupalı siyasetçiyi çaresiz kılıyor. Bunun üzerine bir de mültecilerle alakalı çok büyük bir yük gelince, Avrupalı siyasetçinin artık Avrupa’nın problemlerini çözme noktasında bir irade ortaya koymaktan vazgeçip sadece kendi küçük çıkarlarını korumaya başladığını söyleyebilirim.
Bugün Schulz’un Türkiye saldırganlığı ya da Merkel’in 1915 olaylarının Alman parlamentosunda gündeme gelmesine seyirci kalması ya da bunu desteklemesi… Bütün bunlar Avrupalı siyasetçinin Avrupa’nın kendi problemlerine çözüm üretmekten aciz olduğunu ve dolayısıyla polemik üzerinden günü kurtarmaya çalıştığını gösteriyor. Dolayısıyla Türkiye-AB ilişkilerinde bir çatışmanın varlığını kabul etmemiz lazım. Ama bu çatışmanın arka planında Türkiye’nin izlediği siyasetlerden ziyade Avrupa’nın kendi siyasal tıkanıklığı ve kısırlığı olduğunu vurgulamalıyız.
Avrupa’nın İkiyüzlü Tavrı Açığa Çıktı
Fahrettin Altun: Burada şöyle bir çerçeve ortaya çıkıyor: Aslında Batı’nın, özellikle Avrupa’nın temel meselesi siyasi çözüm üretememesi. Bu bağlamda Türkiye ile ilişkileri de oldukça merkezi bir unsura dönüşüyor. Çünkü Türkiye bugün özellikle Suriye krizi ve mülteci sorununun karşılanması noktasında merkezi bir yerde duruyor. Bir anlamda Türkiye ile yüzleşerek ya da Türkiye ile hesaplaşarak aslında bu siyasetsizliği örtme çabası var.
Diğer taraftan Avrupa’nın günden güne büyüyen çok sıcak sorunları var. Mülteci sorunu bunlardan bir tanesi. Bu sorunu çözmekle ilgili Mart ayında Avrupa’nın Almanya öncülüğünde Türkiye’ye bir yakınlaşması söz konusu oldu. Fakat bunun hayata geçmediğini görüyoruz. Bunun hayata geçmemesi aslında Avrupa’nın çok daha büyük bir göçmen sorunuyla karşı karşıya kalması demek. Bu göçmen krizi Avrupa’daki sorunları, yabancı düşmanlığını ve aşırı sağı giderek tetikliyor. Buna rağmen bir çözüm önerisi ortaya koyamamak, siyasi zemini de toplumsal zemini de çökertecek bir şey değil mi? Avrupa tarafında gerilimi tırmandırma, daha fazla kriz alanı oluşturma ve bu kriz alanları üzerinden yeni iktidar alanları devşirmeye yönelik bir siyasi strateji mi söz konusu?
Merve Kavakçı: Önce şunu söyleyeyim: Türkiye-AB ve genel anlamda Türkiye-Batı ilişkilerine baktığımız zaman 2002 öncesi dönem ile 2002’den sonraki dönem arasında önemli bir farklılaşma olduğunu düşünüyorum. Daha önce rasyonel değildi ilişkimiz ama sorgulanamaz bir hiyerarşinin ön kabulü ile istikrarlı bir ilişki vardı. Türkiye’ye Batı üstünlüğü üzerinden yürütülen bir dayatma uygulanıyordu. Tabii kurucu ideolojinin bize öğrettikleri üzerinden bu dayatmayı gönüllü olarak kabullenen bir yönetici kesim de vardı 2002’ye kadar. Özal ve Erbakan gibi istisnaları bir tarafa bırakarak bunu söylüyorum. Burada aslında 2002’den sonra iki ayağı üzerinde durmayı başaran şahsiyetli bir Türkiye’nin dış politikasının yansımalarından söz ediyoruz. Erdoğan iktidarı ile AK Parti, işte o kendi içinde istikrarlı olsa da rasyonel olmayan ilişkilere yeni bir boyut kazandırarak artık o baskıcı elementlere “Dur” diyebilecek güçte olduğunu ispat etti.
Bugün hem mülteci krizi hem de bölgedeki istikrarsızlıkla ortaya çıkan değişimler ve DAEŞ ile gelen gelişmeler, Avrupa’nın ikiyüzlü tavrını açığa çıkardı. Avrupa’nın içinden çıkamadığı problemleri hasıraltı edip görmezden gelme, çözümü öteleme ve yüzleşmeyi geciktirme yaklaşımının sonucunda bu sağ politikalar aktif olabildi ve çeşitli yerlerde kazanabildi. Bence sağ politikalar Avrupa’da önemli bir vakum buldu ve orayı doldurmayı başarabildi.
AB “özgürlükler” dedi, Türkiye özgürlüklerin önünü açtı ve içerideki darbe girişimlerine rağmen hukuk devleti alanında gerekenleri yaptı. Ama hala AB’ye, Batı’ya yaranamadı. Bunun arkasından gelen mülteci krizi ile bir yerde biz Avrupa’nın kendi içindeki problemlerle yüzleşme sürecini hızlandırdık ve bunları önüne getirdik. Türkiye’yi bir şekilde bekletebilirler ama mülteciler kıyılarda, tellerin arkasında, ülkenin içinde. Bu nedenle mülteci sorununu bir an önce bir şekilde çözmeleri lazım.
Bu bir yerde belki Türkiye’nin işine yarayan bir şey oldu. Avrupa şu tabloyla karşı karşıya kaldı: Birincisi, Türkiye uluslararası teorilerle, realizmle açıklanamayan bir şeyi yaparak 3 milyon mülteciye kucak açtı. Türkiye’nin bunu neden yaptığını Batı anlayamadı. İkinci olarak mülteci sorununu arazide çözmek için Türkiye’nin -örneğin vizenin kaldırılması gibi- taleplerine karşılık vermesi gerektiğini gördü Avrupa.
Çok ilginçtir o vize sürecini AB ve Batılı medya özellikle bir Erdoğan şeytanlaştırması üzerinden yürüttü; sanki burada Türkiye’nin istismarı söz konusuymuş ve karşılıksız yapması gerekirmiş gibi… Kendileri hem ayırmaları gereken bütçenin tamamını vermediler hem de Türkiye’nin “Tamam, ben mültecileri burada barındıracağım ama bunun karşılığında da Türk insanı için bir şey istiyorum” deme hakkını kötü bir niyetmiş gibi yansıttılar. Türkiye’yi doğru okuyamıyorlar. Bu hükümetin, bu liderliğin bir yerde onların beklentilerinin ötesinde insanı önceleyen duruşu, Avrupa’yı kendi sorunları ile yüzleştirdiği kadar Türkiye ile olan ilişkilerinde de daha zor bir çıkmaza itiyor. Türkiye’ye
“Dikte Etme” Pozisyonlarını Bırakmak İstemiyorlar
Kemal İnat: Burada bir ekleme yapmak isterim. Neden şimdi bir ırkçılık ve yabancı düşmanlığı sorunu yaşıyorlar? Giderek büyüyen bu sorunu çözme konusunda gerçekten başarısızlar. Avusturya’da gelinen düzeyi görüyoruz, neredeyse o çevreden gelen birisi cumhurbaşkanı oluyordu. Bu sorunu büyüten bir kriz var: Mülteci krizi. Mülteci krizini çözme konusunda da Türkiye ile gerçekten doğru anlamda işbirliği yaparlarsa yol kat edecekler. O imzalanan anlaşma ile birlikte aslında epey bir yol kat etmişlerdi. Ondan sonra uygulanmasında da Avrupa’ya giden mülteci sayısında ciddi bir azalma söz konusuydu. Peki, buradan nasıl bu noktaya geldik? Neden rasyonel hareket etmiyorlar? Bir kere o alışkanlıklarından vazgeçmek istemiyorlar. Yani son 200 yıldır Türkiye’ye “dikte etme” pozisyonlarını bırakmak istemiyorlar.
Burada diğer taraftan belki son 30-40 yılın fenomeni olarak Avrupa’daki Türkiye kökenli diaspora karşımıza çıkıyor. 5 milyon civarında Türkiye kökenli insan yaşıyor Avrupa’da. Bunların büyük bir çoğunluğunun muhafazakar olduğunu görüyoruz. Ancak bu çoğunluk olan muhafazakarlar Avrupa siyasetine neredeyse hiç etki edemiyor. Buna karşılık Türkiye kökenli diaspora içinde çok küçük bir kesim olan, Türkiye’den siyasi nedenlerle Avrupa’ya iltica eden, yaşam tarzları itibarıyla oradaki topluma daha fazla entegre olan, medya, siyaset ve sanat dünyasında daha fazla temsil edilen kitle giderek Avrupa’nın Türkiye siyasetine etkide bulunmaya başladı. Bunların mesela Almanya’da çok etkin olduğunu görüyoruz.
Rasyonel olarak Türkiye’ye muhtaçsınız, imzaladığınız anlaşmayı yürütme konusunda Türkiye’deki iktidarla, Erdoğan’la işbirliği yapmanız gerekiyor. Ama medyanızda sürekli Erdoğan gündem yapılıyor, ona ağır hakaretler yer alıyor. Buna bir şekilde devlet olarak destek veriyorsunuz. Ben burada Türkiye kökenli ama Türkiye karşıtı diasporanın çok ciddi etkisi olduğunu düşünüyorum. Burada Türkiye’nin de ciddi eksiklikleri söz konusu. Türkiye’nin orada bir diasporası var ama bu Türkiye kökenli insanlar maalesef uzun zamandır ihmal edildi.
Geri Kabul Anlaşması Avrupalının Konforunu Koruyor
Fahrettin Altun: Erdoğan karşıtlığı Türkiye’de giderek düşmanlığa da dönüşen bir siyasi kimlik halini aldı. Bu kimlik çok farklı kesimleri bir arada tutuyor ve çoğu zaman irrasyonel ve gerekçesiz bir karşıtlık halini alıyor. Bu kimlik Batı’da da karşılık bulmaya başladı. Avrupa’da da Türkiye içindeki muhalefet partilerinin Erdoğan karşıtı söylemlerine birebir benzeyen söylemler ciddi şekilde üretilmeye başlandı. Türkiye’de geleneksel olarak kendini Batıcı kimlikle bulan aktörler de bu sürece birçok malzeme devşirdiler. Burada Erdoğan düşmanlığı üzerinden Türkiye’yi kodlamak ve Erdoğansız bir Türkiye yapmak gibi bir siyasi pozisyon mu var? Ya da biz bunu çok mu abartıyoruz? Türkiye’deki Erdoğan karşıtlarını mobilize etmek için siyasette ve medyada belli aktörleri öne çıkarmak hatta toplumsal alanda bir dizi çatlak oluşturmak gibi bir siyasi ajanda mı söz konusu?
Serdar Karagöz: AB özelinde baktığımızda AB’nin kendi iç problemleri o kadar yoğun ki bir başka ülkeye ilişkin güçlü bir dizayn girişimine girme güçlerinin olduğunu düşünmüyorum. Bugün faşist EFD’den sosyalist Schulz’a kadar hepsi Erdoğan karşıtlığında buluşuyorlarsa AB için bir ortak akıldan bahsetmek çok kolay değil. Bunu bir retorik olarak kullanıyorlar. Türkiye’nin Avrupa merkezli dizayn edilmesi bana çok mümkün gözükmüyor. Çünkü AB içerisindeki kriz her geçen gün derinleşirken ve Avrupa’nın merkez siyasetini götüren partiler problemlere çözüm üretemezken marjinal partiler bu popülizmden faydalanıyor. Yani “Mülteciler gelmesin” popülizmi yürütüyorlar ama aslında mültecinin gelmesini istiyorlar çünkü mültecinin gelmesi kendi partisini orada var kılacak bir unsur. Mülteci yoksa bir mülteci karşıtı partinin olması da anlamsız olduğu için aslında mültecilerin bir şekilde Avrupa’da dolaşmasının oradaki siyasi unsura bir iktidar alanı açması söz konusu. Bu bizi en baştan beri konuştuğumuz irrasyonaliteye götürüyor.
Avrupalının konforunu Ege kıyılarında koruyan, 3 milyon mülteciyi Avrupa’ya göndermeyen Türkiye’dir. Bu mültecileri bıraktığımız zaman pek çoğu AB ülkelerine gitmek isteyeceklerdir. Türkiye bunları burada tutarak Avrupalının konforunu tesis ediyor. Geri Kabul Anlaşması’nın aslında ne zaman gündeme geldiğine dikkat edelim. Bir şekilde Ege’den Yunanistan’a geçen, oradan da Avrupa’nın içerilerine doğru yayılan Suriyeliler Avrupa sokaklarında gözükmeye başladığında Avrupalının konforu bozuldu ve Avrupalılar ancak o zaman yani mülteci krizinden yıllar sonra bunu gündeme aldılar. Oysa mülteci meselesi ne zaman başlamıştı? Esed’in kıyıma başladığı andan bu yana yaklaşık beş yıl geçti. Ama mülteci meselesi Avrupa’nın gündemine son bir, bir buçuk yılda gelebildi.
AB Rasyonel Zeminden Uzaklaşıyor
Fahrettin Altun: Bu arada Geri Kabul Anlaşması Türkiye merkezli baktığımda benim o günden itibaren kafama pek yatmamıştı.
Serdar Karagöz: O anlaşma esasında Avrupalıların konforunu korumaya ilişkin bir anlaşma. Evet, Ege’deki trajediyi bitirdi. Gerçekten de biz Ege’den kaçak yollarla Yunan adalarına geçen Suriyelileri geri alacağımızı deklare ettiğimiz andan itibaren orada insan kaçakçılığı bıçak gibi kesildi. Şu an neredeyse hiçbir bot gitmiyor. Bu işin ticareti de bitti. İnsani bir trajediyi Türkiye önlemiş oldu. Ama diğer yandan Avrupalıların konforunu da koruyan bir anlaşma tesis edilmiş oldu. Neye karşılık? İşte hep tartışılan konu bu oldu. Biz Geri Kabul Anlaşması ile burada Avrupalıların konforunu koruyoruz ama karşılığında Türkiye yeteri kadar bir şey aldı mı veya bir şey alması ahlaken uygun mu değil mi tartışması hemen peşinden geldi. Bu siyasettir. Tabii ki siz Avrupalıların günlük hayatlarına etki eden o konforu koruduğunuzda Türkiye’deki vatandaşların da o yükünü Avrupalıların almasını bekliyorsunuz.
Ama ne taahhüt edilen rakamlar Türkiye’ye verildi ne de diğer siyasi süreç ilerletildi. Çünkü Türkiye burada fasılların açılmasını da istiyordu. Sadece vize anlaşmasına kilitlemek yanlış olur. Bu Geri Kabul Anlaşması ile maddi yardımın yanında fasılların açılması, AB ile ilişkilerin normalleşmesi ve rasyonel bir zemine taşınması Türkiye’nin talebiydi. AB şu an buna direniyor. Çünkü Avrupa ülkelerinde artan ırkçılıktan, sağ politikaların yükselmesinden, popülizmden etkileniyorlar. Alman medyasında Merkel’in Erdoğan’ın elini eteğini öptüğünü gösteren yüzlerce karikatür yayınlandı. Bir Alman siyasetçinin bundan etkilenmemesi mümkün değil. O da gitti 1915 gibi çok saçma, çok yersiz, zamansız, anlamsız, irrasyonel bir meseleyi Almanya parlamentosunun gündemine getirdi. Bir şekilde “Hayır, biz Türkiye’ye boyun eğmedik” mesajını vermek istedi. Fakat bütün bunlar onları rasyonel zeminden uzaklaştırıyor.
AB ve ABD Türkiye’nin Sinir Uçlarına Dokunuyor
Fahrettin Altun: Avrupa tarafından Türkiye’ye dayatılan unsurlardan biri de Türkiye’nin Terörle Mücadele Kanunu’nu değiştirmesi. Terörle mücadele Türkiye’de aslında toplumun çok büyük bir kesiminin ve buna bağlı olarak siyasetin hassas olduğu bir mesele. Özellikle son bir yılda Türkiye’de devletin yürüttüğü sürece toplumsal bir kabul ve destek söz konusu. Bu noktada hem AB hem ABD’nin Türkiye terörle mücadele sürecindeyken açıktan terör örgütlerine destek verme görüntüsü içinde olmaları, Türkiye’de Batı karşıtlığını yükselten bir unsur ki bu da çok rasyonel. Batı’daki aşırı sağın yükselişinden ya da Erdoğan karşıtlığından çok daha rasyonel bir unsur var burada. Yani “Türkiye terör örgütleriyle mücadele ederken Batılı güçler bu terör örgütlerine yakın bir pozisyon alıyorlar, hatta onlara destek veriyorlar” gibi bir algı var. Neden kendilerini bu algıyı yönetmek durumunda hissetmiyorlar? Çünkü rasyonel bakıldığında, hem bir pazar hem de siyasi bir müttefik olarak Türkiye’de Batı karşıtlığının yükselmesi çok da göze alınmaması gereken bir durum. Geleneksel politikasında buna hassasiyet gösteren Amerika’nın da şu anda bunu gözetmediğini görüyoruz. Bu neyle ilgili?
Serdar Karagöz: İlginç bir durum. Hem Avrupalı hem de Amerikalı siyasetçilerin son 10 yıl içerisinde kendi ülkeleri dışındaki problemleri ve sosyal yapıları okuması oldukça problemli geliyor bana. Her gün şehit cenazesi gelirken, canlı bombalar şehir merkezlerinde terör eylemi yaparken AB’den “Terör yasanızı değiştirin, vize meselesini o zaman ilerletelim” şeklinde bir talep gelmesi, irrasyonel olmanın ötesinde sinir ucuna dokunma ve bir tahriktir. Bunun sebepleri üzerine mantıklı sözler söylemek çok mümkün değil. Çünkü bu başlı başına Avrupa çıkarlarına ters.
Aynı şeyi ABD’de de görüyoruz: Her gün şehit cenazesi gelirken, PKK’nın son dönemde Suriye’deki kaostan beslendiği Türk toplumunda genel bir kabulken, Suriye merkezli YPG armalı Amerikan askerleri yine Türk toplumunun sinir uçlarına dokunuyor. Türkiye’de artan bir anti Amerikanizm var ve bu sosyolojik olarak mantıklı. Evinizde onlarca bomba patlarken, müttefik olarak kabul ettiğiniz bir ülkenin askerleri kalkıp o terör örgütünün armalarını omzuna asıyor, onlara açıktan destek veriyor, bu destekte de ısrarcı oluyor. Türkiye çok açık bir şekilde “YPG’ye destek verme, bu bana terör olarak geri dönüyor” diyor. ABD ise bu noktada çok rahat; “Hayır, ben desteğimi vereceğim çünkü bu bölgede onu partner olarak görüyorum” diyor. Amerikalılarla görüşmelerimizde bazen şunu söylüyorlar: Bu politika bölgede Amerika’nın vizyoner oluşunu kaybettiğinin fotoğrafıdır. Çünkü bölgenin en büyük gücü olan Türkiye’yi yanına değil bilakis karşına alıyorsun; ne olacağı belli olmayan küçük ve kapasitesi çok sınırlı bir askeri grubu kendine partner olarak deklare ediyorsun. Bunu yaptığın zaman da en büyük müttefikini rahatsız ediyorsun.
Tabii ABD’nin bu politikasına biraz daha geniş çerçevede baktığımız zaman Amerika’nın bu bölgeyi İran ve Rusya’nın nüfuz arenasına dönüştürdüğünü de görüyoruz. Bu noktada Amerika’nın İran’a bu bölgede alan açması iki müttefikini -İsrail ve Türkiye’yi- çok rahatsız ediyor. Her iki ülke de Amerika’nın Suriye’de ne yapmak istediğine ilişkin soru işaretleri ile dolular. Ben Amerika’da çok net bir Suriye politikası olduğuna inanmıyorum. Eğer Amerika’nın politikası Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devleti kurmak ve Kürt devleti ile bölgeyi stabil ya da destabil etmek ise ikisinde de başarısız olur. Yani bir Kürt devleti kurularak bölge stabilize ya da destabilize edilemez. Her ikisinde de bir vizyon eksikliği sorununu görüyorum.
Dolayısıyla hem Amerika hem de AB içerisindeki politikacılarda Türkiye’ye bakışta çok ciddi problemli bir duruş mevcut. Ama “Türkiye her şeyi doğru yapıyor, Avrupalılar ve Amerikalılar tamamen yanlışın içindeler” kompleksinden de uzaktayım. Evet Türkiye pek çok şeyi doğru yapıyor ve objektif bir gözle baktığım zaman Avrupalıları ve Amerikalıları bölgede -Türkiye’nin çıkarlarından bahsetmiyorum- kendi çıkarlarını koruyacak şekilde göremiyorum.
Mesele Şahsiyetli Bir Türkiye’nin Artık Zapt Edilemiyor Olması
Merve Kavakçı: Bence şöyle bir perspektifi de masaya yatırabiliriz: Avrupa ve Amerika anti Amerikancılığın, anti Avrupacılığın, Batı karşıtlığının Türkiye’de artmasından neden korksun? Aslında değil bundan korkmak, bunu körüklemekle biraz da kendi çıkarlarına hizmet etmiş olmuyor mu? Bir de bu taraftan bakalım. Zira Türkiye artık o söz dinleyen, uslu çocuk, baskıya tahammül eden, gitse gelse sonunda yine Batı’nın eteğinde oturacak bir Türkiye olmayacak. “Hayır, zapt edemeyeceğiz bu Türkiye’yi artık”; en azından bunu anlamış durumdalar. Ontolojik olarak Batı’nın üstün görüldüğü ve buna gönülden razı bir yönetici kitlesiyle Türkiye uzun bir müddet -inşallah hiçbir zaman- bir daha karşılaşmayacak. O zaman dengeleri yeniden kurmamız lazım.
Türkiye’nin başarısı ve şahsiyetli politikası karşısında anti-Erdoğancılık yaparak kendi ifadeleriyle ondan bir “diktatör” üretip bütün suçu onun üstüne yığmak, bence kendi açılarından hem istikrarlı hem zekice bir proje. “Erdoğan giderse çok memnun olacağız” gibi bir yaklaşımla Türkiye’nin içindeki muhalefeti de Batı’daki muhalefeti de yanlarına almak niyetindeler. Halbuki mesele o değil. Gezi olaylarında meselenin ağaç olmadığı gibi… Mesele Erdoğan da değil. Mesele, bölgedeki bütün sıkıntılara rağmen şahsiyetli bir Türkiye’nin artık zapt edilemiyor olması.
Diğer taraftan Türkiye karşıtlığını hem içte hem de dışta desteklemek, Avrupa’nın kendi kimliği ile alakalı içinde çözmesi gereken o sıkıntıları ya da ABD’nin Trump ile beraber artık ABD olmaktan çıkmaklığı üzerinden geliştireceği siyasetleri bir süre daha ötelemek anlamına geliyor.
Batı’nın içerisinde bir terör problemi var. Bunu tamamıyla İslam dini, Türkiyelilik, Ortadoğululuk ya da Araplık üzerine endeksleyerek “Seküler PYD’nin yanındayız” diyebiliyorlar. Açık açık söylüyorlar bunu ve hatta destekliyorlar. Bunu DAEŞ’e karşıymış gibi destekliyorlar ama bir taraftan da o şahsiyetli Türkiye’ye karşı destekliyorlar. Yani içteki ve dıştaki problemler bir araya geliyor, örtüşüyor. Belki kendi ülkeleri dışında Türkiye gibi bir ülkeyi dizayn etme güçleri yok ama ortak problemleri öyle örtüşüyor ki Türkiye’yi dizayn etme mecburiyetini veya Türkiye’ye karşı ortak bir karşıtlığı, Erdoğan karşıtlığını, Türkiye’nin AB’ye girme karşıtlığını kendi siyasetlerinin içine yerleştirebiliyorlar.
PKK ve PYD’yi Türkiye’yi Hizaya Getirmek İçin Kullanıyorlar
Fahrettin Altun: Bütün bunlara rağmen Türkiye bu dönemde bulunduğu coğrafyada uluslararası ekonomi düzeni içerisinde bir yerde durmak ve ilişkilerini yürütmek durumunda. Türkiye’de Batılılaşma döneminde Batı ile ilişkileri yürütme tekeli diye bir şey var. Batı ile ilişkileri yürütme tekelini elinde bulunduran aktörler de Türkiye’de iktidarı elinde tutan aktörler olmuşlar. Bu 2002’den sonra değişmeye ve çoğullaşmaya başladı. Çünkü artık Batı ile ilişkiyi kuranlar sadece Batıcı aktörler değil. Dolayısıyla da ilişkiyi de bu rasyonelleştiriyor. Çünkü daha çıkar temelli bir ilişki oluyor. Tüm krizlere rağmen Türkiye siyaset üretmek durumunda. Türkiye dış politikası bütün açmazlarıyla beraber ne tür ödevlerle karşı karşıya?
Kemal İnat: Öncelikle Batı’yı homojen görmememiz gerekiyor. Nasıl onlar bize baktığında Erdoğan’ın temsil ettiği Türkiye’yi ve değerleri görüyorlar ama bunun karşısında da işbirliği yapabilecekleri birtakım aktörleri görüyorlar -hatta bu bazen PKK gibi bir terör örgütü bazen de muhalefet olabiliyor- biz de Batı’ya baktığımız zaman orada işbirliği yapabilecek aktörler görmemiz gerekiyor. Yoksa hepsini bir blok olarak karşımıza aldığımız zaman gerçekten işimiz zor diye düşünüyorum. Bunun için de tanımamız gerekiyor. Yani Batı’yı yeteri kadar tanıyor muyuz? Mesela Batı’nın en etkili ülkelerini düşünelim. Bizde ne kadar Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya uzmanı var? Tanıdığımız zaman zaten hepsinin aynı düşünmediğini göreceğiz. Nasıl Türkiye içerisinde farklı düşünenler varsa ve birileri bunu çok iyi bilip ona göre politikalar geliştiriyorsa bizim de bunu yapmamız gerekiyor.
İkincisi diaspora konusunda son dönemde bazı girişimler olsa da geçmişten gelen ihmaller söz konusu. Sadece Almanya’daki 81 milyon nüfusun içindeki Türk nüfusunun oranı, ABD’deki 320 milyon nüfus içindeki Yahudi nüfusunun oranından çok daha fazla aslında. ABD’deki Yahudi nüfusunun lobi gücünü, Amerikan siyasetini, özellikle de Ortadoğu siyasetini belirleme gücünü düşünün. Almanya’daki Türkiye lobisinden bahsettiğimizde ise Türkiye karşıtlarının lobisinin etkili olduğunu görüyoruz. Burada yapılması gereken çok ciddi şeyler olduğunu düşünüyorum.
“Erdoğan karşıtlığı Batı’da niye bu kadar yaygın?” sorusuna gelince… Çünkü Erdoğan Türkiye’nin değişen çehresini sembolize ediyor. Tabii Türkiye 1980’lerin Türkiye’si değil. Mesela ABD’nin gayri safi yurtiçi hasılası 1980’de Türkiye’nin 40 katı büyüklüğünde iken 2012’de 19 katı büyüklüğünde. Yani ciddi bir iyileşme söz konusu. Almanya 1980 yılında Türkiye’nin 11 katı büyüklüğünde iken 2012’de 5,5 katı büyüklüğünde. Türkiye’nin ekonomik, askeri, diplomatik kapasitesinde ciddi bir iyileşme söz konusu. İşte bunu temsil eden kim? Tabii ki Erdoğan. Erdoğan temsil ettiği için de alışık oldukları tarzdaki Türkiye siyasetini yeniden geri getirmek adına -medyada olsun siyasette olsun- Erdoğan karşıtlığı üzerinden yürüdüklerini görüyoruz.
Bunu neden yapmaya çalışıyorlar? Nihai hedef aslında Türkiye’de Erdoğan’ın temsil ettiği siyaset tarzını yürütenlerin değişip onların yerine Batı ile uyumlu siyaset izleyecek kimselerin gelmesi. Ama bu mümkün olmayacaksa, yani Erdoğan ve onun temsil ettiği kişiler ve o siyaset çevresi kalacaksa o zaman onu mümkün olduğunca zorlamak… Mesela PKK ya da PYD meselesinde ben hedefin illa bir PYD devleti ya da bir Kürt devleti kurmak olduğunu düşünmüyorum. Aslında Ortadoğu’da Kürtler defalarca ABD tarafından ayartıldılar ve defalarca satıldılar. Burada onları Türkiye’ye karşı yine bir araç olarak kullanıyorlar. Türkiye ABD’nin ya da diğer Batılı ülkelerin istediği yöne doğru yönlenmeye başladığında onlara “Ben size bir devlet sözü falan vermedim” diyeceklerdir çok rahatlıkla. Peki, bu aracı neden kullanıyor? Türkiye’yi o “aykırı” politikalardan vazgeçirip hizaya getirmek için.
Türkiye Soğukkanlı Siyaseti Muhafaza Etmeli
Fahrettin Altun: Öyle görünüyor ki Türkiye bu aktörlüğü yürütürken bir taraftan kendi çıkarlarını gözetmek diğer taraftan da küresel krizlerin çözümüne katkıda bulunmak durumunda. Bu anlamda Türkiye ne yapmalı?
Serdar Karagöz: Türkiye’nin en büyük şansı AB’de olmayan liderlik mekanizmasının güçlü olması. Türkiye gibi bir ülkenin bu şansını iyi değerlendirmesi gerekiyor. Liderlik mekanizmasının AB’de ne kadar önemli olduğu şu son süreçte mülteci krizinde bir kez daha ortaya çıktı. AB içerisindeki siyaseti olumlu bir noktaya götürecek, buna hem parlamenterleri hem de toplumu ikna edecek bir liderliğin olmaması bugün AB içerisindeki problemlerin başında geliyor. Türkiye bu liderlik çerçevesinde bence soğukkanlı bir şekilde hem AB ile hem ABD ile ilişkilerini yeniden dizayn etmek zorunda. Her iki güç merkezinin de Türkiye’nin sinir uçlarına dokunduğunu görüyoruz. Hem PKK meselesinde hem de seçilmiş cumhurbaşkanına yönelik açık bir karşıt muhalefet geliştirerek sinir uçlarına dokunuyorlar.
Burada yeniden dizayn derken esasında diyalog mekanizmasının sürekli çalışması gerektiğinden bahsediyorum. AB ile bütün anlaşmaları reddetmek ve AB’ye bir bedel ödetmek bu işin kolayı. Türkiye bunu yaparsa yönetilemez süreçlerle karşı karşıya kalabilir. Onun için Türkiye bu noktada soğukkanlılığını muhafaza edip hem AB hem de güneyimizde oluşan YPG ve Kürt devleti meselesine karşı ABD ile her şeye rağmen rasyonel zeminde siyaset yürütmek zorunda. AB’nin yaptığı pek çok şey bize irrasyonel gelebilir. Schulz’un “Ben bedelini öderim ama bu anlaşmayı durduruyorum” şeklindeki açıklaması bizi bir şeye zorluyor. İşte Türkiye o zorlanan şeye gitmemeli. O zorlanan şey daha sonra Türkiye’nin yönetmeyeceği başka bir süreci tetikleyebilir. Bizi zorladıkları birkaç şey var. Bir tanesi de Suriye’de aktif bir şekilde Türkiye’nin savaşa girmesi. Bizi buna itiyorlar. Bir de AB ile ilişkilerde tamamen gemileri yakmamızı istiyorlar. Bence bu noktada soğukkanlı siyaseti Türkiye’nin muhafaza etmesi lazım.
Binali Yıldırım, başbakanlık sonrası ilk yaptığı açıklamada “Dostlarımızı artıracağız, düşmanlarımızı azaltacağız” diyerek dış politikaya bir motto getirdi. Daha önce Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu cümleyi kullanmıştı. Ama bu son süreçte bir kesintiye uğradı. Bir şekilde dostlarımızın değil düşmanlarımızın arttığı bir süreç yaşadık. Şartlar ve sistem bizi bu noktaya getirdi. Ama şimdi bundan geriye dönerek tek tek ülkelerle ilişkiyi düzeltmeliyiz. Sadece 2002’deki süreci hatırlamamız bize yeterli. AB çok rasyonel davranmıyor. Onun tekrar altını çiziyorum ama bizim yine Türkiye-Almanya, Türkiye-İngiltere, Türkiye-Avusturya, Türkiye-İtalya ilişkilerini özel bir şekilde kurmamız lazım.
Türkiye-AB ilişkileri bir bütün olarak çok kolay yönetilebilir ilişkiler değil. Çünkü AB’nin kendi içerisinde karar alma mekanizmaları problemli. Kendi iç sorunları bulunan, kurumsal olarak problemli bir AB var. Bu süreçte Türkiye daha özgün ve özel ilişkiler geliştirmeye sevk edebilir kendisini. Mesela Türkiye-Almanya arasında şu an 1915 meselesinden dolayı aksayan ilişkiler var ama önümüzdeki süreçte ticaret hacminin artırılmasına yönelik ekonomi merkezli bambaşka açılımlar yapılabilir. Aynı şekilde ABD ile de ilişkilerimizin Suriye endeksli olmaktan kurtarılması lazım. Çünkü sadece Suriye merkezli bir Türkiye-ABD ilişkisi Türkiye’yi kilitler ve bir çıkmaza sokabilir. O noktada çok yönlü Türkiye ABD ilişkilerinin geliştirilmesi lazım. Önümüzdeki günlerde ben Türkiye-Rusya ilişkilerinin ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin de iyileşeceğini, normalize edileceğini düşünüyorum. Bu da Türkiye’ye uluslararası arenada bir nefes alma imkanı sunacaktır.
Türkiye’nin Derin Lobicilik Yapması Gerekiyor
Merve Kavakçı: Ben de Serdar Bey’e katılıyorum. Karşımızdaki tek bir homojen Batı olmadığına göre, ülke bazında onların ihtiyaçları ile bizim ihtiyaçlarımızı bir şekilde bir araya getirerek ortak paydalarda buluşulması gerekiyor. Örneğin Türkiye’nin Fransa ile yürüttüğü ilişkiler, Almanya ile yürüttüğü ilişkiler ile aynı olmayabilir ama toplamda hepsi Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerine olumlu yönde tesir edecektir.
İçte istikrarlı büyümeye ve yatırımlara devam edilmeli. Bir taraftan da İslam dünyasını temsil eden bir ana güç olması hasebiyle Türkiye’nin Batı’da çok yayılan İslamofobiye karşı önemli bir mücadele vermesi gerekiyor. Ayrıca lobicilik meselesi çok önemli. 2002 senesinde önemli bir güç elde eden bir halk iktidarının 16 sene sonra geldiği noktada, eğer diasporada Türkiye karşıtı ufak gruplar Türkiye karşıtlığını dünya gündemine oturtabiliyorsa burada bir problem var demektir. Hem ABD’de hem de AB’deki ülkelerde gerçek anlamda hem cumhurbaşkanını savunmak hem de onun halkı ile olan bütünlüğünü dünyaya göstermek adına Türkiye’nin çok derin lobicilik yapması gerekiyor.
Fahrettin Altun: Türkiye kendi aktörlüğü ile bölgesinde bir güç olmaya devam ederken, küresel meselelerin çözümüne de bir aktör olmayı sürdürüyor. Bu süreç hiç kuşkusuz imkanları da belli meydan okumaları da beraberinde getiriyor. Sizler hem bu meydan okumaların altını çizdiniz hem de imkan alanlarına dikkati çektiniz. Katkılarınız için Kriter dergisi adına hepinize teşekkür ediyorum.