Liberal Demokratik Siyasetin Buhranı


ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında liberal demokratik değerler ve kurumlar üzerine inşa ettiği hegemonya küresel çapta bir başkaldırıyla karşı karşıya.

Liberal Demokratik Siyasetin Buhranı
İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılma (Brexit) kararı, ülkenin başkenti Londra'da düzenlenen "Avrupa için birleşin" adlı gösteri yürüyüşü ile binlerce kişi tarafından protesto edildi, 25 Mart 2017

Britanya’nın referandumla AB’den çıkışı, Kıta Avrupası’nda aşırı sağ ve sol popülist siyasi partilerin hızlı yükselişi, Batı dışı dünyada halkın güçlü liderlerden yana tavır alması, Ortadoğu’da İslamcı-muhafazakar siyasi hareketlerin güçlenmesi ve en son Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesi Batı kamuoyunda siyasetin gidişatına dair karamsar bir hava oluşturdu. Bu karamsar havanın merkezinde 1990’larda “Tarihin Sonu” teziyle zaferi ilan edilen liberal demokrasinin gerilemesi yatmaktadır.

Elbette herkes bu gelişmeleri olumsuz bir şekilde değerlendirmiyor. Bazılarına göre bu gelişmeler ezilenlerin veya çevrenin egemen güçlere ve merkeze karşı başkaldırısının bir göstergesi. Buna göre küreselleşme sürecinde dışlananlar ya da kendini ekonomik ve siyasi anlamda güvende hissetmeyenler elitlere dur diyorlar. Bu pozisyonun hareket noktası ise toplumu parçalayan ve siyaseti ekonomi sektörü ve yerleşik güçler karşısında güdükleştiren liberal demokratik siyasetin eleştirilmesi ve yerine “milli irade” kavramında tecessüm eden popülist demokratik bir siyasetin teklif edilmesi. Daha açık bir ifadeyle liberal demokrasinin arzuladığı “halksız bir demokrasi” anlayışının yerine “halka dayanan bir demokrasi” anlayışının getirilmek istenmesidir.

Milli iradeye ve geniş kitlelere yaslanan sağ ve sol popülist hareketlerin birbirinden ciddi farklılıklar taşıdığını da ayrıca not etmek gerekir. Bir tarafta özellikle Avrupa’da rastladığımız yabancı karşıtlığında temellenen dışlayıcı bir popülist siyaset bulunurken diğer tarafta geniş halk kitlelerini bir siyasi aktöre dönüştüren kuşatıcı ve kapsayıcı bir popülist siyaset yer almaktadır. Dolayısıyla milli irade siyaseti dışlayıcı ve tepkisel bir milliyetçiliğe kayabildiği gibi kapsayıcı ve özgürleştirici bir siyaset formuna da bürünebilmektedir. Türkiye’de AK Parti siyasetinde tecessüm eden pozitif popülist bir siyasetin yanı sıra Avrupa’da aşırı sağ hareketler ve partilerde somutlaşan negatif popülist bir siyasetin varlığı söz konusudur.

Liberal Demokratik Siyasetin Buhranı-Ali AslanBerlin merkezinde Alternatif Parti destekçisi aşırı sağcı grup “Almanya’nın Geleceği için” isimli bir gösteri düzenledi, 27 Mayıs 2018.

Küreselleşmenin Sonu

Öte yandan liberal demokratlara geri dönecek olursak sürece dair iki eleştiri ortaya koyduklarını görmekteyiz. Bunlardan ilkine göre yaşanan süreç 1990’larda ivme kazanan küreselleşme ya da neoliberal dönemin sona ermesidir. Bunun ekonomi alanındaki göstergesi serbest piyasa ekonomisinin iç siyasette devletçi politikalara galebe çalması ve uluslararası alanda dünyayı entegre bir ekonomik pazara dönüştürmesinin geniş halk kitleleri tarafından tepkiyle karşılanması, ekonomik milliyetçiliğin ve kimlik siyasetinin yeniden palazlanmasıdır. Devlet ve sınırların geri dönüşünün siyaseti ve toplumsal olanı ekonomi sektörü karşısında tekrardan söz sahibi yapmasıdır.

Siyaset alanında ise ekonomik bir siyasi düşünce tarzının izlerini taşıyan “özgürlükçü” demokrasi, insan hakları, sivil toplum, çoğulculuk gibi kavramların çaptan düşüşünün başlamış olması gösterilmektedir. Ekonominin alanını daraltan bu gelişmenin sebebi devletin sert bir şekilde geri dönüşünden kaynaklanmaktadır. Gerçekten de liberal demokrasi en nihayetinde çeşitli karmaşık norm ve prosedürlerle milli iradeyi sınırlandırarak ve kısmen gayrimeşru addederek toplumda avantajlı konum elde etmiş güçlü bireylere yani elitlere eşsiz bir hizmet sunmaktadır. Liberal demokrasi siyaseti teknik bir yönetişim sorununa indirgeyerek “siyasetsiz bir siyaset” arzulamaktadır.

Kültür alanında da küresel bir nitelik kazanan kapitalist-seküler bireyci ve nihilist Hollywood’un hem ABD’ye hem de dünyanın geri kalanına pompaladığı kültürel değerler ve yaşam tarzının milliyetçi-muhafazakar yerel değerler ve yaşam tarzları tarafından giderek daha güçlü bir şekilde eleştirilmesine dikkat çekilmektedir. Burada özellikle kolektif olanla ilişki ve özsel bir hakikat iddiası taşıyan dindarlığın ve milliyetçi-muhafazakarlığın bireyci ve nihilist, kapitalist dünyevilik ve sekülerlik karşısında her geçen gün biraz daha mevzi kazanmasına vurgu yapılmaktadır. Tersten bir ifadeyle dünyayla sınırlı ve düşkün “son adam”a karşı yaşanan siyasi-toplumsal gerçekliğe mesafeli “üstün ve tuhaf insan”ın başkaldırısının tedirginliği hissedilmektedir.

Geleneksel Olanın Geri Dönüşü

İkinci eleştiriye göre ise bu süreç modern dünyada yaşanan tıkanmanın neticesinde premodern olanın geri dönüşünü simgelemektedir. Buna göre etik göreceliliği esas alan demokratik zihniyet, akıl, birey, eşitlik, farklılık ve müzakere gibi modern dönemde siyaseti belirleyen değerlerin oluşturduğu ideolojik zemin sarsılmaktadır. Buna karşı bir hakikat iddiasına sahip ataerkil zihniyet, duygular, gelenek, kolektif olan, irade, karar, özdeşlik ve hiyerarşi gibi premodern nosyonların ördüğü bir siyaset zemininin gelişmekte olduğu ileri sürülmektedir. Yaşanan bu tektonik hareketlilik siyasetin ufkunun liberal modernlikten uzaklaşması ve insanlığın –klişe bir ifadeyle– “Ortaçağ karanlığı”na doğru yol alması anlamını taşıdığı iddia edilmektedir.

Özetle endişeli liberal demokratların çizdiği bu tabloda “ilerici” liberal demokrasi karşısında “gerici” siyasi-toplumsal güçlerin güçlenmesi şeklinde bir mesaj verilmektedir. Dolayısıyla liberal demokrasinin tüm bu sürecin sorumlusu değil de sanki kurbanı olduğu gibi bir yorum yapılmaktadır. Örneğin Trump gibi popülist siyasetçilerin üstün başarısının liberal demokrat siyaset karşısında dizginlerinden boşalmış bir duygusallığa yaslanan “hakikat sonrası siyaset”i ön plana çıkardığı iddia edilmektedir. Oysa liberal demokrasinin görecelilik, bireysellik ve prosedürel-içeriksizlik üzerine kurulu siyaset anlayışının hakikatsizliği tetiklediği ve böylesi şova dönük köksüz bir siyasetin türemesine yol açtığı gözden kaçırılmaktadır. Dolayısıyla meseleye biraz daha yakından baktığımızda ve analitik bir şekilde ele aldığımızda resmin hiç de liberal demokratların çizdiği gibi olmadığını görmekteyiz.

Meşruiyet Sorunu

İçinden geçtiğimiz süreç liberal demokrasinin meşruiyet krizi olarak adlandırılmalıdır. Bunun en temel sebebi modern toplumların kurucu unsurları olan liberalizm, kapitalizm ile demokrasi arasındaki çelişkilerdir. Kapitalizm ile demokrasi arasındaki çelişkiye odaklanırsak, kapitalizm ekonomik kazancın maksimize edilmesi ilkesine göre toplumun organize olmasını isterken demokrasi refahın adil bir şekilde paylaşılması ilkesine göre toplumun organize olmasını öngörmektedir. Bireyler arasında eşitliği fırsat eşitliğine indirgeyen kapitalizm toplumda kaçınılmaz olarak zengin-fakir ayrışmasını körüklerken demokrasi devletin müdahalesiyle bireyler arasında üretilen toplam refahın eşit paylaşımını savunarak özdeşim yönünde hareket etmektedir. Toplumu zıt yönlere çeken kapitalizm ve demokrasi birbiriyle çelişmekte ve liberal demokratik toplumu dönemsel krizlere sokmaktadır.

1970’lerin ortalarında kapitalizm karşısında demokrasi ağır bastığı için merkezine devletin ekonomiden el çekmesi ilkesini yerleştiren –ABD’de Ronald Reagan ve İngiltere’de Margaret Thatcher ile özdeşleşen– “yeni sağ”ın yükselişine şahitlik edilmiştir. Günümüz ise aşırı güçlenen kapitalizm karşısında demokrasiyi merkeze alan popülist hareketlerin yükselişine tanık olmaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi bu demokratikleşme dalgası dışlayıcı bir siyaset üretebileceği gibi kapsayıcı bir siyaset de ortaya koyabilir. Batı’da şu an baskın olan dışlayıcı bir demokratik siyaset formudur. Diğer kültürlerden gelen toplumsal kesimleri kapsayan ve geniş tabanlı bir millet ortaya koyan demokratik bir siyaset geliştirilemediği gibi bizzat dışlayıcılığı ve şiddeti merkeze alan dar kafalı bir siyaset hakim hale gelmektedir. Yine de şunu belirtmek gerekir ki iki kutup arasında salınan liberal demokratik toplumlarda kapitalizmin aşırı derecede ağır bastığı dönemleri farklı formlarıyla demokratik siyasetin daha ağır bastığı dönemler takip etmektedir. Günümüzde sürekli genişleyen zengin-fakir uçurumu nedeniyle demokratik siyasetin dışlayıcı formuyla daha ağır bastığı bir döneme geçiş yaptığımızı söylemeliyiz.

Tam da bu noktada liberalizm ile demokrasi arasındaki çelişkiye bakmakta fayda var. Demokrasinin ağır basması sadece kapitalizmin değil liberalizmin de kaybetmesi anlamına geliyor. Liberalizm birey, özgürlük ve farklılaşmayı savunurken demokrasi toplum, eşitlik ve bireyler arasında özdeşliği savunmaktadır. Dolayısıyla liberalizm için demokrasi devletin bireye müdahale etme potansiyeli taşıyan diğer tüm otoritelerin sınırlandırılmasından öteye geçmemektedir. Devlet özgür ve otonom bireyler arasındaki anlaşmazlıkları çözen ve bireylerin güvenliğini sağlayan bir “gece bekçisi”ne indirgenmektedir.

Böyle bir durumda toplumda her türlü eşitsizlik artmakta ve bireyler arasında etik-duygusal bağlar zayıflamaktadır. Bu durum bireylerin hayatları üzerinde kontrollerini kaybettikleri hissine kapılmalarına ve ekonomik, siyasi ve kültürel boyutlarda güvensizlik problemi yaşamalarına neden olmaktadır. Böylece bireyler kendilerini “evde” hissettiren ve güvenli bir ortam sağlayan aşırı siyasi görüşlere yönelebilmektedir. Sonuç itibarıyla toplum aşırı bireyselleşme ile aşırı kolektivizasyon arasında salınmaktadır. Aşırı liberalleşme dönemlerini aşırı demokratikleşme dönemleri takip etmektedir. Günümüzde toplumsal parçalanma ve artan insan hareketliliğiyle birlikte kolektif ve benzer olana özlemin arttığı ve demokrasinin daha ağır bastığı bir döneme doğru yol almaktayız.

Liberal Demokratik Siyasetin Buhranı-Ali AslanDonald Trump, seçim çalışmalarında bir mitingde sahneye çıkmıştı, 4 Kasım 2016

Reel Politiğe Dönüş

Liberal demokrasinin bu iki iç çelişkisine üçüncü bir unsuru, dışsal bir faktörü daha eklemekte yarar var. Avrupa ve ABD’de liberal demokrasinin kan kaybetmesinin altında yatan önemli sebeplerden biri de liberal demokratik modele olan güvenin sarsılmasıdır. Otoriter bir yönetime yaslanan Çin’in sürekli olarak güçlenmesi, otoriter bir yönetim sergileyen Putin liderliğinde Rusya’nın yeniden Batı için bir tehdit unsuru haline gelmesi ve küresel teröre karşı bazı Batılı devletlerin yaşadığı acziyet Batı’da “Acaba liberal demokratik model uluslararası siyasette bizi zayıf mı bırakıyor” sorusunu gündeme getirmeye başlamış durumdadır. Batı’da özellikle milliyetçi-muhafazakar elitlerce dillendirilen bu iddianın –Trump’ın seçim kampanyası ve Brexit referandumu sürecinde görüldüğü üzere– Batılı toplumlar nazarında da bir karşılığı bulunmaktadır.

Bu noktada uluslararası ilişkilerin genel işleyişi göz önüne alındığında bir hegemonyanın güçlenmesi, karşı hegemonik bir başkaldırıyla karşılaşması ve en nihayet dağılması arasındaki sarkaç göze çarpmaktadır. Spesifik olarak ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında liberal demokratik değerler ve kurumlar üzerine inşa ettiği hegemonyasının küresel çapta bir başkaldırıyla karşı karşıya olduğunu görmekteyiz. Trump’ın zaferi ve ABD’nin realist bir uluslararası siyaseti benimsemesi, Avrupa’da aşırı sağın yükselişi ve Avrupa ordusunun kurulması gerektiğine dair tartışmalar çerçevesinde Avrupa’da güvenlik eksenli bir uluslararası siyasete göz kırpılması –her türlü duygusal tepkiselliğini bir kenara bırakacak olursak– tüm bu yaşananlar aslında Batı’nın hegemonik gerilemeye karşı siyasi bir cevabı niteliğindedir.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası