Mevcut küresel düzen artık ihtiyaçlara cevap vermiyor ve uluslararası sistem bir dönüşüm geçirmekte. Bu iki yargı, günümüzde konuyla ilgili hemen hemen herkesin üzerinde mutabık kaldığı hususlar. İkinci yargıyla ilgili söz konusu dönüşümün nereye doğru evrildiği ve yeni sistemin nasıl özelliklere sahip olacağı üzerine ise farklı yorumlamalar bulunmakta.
Bazıları yeni sistemin çok kutupluluğu ön plana çıkaracağını iddia ederken, bazıları sistemin ABD ve Çin eksenli iki kutuplu bir görünüme bürüneceğini iddia ediyor; bazıları ise jeopolitik mücadeleler nedeniyle yeni sistemin kaotik bir görünüm arz edeceğini öngörüyor. Bu yorumlamalardan herhangi birisini mutlak bir şekilde yanlışlamak henüz mümkün değil. Zira dönüşüm süreci halihazırda devam ediyor ve yeni uluslararası sistemin kısa vadede ortaya çıkmayacağı açık. Devletler ise dönüşen uluslararası sistemde ön plana çıkan bazı özellikleri dikkate alarak mutat davranış kalıplarını değiştirmeye başladı.
Doğal olarak Türkiye de söz konusu dönüşüm ve dönüşümün etkilerinden muaf değil. Sadece son 10 yılda Türkiye’nin mücavir coğrafyasında meydana gelen gelişmeler bile söz konusu dönüşümün Türkiye’yi nasıl etkilediğine ve etkileyeceğine örnekler teşkil ediyor. Bunun yanı sıra küresel düzeyde meydana gelen gelişmeler de kaçınılmaz olarak bölgesel politikaları ve dolayısıyla Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Bu noktada uluslararası sistemin dönüşüm sürecinde ne gibi özelliklerin ön plana çıktığı ve Türkiye’nin bu özelliklere yönelik nasıl bir yaklaşım içinde olduğu önem arz ediyor. Zira yeni dinamikleri dikkate almayan ve dönüşüme ayak uyduramayan bir Türkiye edilgen, içine kapanık ve meydan okumalardan oldukça olumsuz etkilenen bir görünümde olacak. Aksi yani dönüşüm sürecinin farkında olan, geçmiş tecrübelerinden dersler çıkararak bunun muhakemesini iyi bir şekilde yapan ve ön alıcı hamlelerde bulunan Türkiye ise stratejik özerkliğini artıracak, meydan okumalara rahatlıkla mukabele edecek ve dönüşüm sürecinde öncü bir rol oynayabilecektir.
Dönüşüm Sürecinde Öne Çıkan Özellikler
Uluslararası sistemin dönüşüm sürecinde önceki dönemden farklı olan bazı özellikler bulunuyor. Sayılarını artırmak mümkün olsa da bu özelliklerden en öne çıkanları “Amerikan gücünde erozyon, ortaya çıkan jeopolitik boşluklar, bireysellik, parçalı iş birliği, çok katmanlı gündemler ve dinamik ittifaklar” şeklinde özetlemek mümkün.
ABD iki kutuplu sistemin en önemli yansıması olan Soğuk Savaş sona erdiğinde bazı engellerle karşı karşıya olsa da tek kutuplu veya hiyerarşik bir dünya oluşturma yeteneğine sahipti; elindeki en önemli kozu da, liberal ekonomi ve liberal demokrasinin bayraktarlığını yapmasıydı. Ancak burada liberal ekonominin öncelenmesi ve liberal demokrasinin salt bir araç olarak kullanılması, diğer faktörlerle birlikte ABD’nin norm oluşturucu ve norm uygulayıcı rolünün aşınmasına neden oldu. Bu aşınmanın önemli bir kısmına ise uyguladığı politikalarla bizatihi ABD’nin kendisi neden oldu. Dolayısıyla başta geniş Ortadoğu coğrafyası olmak üzere dünya genelinde ABD’nin siyasi, ekonomik ve (uygulamadaki) askeri gücünde yaşanan erozyon, dönüşüm sürecinin önemli bir özelliği olarak karşımıza çıkıyor.
Bununla ilişkili olarak dönüşüm sürecinde öne çıkan bir başka özellik ise bölgesel düzeyde birçok alanda jeopolitik boşlukların oluşması. Etkisini özellikle Ortadoğu, Afrika ve Doğu Akdeniz’de gösteren bu jeopolitik boşluklar, aynı zamanda farklı aktörler arasında üstü örtülü veya açık güç mücadelelerinin yaşanmasına neden oluyor. Aslında küresel düzeyde lidersizlikle de ilişkilendirilebilecek bu jeopolitik boşlukların oluşması ve yaşanan güç mücadelelerinde hiçbir aktör, dominant bir pozisyona sahip değil ve sonucun belirlenmesinde tek başına yeterli değil. Zira mücadele çok aktörlü ve çok boyutlu kompleks bir görünüm sergiliyor. Dönüşüm sürecinde eski sistemde daha uyumlu hareket eden müttefik devletler arasında bile rekabet ve uzlaşmazlıklar söz konusu olabiliyor. Ayrıca bu güç mücadelesinde devlet dışı aktörler daha önce olmadığı kadar etkili bir rol oynuyor.
Çatırdayan İttifaklar, Münferit Devletler
Öte yandan dönüşüm sürecinde devletlerin daha münferit davranma eğiliminde olduğu görülüyor. Bu husus eskiden norm üretme ve normları uygulama yeteneğine sahip olan aktörlerde bile etkili hale gelmiş durumda. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemde en önemli norm üreticisi ve uygulayıcısı olan ABD’nin, 11 Eylül saldırıları sonrasında ve özellikle son 10 yıldır uyguladığı politikalar; siyasetten ticarete, dış politikadan askeri politikalara kadar ne kadar bireysel davranılabileceğinin önemli bir göstergesi. Aynı durum ideal açıdan barışçıl, istikrar ve refah alanını genişletme iddiasında olan Avrupa Birliği’nin (AB) göç ve göçe kaynaklık eden gelişmeler karşısında takındığı tutumda da kendisini göstermekte. Dolayısıyla teorik açıdan idealize edilen uluslararası toplum, dünya toplumu, koruma sorumluluğu gibi kavramlar dönüşüm sürecinde arka plana düştü ve ister tekil ister kurumsal temelde olsun aktörler artık diğerlerinin hassasiyetlerini dikkate almayan daha bireysel gündemler takip etme yoluna gidiyor. ABD-İngiltere ve Avustralya arasında gerçekleşen AUKUS ittifakı ve bu ittifakın ilk yansıması olarak Fransa’ya yönelik etkisi bu bireyselliğin en son ama sona ermeyecek önemli bir yansıması.
Devletler ve devlet dışı aktörler dönüşüm sürecinde ilişkilerine artık net kırmızı çizgiler çekmekten ziyade birbirleriyle ilişkilerini parçalı bir şekilde ele almayı tercih etmekteler. Zira net çizgiler çekmek, söz konusu aktörlerin hareket alanlarını daraltmakta ve politikalarını revize etmelerine engel olmakta. Oysa dönüşüm sürecinde aktörlerin birbirleriyle ilişki içinde olduğu dosyalar tekil değil çoklu nitelikte. Dolayısıyla çok katmanlı bir gündem silsilesinin yer aldığı dönüşüm sürecinde ilişkileri tek bir dosyaya rehin bırakmak ve diğer alanları göz ardı etmek hiçbir aktörün çıkarına uygun değil. Bu nedenle aktörlerin birbirleriyle ilişkilerini yürütürken dosyaların bazılarında uzlaşma bazılarında rekabet bazılarında ise çatışma içinde olmaları söz konusu.
Kaldı ki çok katmanlı gündem içinde aktörler arasındaki iş birliği ve rekabet dosyadan dosyaya farklılık gösterebiliyor. Örneğin bir konuda iş birliği içinde olan aynı aktörler diğer bir dosyada taban tabana zıt pozisyona sahip olabiliyor. Bu durum ise kaçınılmaz olarak dinamik ve değişken ittifakları beraberinde getiriyor. Aslında dönüşüm sürecinde özellikle yerel ve bölgesel düzeyde yaşanan baş döndürücü dinamizm de bu noktada etkisini gösteriyor. Suriye’de ABD, Rusya, İran ve rejimin PKK/YPG ile ilişkisine veya Afganistan’da son 3 ayda yaşanan gelişmelere bakıldığında söz konusu dinamizmi ve aktörler arasında değişen ilişkiyi gözlemlemek mümkün.
Türk Dış ve Güvenlik Politikasının İmtihanı
Uluslararası sistemin dönüşüm sürecinin ilk emareleri ortaya çıktığında Türkiye bir ikilemle karşı karşıya kaldı. Bir taraftan İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan ve Soğuk Savaş sonrasında da devam eden uluslararası düzen ve bu düzene ait kurumlar üzerinden ilişkileri yürütmeye öncelik verilmekteydi. Diğer taraftan söz konusu düzen ve kurumlar, Türkiye’nin yüzleştiği meydan okumalara mukabele etmesini her geçen gün zorlaştırmaktaydı. Hatta bu düzen çerçevesinde kurulan ittifak ilişkileri, Türkiye’nin karşılaştığı riskleri çeşitlendirmiş ve tehditleri artırmaya başlamıştı.
Bu noktada Türk dış ve güvenlik politikası açısından iki önemli mihenk taşı ABD ve AB ile ilişkilerdi. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ile yürüttüğü ittifak ilişkisi inişli-çıkışlı bir seyir izlese de bir şekilde tarafların karşılıklı “anlayışlarıyla” yürütülebilmişti. Bununla beraber ilişkiler hiçbir zaman günümüzdeki dönüşüm sürecinde olduğu kadar kötüleşmemişti. Deyim yerindeyse, “serbest düşüş” şeklinde seyreden ikili ilişkilerin bu seyrinde ABD açısından genel anlamda bölge politikalarında düşük angajmanlı bir politikaya yönelmesi ve Amerikan gücünün erozyonu etkili oldu. Türkiye açısındansa Ankara’nın ekonomik, askeri ve diplomatik kapasitesinin güçlenmesi ile karşılaştığı meydan okumalardaki artış etkili oldu. Bunların etkisiyle karşılıklı olarak artan güvensizlik, bir noktadan sonra ikili ilişkilerin, eski format üzerinden yürütülmesini imkansız hale getirdi.
Benzeri bir durum AB ile ilişkiler açısından da geçerli. Nitekim AB ile tam üyelik hedefiyle yürütülen ilişkiler, 2000’lerin ilk 10 yılına kadar AB merkezli ve reform temelli bir şekilde devam ederken, bu dönemden sonra sistemdeki dönüşümün etkisiyle ilişkiler format değiştirmeye başladı. Yeni formatta AB’nin ilişkilerdeki ağırlığı azalırken diğer faktörlerin yanı sıra kısmen bireysellik kısmen de parçalı iş birliği gibi faktörlerin etkisiyle ilişkiler kompleks bir görünüme büründü.
Türkiye Yeniden Konumlanıyor
Bu bağlamda dönüşüm sürecinde Türkiye’nin nasıl bir tavır gösterdiğini ele alırken bu süreci genel olarak üç farklı dönemde ele almak mümkün. Bunlardan birincisi 2012-2016 dönemini kapsayan “algılama/farkındalık”, ikincisi 2016-2020’yi kapsayan “adaptasyon”, üçüncüsü ise 2021 ile başladığını iddia ettiğim “yeniden konumlanma” dönemi.
Sistemdeki dönüşümün ne zaman başladığına ilişkin net bir tarih vermek mümkün değilse de Türkiye açısından dönüşüm sürecinin farkına varılması büyük ölçüde 2012-2016 arasında söz konusu oldu. Bu döneme kadar Türkiye başta BM, ABD ve AB olmak üzere sistemin başat aktörleriyle uyumlu ilişkiler içindeydi ve özellikle geliştirdiği ticari ve siyasi ilişkilerle göreli bir istikrar alanı oluşturmaya çalışmaktaydı. Bazen risk ve meydan okumalarla karşılaşılsa da bu hususlar Türkiye açısından nispeten tolere edilebilir düzeydeydi. Ancak bu dönemle beraber Ortadoğu’daki halk hareketleri ve hususan Suriye krizi kaynaklı olanlar başta olmak üzere Türkiye’nin etrafındaki riskler belirgin hale geldi. Bu dönemde mevcut düzenin sürece liderlik eden aktörlerinden ne BM ne ABD ne de AB, Türkiye’nin risklerinin dengelenmesinde yardımcı oldu. Tam aksine, söz konusu aktörlerin hareketsizliği veya farklı politikalar içine girmesi, Türkiye’nin algıladığı tehditleri derinleştirdi.
Bu durumun farkına varan Türk dış ve güvenlik politikası, karşı karşıya kaldığı meydan okumaları dengelemek ve hareket alanını genişletmek için 2016 ile beraber adaptasyon olarak ifade edilebilecek olan yeni bir döneme geçiş yaptı. Adaptasyon sürecinin en önemli unsurları ise siyasi istikrar, kararlılık ve diplomatik girişimlerin yanı sıra Türkiye’nin etkisini giderek artırdığı askeri kapasitesi oldu. Bu çerçevede Suriye’de arka arkaya düzenlenen askeri operasyonlar, Libya’da meşru hükümetin desteklenmesi, Doğu Akdeniz’de sergilenen askeri güç destekli politikalar ve Karabağ meselesine Azerbaycan lehine aktif bir şekilde müdahil olunması gibi gelişmeler Türkiye’nin caydırıcılığını artırırken bölgesel güç projeksiyonu yapabilmesine imkan sağladı.
Türkiye’nin dönüşüm sürecine adaptasyonu yüksek bir maliyete katlanmasına neden olsa da önemli tecrübeler elde etmesine vesile oldu. Bu tecrübeler, yukarıda ifade edilen dönüşüm sürecinin öne çıkan özellikleriyle beraber değerlendirildiğinde yeniden konumlama dönemine hazır hale gelmesini sağladı. Diğer bir ifadeyle, Türkiye artık dönüşüm sürecine adaptasyonunu sağladı ve süreçte kendini yeniden konumlama aşamasına geçti.
Yeni Hamleler Lüks Değil Zorunluluk
Yeni dönem Türkiye için risklerin dengelenmesi ve ortaya çıkacak fırsatların etkili bir şekilde kullanılması açısından önemli avantajlar sağlıyor. Ancak söz konusu riskleri ve fırsatları ele alırken, uluslararası sistemi eski özellikleri üzerinden okumak miyopluktan öteye gitmeyecek. Bu bağlamda yeni dönemde Türk dış ve güvenlik politikası ne salt ABD’ye ne Rusya’ya ne AB’ye ne de Çin’e endeksli bir şekilde ele alınmalı.
Hiçbir ilişki bir diğerinin ikamesi olmadığı gibi eş zamanlı olarak bütün aktörlerle farklı gündemler ve farklı yoğunluklarda ilişkiye geçilebilir. Bu durumu dış politikada zikzaklar veya eksen kayması şeklinde yorumlamak ya sistemin dönüştüğünün farkında olunmadığının bir göstergesidir ya da kötü niyetli yorumlamalardır. Zira tek eksen vardır, o da Türkiye merkezlidir. Kaldı ki ikili ilişkiler, dönüşen sistemde parçalı iş birliklerini ve değişken ittifakları kaçınılmaz kılıyor.
Dönüşen sistemde mücavir coğrafya ve ötesinde oluşan jeopolitik boşluklar henüz doldurulabilmiş değil ve Türkiye yeniden konumlanma sürecinde bu boşlukları değerlendirebilecek önemli aktörlerden birisi. Yeni dönemde silik, sindirilmiş, sınırlandırılmış karakterde bir bekle-gör politikasının uygulanması, Türkiye için önceki dönemlerden daha büyük tehditler ortaya çıkarabilecektir. Bu nedenle dönüşen sisteme adaptasyonunu tamamlayan Türkiye’nin yeni süreçte esnek ve dinamik bir içerikle stratejik özerkliğini artırmaya yönelik hamleler içine girmesi bir lüks değil, kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu hamlelerde bulunurken elbette bölgesel düzeyde veya dosya bazında çeşitli kısıtlayıcı faktörler ve meydan okumalarla karşılaşılacaktır. Ancak unutulmamalıdır ki bu faktörler de statik değildir, kısa süre içinde değişkenlik gösterebilmektedir.