Kriter > Dosya > Dosya / AK Parti |

Eski Rejim, Demokratikleşme ve AK Parti Tecrübesi


Özal dönemi ile Erdoğan dönemi arasındaki süreklilik hattında, Cumhuriyet epistemolojisinin modernleşme anlayışının iki açıdan değişime uğratılmış olduğu gerçeği karşımızda duruyor. Kemalizm temelli modernleşme anlayışının paradigmal değişimden geçirilmesi ve devlet merkezli modernleşme yerine, birey merkezli siyasal-iktisadi-kurumsal modernleşme anlayışı.

Eski Rejim Demokratikleşme ve AK Parti Tecrübesi
(Orhan Karslı/AA)

Modern Türkiye’nin yakın siyasi tarihi, çok partili döneme geçildikten bugüne demokratikleşme adına ciddi sınamalardan ve zorlu patikalardan geçilen bir fotoğraf sunuyor önümüze. Her on yılda bir gerçekleşen askeri darbeler, sonrasında oluşan ara rejim dönemleri, o ruhun ürünü olarak tasarlanmış ve topluma dikte ettirilmiş anayasalar ve bunun zeminini oluşturacak şekilde inşa edilen yasal ve kurumsal çerçeve, ülkenin kurumsal bir demokrasiye geçiş için alması gereken yolun ne denli zorlu ve sancılı olduğunu bize anlatan geniş resim. Bir başka ifadeyle, sosyal teorideki otoriter merkeziyetçi modelden demokratik norm ve prensiplere dayalı hukuk devleti nosyonu ve pratiğine geçişin yapısal ve kurumsal zorlukları.

Dünyanın son 150 yıllık demokratikleşme serüveninin bizlere gösterdiği gibi, demokratikleşmenin esasen doğrusal olmayan bir süreç olduğu ve küresel düzlemde demokratikleşme dalgalarını müteakiben muhakkak bir ters akımın takip ettiği olgusu bir tarafta dururken, Türkiye aynı tarihsel dönemde bir yandan Batılılaşma perspektifiyle yoğrulmuş bir modernleşme süreciyle yüzleşirken, bir yandan da toplumsal ve siyasal zeminde ideolojik kimlikler üzerinden yükselen bir iç çatışma ve gerilimin kucağında buluyordu kendisini.

 

Modernleşme İyileşme Sağlıyor mu?

Yakın Doğu’nun en önemli düşünürlerinden Daryuş Şayegan’ın Osmanlı, Rus, Japon ve İran modernleşmesine dair kıyaslamalı analizinde belirttiği gibi modernleşmeye ilişkin bir Batılılaşma bilinci, söz konusu toplumların taşıdıkları tarihsel birikimden ötürü bu toplumlarda kendine has bir zeminde yeşermiş ve serpilmiştir. Bu toplumların ilk belirgin ortak özellikleri, Batılılaşmayı öncelikle kendi geleceği için zorunlu gören siyasi bir irade ve bu iradeyi mümkün kılan kurumsal bir örgütlenmenin varlığı idi; daha açık şekliyle, merkezi bir devlet ve bürokratik yapı ile bu yapıyı koruyacak bir askeri tabaka. Türkiye’deki Batılılaşma-modernleşme aksının öne çıkan kurumsal aktörleri yani.

On yedinci yüzyıldan itibaren duraklamaya başlayan Osmanlı için ortaya çıkan iki önemli sonuç, askeri başarıların azalmasının ekonomi üzerinden toplumun farklı kurumlarına olan negatif yansıması ve devletin bu cendereden nasıl çıkarılacağı sorusundan türeyen “reform” fikri idi. Bu noktada, örneğin, Murat Belge’nin Osmanlı’yı “fütuhatla kurulmuş, fütuhatla genişlemiş” bir imparatorluk olarak tanımlaması ile tarihin her döneminde askeri karakteriyle öne çıkmış büyük bir imparatorluğun duraklama döneminde peşi sıra yaşadığı askeri ve siyasi yenilgiler ve buradan türeyen sosyal, kurumsal ve iktisadi krizlerin karşısında aranan çarelerin ilk önce askeriyede yoğunlaşması arasında birbirini izah eden bir nedensellik bulunuyor. Esasen bu aynı zamanda ilgili siyasi kültürün son tahlilde temel biçimlendirici aktörünün kim olduğunu da bizlere anlatıyor.

Üçüncü Selim döneminde bizatihi padişahın talebiyle sivil, asker ve dini anlamda önde gelen kişiler tarafından devlet otoritesinin güçlendirilmesine dönük yazılan layihalar, merkezileşmenin yeniden tesisi ve imparatorluğun kaybettiği gücün yeniden tahkimi için her şeyden önce ve mutlak surette askeri reformu öneren bir perspektif sunmaktaydı. Bu yönüyle Osmanlı modernleşmesinde ilk adım ve teşebbüslerin görüldüğü alan olarak beliren askeri yapı, ülkenin bir bütün olarak siyasi-kurumsal yapısındaki değişimin lokomotifi işlevini de üzerine almış oluyordu. On sekizinci yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın modernleşme gayretlerinin altında yatan temel mantık olan devlet gücünün tahkimi için her şeyden önce orduyu yeniden yapılandırmak ve bunun inşa edeceği zeminde ülkenin diğer kurumsal yapısını tanzim etmek bulunuyordu. Bu devlet eksenli modernleşme sürecinde öne çıkan üç kesim ise asker, aydın ve bürokrasi idi. “Tarihsel blok” olarak tanımlanan bu üçlünün oluşturduğu iktidar yapısı, Türkiye’nin siyasal tasavvuru ve kültürünün de her daim en önemli belirleyicisi olagelmiştir. Türkiye modernleşme serüveni, bu yönüyle, bu blok ve onun çatışma ihtiyacı hissettiği toplumsal kesimlerle arasındaki gerilimin öyküsüne dönüşmüştür. Bu, meselenin kurumsal boyutu.

İlgili toplumların modernleşme serüvenlerine özne olan ikinci ortak özellik ise, toplumsal-siyasal ideolojik kimliklerin toplumlara yaşattığı iç çelişki ve gerilimler. Yani Şayegan’ın, “bilinç yarılması” şeklinde tezahür eden bir ontolojik ikilem ürettiğini söylediği siyasal tasavvur boyutu. Modern Cumhuriyetin, bu anlamda, modernleşme tasavvurundaki yapısal-ontolojik demokrasi açığı/sorunu gerek içeriği gerek metodundan kaynaklı olarak farklı toplumsal kesimler için kaçınılmaz şekilde dışlayıcı, ayrıştırıcı ve kriminalize edici bir kurgusal inşa gerçekleştirdi. Modernleşme ve demokrasinin birbirinin zıddı olarak konumlandığı bu kurgusal inşada, iktidar sahibi olan grubun tanımı dışına taşan herhangi bir kimliksel aidiyet biçimi ya da pratiği, yukarıdan aşağıya bir metotla “ehlileştirilecekti”. Bu ise, bir taraftan Batı’dan ithal edilen kanunlarla insanların günlük hayatına saldırı şeklinde olurken, buna dair değişmez sigorta olarak bir taraftan da gücünü, yetkisini ve meşruiyetini orduya dayandıran bir siyasal tasavvur ve siyasal kültür gelişti. Bu nedenle ordu, bilhassa tek parti döneminde söz konusu kurgusal inşanın muhafızlığı görevini icra etti; nitekim tam olarak böyle tasarlanmıştı. Bu yönleri itibariyle gerek kurumsal boyutun gerekse siyasal tasavvur boyutunun Türkiye’deki demokratikleşme zihniyeti ve pratiğiyle doğrudan, gömülü bir ilişkisi bulunuyor.

askeri törenden bir kare
(Mahmut Serdar Alakuş/AA)

 

Darbelerin Yansıttığı Karakterler

Çok partili hayata geçişin ardından her on yılda bir gerçekleşen askeri darbeler ve sonraki sürecin de bu nazardan okunması gerektiğini belirtmeliyiz. Çünkü orduların siyasete müdahale etmeleri askeri değil siyasi nitelikli, siyasi hedeflidir. Samuel Huntington’a göre bir darbe sadece ordunun karakterini yansıtmaz; aynı zamanda darbenin yapıldığı ülkenin siyasi ve kurumsal karakterini de yansıtır. Bu ise bize Türkiye'deki anti-demokratik normlarla biçimlenmiş yerleşik siyasal kültür nedeniyle tek partiden demokrasiye geçişin zorlu patikasını işaret etmektedir.

Bir siyasal kültürde demokrasinin yerleşmesi için gerekli ortamın teşekkülü, iktisadi zemin, sosyolojik dönüşüm süreci, uluslararası siyasi ortam ve iletişim süreçleri ile de ilişkilidir. Liberal demokratik nosyon hem ulusal hem de küresel ölçekte demokratik bir kurumsallık inşa etmek için, birbiriyle ilişkili çarpan etkilerinin bileşimini alarak tutarlı bir denklem sistemi elde etmeye çalışır. Bu bağlamda demokratikleşme lehine siyasi geçiş bir ülke için, optimal bir ekonomik gelişme düzeyine göre gelişir ve işler. Yani karşılıklı olarak birbirini besleyen bir çerçevede ekonomi, ülkedeki politik-iktisadi kurumsallığı inşa etmek için siyasete kaldıraç görevi görebilir. Tıpkı, ülkelerdeki siyasi kültürlerin demokratikleşmesi ile uluslararası siyasette barışçıl ilerleme arasında pozitif bir ilişki olduğunu varsayan ve uluslararası ilişkilerin tasarımında liberal demokratik değerlere dayanan Kant'ın ünlü “daimi barış” teorisi gibi. Ayrıca sosyolojik zeminin, ekonomi-politik ve felsefi bağlamlarda kentleşme, küreselleşme ve postmodernizm etkisiyle dönüşümüne ilişkin süreçler, siyasetin demokratikleşmesinin değerlendirilmesi için yeni bir bakış açısı da oluşturmaktadır. Bu sayede, şeffaf ve bağımsız bir sivil toplumun daha görünür ve etkin olması sağlanabilecek ve devlet ile birey arasındaki hukuki ve siyasi ilişkiyi yönetmeye ve bireyin ve toplumun temel haklarının korunmasını güvence altına almaya yönelebilecek demokratik bir zemin ortaya çıkabilecektir. Bu, sosyolojik dinamiklerin ülkede yaşayan tüm bireyler için daha açık ve şeffaf olmasını icbar eden bir süreç inşa eder ve bu da kimlik temelli yeni konuları, çoğulculuk ve çok kültürlülük gibi kışkırtıcı yeni sorularla siyasal alanın ön cephesine taşır. Türkiye’de Özal döneminde başlayan bu ilk büyük kırılma, yapısal bir süreklilik hattında AK Parti döneminde derinleşti ve kurumsallaşma yolunda önemli bir yola girdi.

 

Devlet Millet Denkleminin Dönüşümü

Özal dönemi ile Erdoğan dönemi arasındaki bu süreklilik hattında, Cumhuriyet epistemolojisinin modernleşme anlayışının iki açıdan değişime uğratılmış olduğu gerçeği karşımızda duruyor. İlk olarak, Kemalizm temelli modernleşme anlayışının paradigmal değişimden geçirilmesi; ikincisi, devlet merkezli modernleşme modeli yerine, birey merkezli siyasal-iktisadi-kurumsal modernleşme anlayışının yerleştirilme çabası. Bu çerçeveden bakıldığında, devlet felsefesi itibariyle, devlet-birey-toplum denkleminin yeniden formüle edilmesi yaşanan en temel kırılmalardan; yani, “efendi/buyurgan/hizmet edilen devlet” anlayışının yerini, devletin milletin emrinde ve hizmetinde olduğu ve görevinin vatandaşın can ve mal güvenliğini sağlamak olduğu yolunda bir zihniyet değişimi ve devletin bu doğrultuda yapısal dönüşümü. Devletin vatandaş karşısındaki ontolojik önceliği ve “yaşam alanları”nı belirleyen başlıca güç oluşu meselesine dair kırılmaya uğrayan temel anlayış, bireyin politik bir “özne” haline getirilmeye başlanması ile gelişti. Nitekim bunun kuramsal itibarla kimlik tartışması içerisinde de oturduğu bir yer var. O da Cumhuriyet’in oluşturmaya çalıştığı yurttaş kimliğinin başat özelliği olarak devletine, milletine, toplumuna karşı görev ve sorumlulukları olan bir kimlikten hareketle, Füsun Üstel’in tarifiyle, apolitik bir kamusallık içinde temsil edilen bir kimlikten, bireye karşı yükümlülükleri olan devlet anlayışını yerleştirmeye çalışan bir yola doğru kat edilen ciddi mesafe.

Beraberinde bu süreklilik hattında, Cumhuriyet epistemolojisinin toplumsal tahayyülü yansıtan; devlet ve vatandaşlık ilişkilerini düzenleyen halkçılık ilkesinin içerdiği problemli bir husus da yeniden değerlendirme sürecine girmiştir. Tüm vatandaşların korporatist bir anlayışla kaynaştırılması; halkçılık ve solidarist ilişkilerle tek tip toplum oluşturma çabası; bütünleşik ve sınıfsız bir ulus meydana getirmeyi projelendiren bir anlayış karşısında Özal da Erdoğan da bireysel özerkliği ve vatandaşlık haklarının yasal güvenceye alınmasını vurgulamak suretiyle, bireyci, girişimci, sivil toplumcu bir anlayışın ve pratiğin altını çizmekteler.

Özellikle birey vurgusu ve demokrasi ve özgürlüklerin genişletilmesi üzerinden Türkiye ekonomi-politiğinin yapısal dönüşümünü gerçekleştirmeye dönük bu vizyon, Cumhuriyet epistemolojisinden köklü bir ayrılışı ifade etmektedir. Bu değişim gerçekleştirilirken ise sentezci bir yaklaşımla farklı eğilimlerin bünyede barındırılabilmesi, Türkiye siyasi kültürü açısından bir başka önemli kırılmayı resmetmektedir. Toplumun değişik sosyal katmanlarını bir araya getirerek geleneksel ideolojilerin çelişen unsurlarını harmonize edip yeni ve eklektik de sayılabilecek bir ideolojik sistem inşa etmek ve toplumdaki merkezi inşa eden grupları; tarım üreticileri, çalışanlar, memurlar, sanatçılar, esnaf ve iş adamlarını ihtiva eden bir yapı kurmak, Türkiye siyasal kültürü ve ekonomi-politik yapısı açısından önemli dönüşüm ufkuna işaret eden bir şey.

Bu dönüşüm ufku ise 1980’lerde Özal ile başlayıp 1990’ların kesinti döneminin ardından son yirmi yılda derinleşerek yukarıda bahsedilen kurumsal boyuta ve siyasal tasavvur ve kültürün dönüşümüne ilişkin ciddi bir pratikler bütünü üretti ve bu yolda önemli bir müktesebat biriktirdi. Ülkenin kurumsal demokrasiye geçişi ve orada muhkem kalmasının temini için gerekli olan bu müktesebatın tüm siyasal ve toplumsal gruplar açısından asgari bir bilinç ve farkındalık düzleminde sürdürülmesinin sağlanması, o ülkenin siyasal kültürünün ve demokratik kurumsallığının sıhhati açısından gerekli ve kritik. Son yirmi yılda kurumsallaşma yolunda önemli bir yol kat edilmiş olan bu ivmenin içsel ve dışsal faktörler üzerinden manipüle hatta gasp edilmesi riski ise halen daha oldukça olası. Nitekim demokratik hayata geçilmesinden bugüne bu ülkede temel kırılma dönemlerinde içeriden ve dışarıdan siyasal kültürün enfekte edilmesini getiren olay ve yaklaşımlar silsilesine bakmak, ne denmek istendiğini daha net anlatacak ve demokratik farkındalığın günlük sığ, pragmatik siyasi-ideolojik motivasyonlara kurban edilmeyecek kadar önemli bir sorumluluk yüklediğini her bir siyasal-toplumsal kesim mensubuna bir kez daha hatırlatacaktır.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası