Avrupa’da mülteciler ve terör gündemi yerini uzun süredir koronavirüsle mücadele ve ekonomik sorunlara bırakmıştı. Macron, göreve geldiği günden bu yana “sarı yelekliler” nezdinde temsilini bulan ekonomik ve yapısal sorunlarla mücadele ediyor. Suriye’nin kuzeyinde YPG/PKK gibi terör örgütlerine Doğu Akdeniz’de ve Libya’da -resmi olarak arabuluculuk rolünü oynadığını iddia etse de- Macron, ayrılıkçı terör milislerine destek vererek teröre arka çıkan bir siyaset izliyor.
Bununla birlikte Avrupa’da demokratik ve liberal düzenin hem ekonomik hem de ideolojik ve toplumsal olarak tıkanmasıyla birlikte Avrupa’nın beyaz orta sınıf isyanının açığa çıkardığı toplumsal öfke, aşırı sağ üzerinden radikalleşmeyi beslemeye başladı. Öyle ki oylarını kısa sürede artıran aşırı sağın ırkçı ve İslam karşıtı söylemleri, merkez hatta sol siyasi partiler tarafından da ödünç alınmaya başladı. Bunun oy kaygısı ve aşırı sağın iktidarını engellemek üzere yapıldığı argümanı, uzmanlarca sıklıkla dile getirilmektedir. Ancak Avrupa’da liberal-demokratik düzeni tehdit algısı aşırı sağa yönelmişken Macron, geçen hafta yaptığı basın açıklaması ile birlikte güvenli tehdit algısını aşırı sağdan çok açık bir biçimde Müslümanlara doğru yöneltmiştir. Nitekim geçen hafta Fransa İçişleri Bakanı, aşırı sağcı ve ırkçı Le Pen’i sözde İslami ayrımcılığa karşı mücadele için istişareye davet etmiştir. Bu da merkez siyasetin Müslümanlarla ilgili politikalarda aşırı sağı engelleme motivasyonundan onlarla “birlik içinde hareket etme” aşamasına geçildiğini gösteriyor.
Avrupa İslamı Projesi
Hem terörle mücadele ekseninde Müslümanlara yönelen bu tehdit algısı hem de Avrupa’da yaşayan Müslümanların kültürel asimilasyonunu hedefleyen uyum siyaseti adeta toplumda bir “iç düşman” yarattı. Ancak Müslümanların güvenlik meselesi haline getirilmesi, İslam düşmanlığı ve kimlik tartışmaları yeni değil. Bu çerçevede ilk olarak Suriye kökenli Siyaset Bilimci Bassam Tibi tarafından 90’larda ortaya atılan “Avrupa İslamı” projesi Avrupa ülkelerinde ulus kimliği kazanarak Alman İslamı, Fransız İslamı veya aydınlanmacı İslam gibi isimlerle karşımıza çıkmaya başladı. 2000’lere gelindiğinde, Avrupa İslamı projesi ve İslam düşmanlığı birbirini besleyen ve tamamlayan projeler olarak gündemde yer almaya başladı. Almanya, 2018’de “İslam’ı yeniden tanımlamak” hedefiyle İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir müsteşarlık nezdinde kurumsal bir yapılanmaya gitti. Yine Fransa’da 1990-2003 arasında “The French Council of the Muslim Faith (CFCM)” gibi Fransız devleti eliyle bazı İslam kuruluşları açılmaya başladı.
Ancak önceki girişimlerden farklı olarak son dönemde İslam düşmanlığı ve Avrupa İslamı projelerinin giderek kültürel alandan siyasi ve güvenlik alanına kaydırıldığı ve Avrupa’nın terörle ve radikalleşmeyle mücadelesinde bir araç olarak kullanıldığı görülmektedir. Macron, ekim başında gerçekleştirdiği “lutte contre les separatismes“ (Bölücülüğe Karşı Mücadele) isimli toplantıda yeni bir kavramsallaştırmaya giderek ilk kez Fransa’da yaşayan Müslümanları “bölücülükle” suçladı. Böylelikle Müslümanlarla bölücü ve ayrılıkçı terör unsurlarını aynı kefeye koymuş oldu.
Macron’un konuşmasında dikkat çeken diğer bir noktaysa sekülerizmin ve laikliğin güçlendirileceği vurgusu oldu. Bu yeni sekülerizm dalgasının Müslümanları baskılamak ve ehlileştirmek için uygulanacak yeni bir baskı aracı olacağı sinyalini ise “müjdelediği” bazı yasaklarla verdi. Buna göre Fransız hükümeti gelecek haftalarda Müslümanların yiyecek, giyim ve eğitimle ilgili alışkanlık ve yaşam pratiklerini kısıtlayacak bazı yasalar çıkaracak. Nitekim Fransa İçişleri Bakanı da “Marketlerde helal sertifikalı yiyecekleri görmeye tahammülü olmadığını” açıklamıştı.
Öyle görünüyor ki terörle mücadele bahanesiyle Avrupa’da ehlileştirilmiş ve kültürel çeşitliliğe indirgenmiş bir İslam inancı devlet eliyle Müslümanlara dayatılacak. Daha da tehlikelisi bu İslam anlayışını benimsemeyen ve kendi kimliğini korumak isteyen Müslüman grupların “bölücü” yaftasıyla suçlanacak olmasıdır.
Fransız devletinin bu adımları, bir öğretmenin canice öldürülmesine verilen tepkiler gibi yansıtılsa da esasında Fransa, Almanya, Danimarka ve Hollanda gibi ülkeler uzun süredir varlığı kendinden menkul bir “Müslüman Sorunu” icat etti ve bu sorunla mücadele mekanizmalarını yürürlüğe koyuyorlar. 19. ve 20. yüzyıl Avrupası’ndaki “Yahudi Sorunu”nu andıran bu durum esasında Avrupa siyaseti açısından çok elverişli ve hükümetlerin bununla aynı anda bir kaç kuşu vurmayı hedefledikleri anlaşılıyor. Bir yandan Avrupa toplumlarında yükselen sistem karşıtı öfke Müslümanlara kanalize edilirken diğer yandan iç ve dış siyasetteki başarısızlıkların üstü örtülüyor. Avrupa’nın dağılan toplumsal ve siyasi birliği İslam düşmanlığı üzerinden yeniden tesis edilmeye çalışılıyor. Ancak Avrupa İslamı projesinin 30 yılı aşkındır yürürlükte olduğu düşünüldüğünde bunun gündelik siyasi taktikleri aşan ve Müslümanları disipline etmeye ve nihayetinde bir Pagan İslamı oluşturmaya yönelik seküler bir toplumsal mühendislik projesi olduğu anlaşılmaktadır.
Bir yandan Fransa ordusuyla Avrupa Birliği’nin operatif ayağı gibi Ortadoğu’da askeri varlık gösteriyor ve Ortadoğu’daki çıkar mücadelesini “İslamcı radikalizm ve terörle mücadele” gibi kendince meşru bir zemine oturtuyor. Diğer yandan diğer Avrupa devletleri gibi ülkedeki Müslüman gruplar “Fransız İslamı” kimliğiyle ne Fransız ne de İslam kimliğine sahip mankurt bireyler olarak görünmez ve etkisiz kılmayı hedefliyor. Bunun için de öncelikli olarak köken ülke ve kimlikle ilgili tüm bağlar “sorunlu” hale getirilerek koparılmaya çalışılıyor. İmamların Avrupa devletleri tarafından yetiştirilmesi, köken ülkeden imam gelişlerinim durdurulması, Avrupa İslamı konseptine uygun yeni teoloji fakülteleri ve İslam merkezlerinin ve LGBT ve kadın imamlara sahip cami benzeri ibadethanelerin açılması gibi bazı uygulamaların yürürlüğe konulması planlanıyor.
Avrupa ve İslam meselesinde dikkati çeken esas nokta kültürel entegrasyon bağlamında öne sürülen bu Avrupa kimliği projelerinin entelektüeller veya kanaat önderleri değil devlet yetkilileri siyasiler ve bakanlıklar tarafından deklare edilerek yürürlüğe konulmasıdır. Bu da Avrupa’da Müslüman sorununun “siyasal İslam projesi” olduğunu gösteriyor.
Diğer yandan radikalleşme gibi toplumsal ekonomik ve psikolojik pek çok veçhesi bulunan toplumsal bir sorunu sadece radikalleşen bireylerin dini kimliklerine indirgemek bu kimliğin reforme edilmesiyle radikalleşmenin durdurulacağı anlayışı daha baştan sorunludur. Nitekim tüm bu çabalara rağmen Fransa hala göçmen Müslümanların Fransa ile bütünleşmesini sağlayamamış ve DEAŞ’a en çok üye gönderen Avrupa ülkesi konumundadır.
Macron’un “İslam’ın dünyanın her yerinde krizde olduğu” söylemi Fransa’da yürürlüğe konulan senaryonun Avrupa’nın diğer ülkelerinde hatta dünyanın farklı bölgelerinde de sergileneceğini düşündürmektedir. Nitekim Fransa’ya ilk desteğin Hindistan ve Çin gibi İslam düşmanlığının zirvede olduğu ülkelerden gelmesi de bunu göstermektedir. Diğer yandan Batı etkisindeki Ortadoğu ülkelerinde de benzeri bir dalga beklenebilir. Suudi Arabistan’ın reformist ve modern İslam söylemleri bu bağlamda okunmalıdır. Macron’un bu yeni “bölücü Müslümanlar” söylemine AB ülkelerinden gelen tepkiler de manidardır. Mülteci meselesi, Doğu Akdeniz ve Libya ve koronavirüsle mücadelede ortak bir siyaset geliştirmekte zorlanan Avrupa Birliği’nin de kolay hedef olarak gördüğü Müslümanlar ve İslam düşmanlığı üzerinde bir “birlik” ve duruş sergilemeye çalıştığı görülmektedir.
Müslümanları provoke ederek kriminalize etme ve şiddet eylemlerine yönelmelerini kışkırtma anlamına gelen bu gelişmeler karşısında Müslümanlar sükunet ve vakarlarını korumalı ve şimdiye kadar olduğu gibi İslam adı kullanılarak yapılan terör ve şiddet eylemlerini kınamaya ve tel’in etmeye devam etmeliler. Ancak Avrupa’nın bu yeni “Müslüman Sorunu”nun Müslümanların İslamı temsili, entegrasyonları veya Avrupa’nın bilgisizliğiyle bir ilgisinin bulunmadığının, tamamen siyasi bir projenin kullanışlı aracı olarak tedavüle sokulduğunun da anlaşılması gerekmektedir.
Avrupa ülkeleri terörün ve radikalleşmenin toplumun farklı kimliğe sahip bireylerinin marjinalleştirilerek ve kriminalize edilerek engellenemeyeceğini anlamaları gerekmektedir. Dünyanın farklı bölgelerinde terör örgütlerine destek veren devletlerin bunun bir bumerang etkisiyle kendilerini vuracağı ihtimalini de düşünmeleri gerekir. Avrupa toplumlarının İslam düşmanı söylemlerle kutuplaştırılması ve toplum kesimlerinin birbirine karşı kışkırtılması radikalleşme ve terör eğilimlerini daha da artıracaktır “Müslüman Sorunu”nun istikrarsızlık ve güvensizliğin arttığı bir “Avrupa Sorunu”na dönüşme tehlikesi hiç de uzak görünmüyor.